Dünyanın ne zaman yaratıldığı sorusu, insanların aklını hep kurcalar. Neden bilmiyorum, insan zihniyetini hiç anlayamadım. Her halde, hadlerine olmayan konulara burunlarını sokmaya olan heveslerinden idi. Konumuza geri dönecek olursak; insanlar, tarih boyunca dünyanın yaşıyla ilgili bir çok teori ortaya attılar. Kimisi 4,5 milyar yıl dedi, ki bu yanlış. Ama baş piskopos James Usser, 1654 yılında yaptığı çalışma sonucunda, dünyanın M.Ö 21 Ekim 4004’de saat altı civarında yaratıldığını bulmuştur, ki 13 dakikalık bir yanılma payıyla bu da yanlış. Dünya, M.Ö 21 Ekim 4004’de, saat 06:13’de yaratıldı. Nereden mi biliyorum? Oradaydım. Evet, ben Yaratıcı’nın, Tanrı, Allah, Buda veya Yehova fark etmez, sağ koluydum. Ve her şey mükemmeldi; cennetteki herkes beni severdi, iyi bir işim vardı, istediğim ve isteyebileceğim her şeye sahiptim. Ta ki, yaratılırken ilgilenmediğim Dünya’dan gelen bir avuç toprak işime çomak sokana kadar. Ki siz o çamura Adem diyorsunuz. Geldiği gün, başıma bela olmuştu. Onun yüzünden kovulmuş, her şeyimi kaybetmiştim. Aşağılanmış, kötülenmiş, cehenneme sürülmüştüm. O gün yemin etmiştim. Ben kovulduysam, o çamur parçasını da, eşini de orada tutmazdım. Onlar, benim gibi kovulacak, azap içinde çaresizce tutuşacaklardı.
Ben sözümü tuttum. Onu ve eşini cennetten kovdurdum. O benden üstün tutulan insanın da hata yapabileceğini kanıtladım. Aden’in dışından o ikisini izlemeye başladığımda keyfimden sırıtıyordum. Ama, benimle birlikte onları izleyen meleğin yüzünde endişe vardı. Ona biraz takılmak için ”Çamur Aden’den çıktı.” dedim.
Anlık bana bakıp tekrar onlara döndü ve endişeyle izlemeye devam etti. İstemsizce kaşlarımı çattım ”Niye üzülüyorsun ki?”
Melek dehşetle bana döndü ”Onları kovdurdun!” diye bağırdı bana.
Hemen kendimi savunmaya geçtim ”Ben bir şey yapmadım! Sadece ‘Şu ağacın meyvesi çok güzeldir İSTERSENİZ yiyin.’ dedim, onlar da özgür iradeleriyle meyveyi yediler.”
”Onları kandırdın!”
”Kandırmadım! Meyvenin lezzetli olduğu konusunda yalan söylemedim. Gayet de bile isteye yediler.”
Eliyle Adem ve Havva’yı göstererek ”Şunlara bak!” dedi ”Bir sürü vahşi hayvan var, ben olmasaydım asla hayatta kalamazlardı!”
”Sen olmasaydın mı?” Gözlerini kaçırdı ve sessiz kaldı. Kaşlarımı çattım ”Ne yaptın?”
”Onlara bir kılıç verdim.”
”Ne yaptın?”
”Onlara kılıç verdim.”
”İyi de senin kılıcın yok, sen arşiv sorumlusu meleksin.”
Gözlerini yine kaçırdı ”Onlara senin kılıcını verdim.”
Sinirle meleğin boğazına saldırdım ve boğmaya çalıştım ”Ne yaptın!? Benim kılıcımı nasıl verirsin?!”
Meleğin gözleri büyümüştü boğuk bir sesle cevap verdi ”Niye büyütüyorsun? Nasılsa kullanamıyordun ki.”
Evet, en önemli meleklere bir kılıç verilirdi, benim de kılıcım vardı. Ama kovulunca kılıcım benden alınmış ve büyük ihtimalle arşive kaldırılmıştı. Bu arşiv sorumlusu melek de, kılıcımı arşivden alıp onlara vermiş olmalıydı.
Melek, zar zor elimden kurtuldu. Boğazını ovalarken ”Ne yapabilirdim ki?” dedi, ”kız hamile. Kendilerini korumalılardı.”
”Sen, arşiv sorumlusu, önemsiz ve değersiz bir meleksin! Bu kararı sen veremezsin!”
Kalbi kırılmıştı, yüzünden belli oluyordu. İstediğim şey de tam olarak buydu. Kalbini kırmak istemiştim. Onun merhameti, benim güzel kılıcıma mal olmuştu. Ama haklıydı, o kılıcı artık kullanamıyordum. Beni en çok da haklı olması sinirlendiriyordu zaten.
Bir müddet boyunca benim sakinleşmemi bekleyip onları seyrettik. Hayatta kalmak için çırpınıp bir aslanı kendilerinden uzaklaştırmak için benim kılıcımı savuruyorlardı. BENİM GÜZEL KILICIMI ORADAN ORAYA SAVURUYORLARDI! Yine sinirlenip, beni duyamayacağını bile bile kılıcı tutan Adem’e bağırdım ”Onun amacı o değil seni salak insan!”
Tam o sırada Adem kılıcımla aslana vurdu ve aslan kanlar içinde yere yığıldı. Aslanın ölümü, meleği şok etse de ben yarım ağız sırıtmıştım ”Demek bu amaçla da kullanılabiliyormuş. Sevdim.”
Melek benim kadar soğukkanlı olamadı ve ağlayarak yere, bacaklarımın dibine yığıldı. Ağlaması sinirimi bozup beni iğrendirmekle beraber, şaşırtmıştı da. Meleğe ”Ne yaptığını sanıyorsun?!” diye bağırıp ayağımın ucuyla hafifçe ittirdim ”Benden uzak dur ve az ötede ağla!”
Melek kafasını kaldırıp bana baktı ”Sence kılıcı vererek hata mı ettim?”
Ona küçümsercesine baktım. Bunu gerçekten soruyor muydu yani? Hata etmişti. Ama bir andan düşününce, o bir melekti, değil mi? O asla hata yapmazdı. Yapmazdı değil mi? Normalde kılıcımı vermesinin öcünü almak için moralini bozmak istesem de bu seferliğine dürüst oldum ”Hata yaptığını sanmam. Sonuçta sen meleksin.”
Biraz da olsa rahatlayıp ağlamayı bıraktı ve Adem ile Havva, görüş alanımızdan uzaklaşana kadar sessizlik içinde onlara baktık. Onlar gidince ise, gözlerim ister istemez öldürdükleri ve derisini yüzüp giysi yaptıkları zavallı aslana takıldı. İşte o an, kafamı kurcalayan ve ömrüm boyunca kurcalayacak bir soru zihnimi ele geçirdi. Ya melek kılıcı onlara vererek yanlış yapmışsa, ama ben onları cennetten kovdurarak iyi bir şey yaptıysam?
Yaratıcı, o insanı benden daha üstün tutmuştu, ama o da cennetten kovulabilecek kadar zayıf iradeliydi. Bu o insanı benim kadar kötü yapardı. Ama benim kılıcımla bir canlıyı öldürmesi, üstelik bunu ben kulağına fısıldamadan yapması, işte bu, onu benden de kötü birisi yapardı. Öyle kötü bir şeyin cennette bulunması yanlıştı. Öte yandan, meleğin hatası ise, onlara benden çok Aden’e ait bir kılıç vermiş olmasıydı. Kötü niyetle doğru olan şeyi, iyi niyetle yanlış olan şeyi yapmıştık. Meleğe bunu söyleyerek onunla uğraşmak istemediğim için düşüncemi kendime saklamıştım.
Yine o iki insana odaklandım. Benden böyle kolay kurtulamayacaklardı. Onun da, soyunun da ensesinde olacak, her an onlara fısıldayacaktım.