Çocuk iSÇİ

BÖLÜM 1: “Tanışma Zamanı”

     İlk nefes, il neden, ilk doğum… Hayat ilkler üzerine kurulu bir kördüğümdür. Bizden istenen ise o düğümü hiç bir zaman daha da kötü, daha da açılmaz bir hale sürüklememektir. İnsanın ilk doğduğu andan itibaren ağlayan, zırlayan, şikayet üstüne şikayet yağdıran bir mahlukat olduğu apaçık belli ancak ağlama, zırlama ve şikayet nedenleri sürekli olarak kişiden kişiye göre değişiyor. Kimisi hayattan haberi olmadan, havadan sudan yalan yanlış şikayet ederken; kimisi de hayatın içindeki bir mertebeden hayatla ilgili, yaşamla ilgili, insanla, sorunlarla, karmaşalarla ilgili; dert, hüzün, acı ve hayat dolu şikayetler etmekteler.  

     Fakir fakirliğinden, zenginse bankacılardan; aşık sevdadan, nefret eden de aşktan; işçi işverenden, işverende zamlardan illaki şikayet edebilecek bir durum bulurlar. Tamam bu tür şikayetler hayatın akışı ancak tüm insanlığın hayatı, hayatında kendini şikayet etmesi hiçte alışılagelmiş bir durum değil gibi bence. 

     İnsanların son zamanlarda en güçlü olmaya çalışması, kendisinden güçsüzü ezerek güçlü olmak istemeleri, doğal olarak da en güçsüz, savunmasız durumda olan; çocuklar, göçmenler, yoksullar gibi toplum sınıfları en ağır işlerde, medeniyetten bir haber iş verenler tarafından cüzi bir miktar ile çalıştırılmakta. Geçim sıkıntısı yaşayanlar için bu durum beraberinde -özellikle çocuklar için- bir çok sorunu ortaya çıkarıyor. Bu sorunlardan en temel birisi eğitim-öğretimden uzak bir dünyada yaşamak zorunda olmalarıdır. 

     Geçenlerde falanca bir köyün bir dağının tepesine doğru giden patika toprak bir yolda yürürken eskilerden kalma otuz kırk yıllık bir demir fabrikasının önünden geçme mecburiyetinde bulundum. İçerden sesler yükseldiğini fark edince kapıya yanaştım. İçerde muhtemelen yüksek rütbeli bir şahsiyet işçilerden birine;
     – Nasıl böyle bir saçmalığı yapmayı başardın! Bize kaç paraya mâl olacak sen biliyor musun? Seni gidi salak, hayvan! Malsın bir şeyi beceremiyorsun! tarzında lakayıt lakayıt söylemlerde bulundu. Karşı tarafta da işçi; 
     – Özür dilerim usta, bir daha olmayacak söz veriyorum. Şeklinde bir savunma yapmaya çalıştı. Anladım ki bağıran kişi ya ustaydı ya da ustabaşıydı. Dinlemeye devam ettiğimde;
     – Zaten yapmışsın yapacağını, daha ne yapacaksın! Batırdın bizi! Senin bu ay ki maaşını kesiyorum! Hiç bir halta yaramıyorsun zaten! 
     – Hayır, lütfen ustam; özür dilerim. Paraya çok ihtiyacım var. Lütfen… diye telaşlı ve korkmuş yalvarışlarını duydum.  Bunu demesi benim o bağıran kişinin ustabaşı olduğuna emin olmamı sağladı çünkü fabrikalarda genel olarak maaş düzenini, işçi hatalarını, işçilerin durumunu ustabaşıları ele alır ve şirket sahibine iletir. Ve bu ustabaşıda muhtemelen çocuğun yaptığı artık her neyse (kesin saçma sapan, kalp kırmaya değmeyecek cinsten bir şeydir) onu şirket sahibine iletecek gibi gözüküyor.  

     Yalvarışları o denli masumca idi ki hemencecik anladım daha tecrübesiz, ufak, pek ala küçük yaşlı bir çocuk olduğunu. Merak ettim, içeri girmek istedim. Koskocaman iki metre boylarında klasik yeşil kapı zaten aralıklıydı, hafifçe parmağımla kapıyı ittiğimde cıvataların yağsız olduğundan olsa gerek pek fena bir ses doğar gibi oldu. Ancak içerden gelen demir sesleri ve o muhtemelen küçük yaşlı bir çocuk olan işçiyle ustabaşının  arasında geçen konuşmalar sayesinde pek fazla duyulmadı ancak bu sesi ben beklemediğimden korktum. E tabi refleks olarak da ani bir geri çekilmeyle kapıdan uzaklaştım. Daha sonra aşikar, bir deli cesareti olacak ki kapıyı bedenimi geçirecek kadar açtım, sesi işçiler ve tartışmada olanlar duymadı ancak içeri girdiğimde; Türk işçilerinin gözlerinden kaçar mı; hemen gördüler. 

     Zavallı işçiler tahminimce ustabaşının zalimce disiplininden dolayı başlarını kaldırıp doğru düzgün bakmadılar bile bana. Tamam disiplin iyidir, hoştur, güzeldir ama zalimce yapılan disiplin köpek eğitiminde bile kullanılabilecek seviyede bir seviyesizlik değildir. 

     İçeri girdiğimi gördüklerinde sessizliğimi bozup diyaloğa girmek zorunda kaldım. Benden önce davranan ustabaşı; 
     – Buyurun hoş geldiniz. Nasıl yardımcı olabilirim? 
     – Hoş bulduk. Sanırım siz ustabaşısınız?
     – Evet benim, siz kimsiniz? 
     – Ben bu köye yeni gelen bir öğretmenim. Adım Özkan. Ancak beni boş verin, sizinle özel olarak konuşabilir miyim? 
     – Memnun oldum. Tabi, konuşalım. Ne konuda konuşacağız? 
     – Konuşunca anlarsınız, şu an söyleyemem. 
     – Peki ala, beni takip edin lütfen.

     Bütün bunları konuşurken gözüm o tahminimce küçük yaşlı olan çocuğu süzdü ve gerçekten de 15-16 yaşlarında taş patlasın 18 yaşında daha küçücük, çalışmaktan üstü başı kararmış bir çocuktu. Ustabaşı beni takip edin deyince bende “Tamam bir dakika.” dedim ve çocuğun yanına yaklaşıp, diz çöktüm. Böylece boylarımızı nerdeyse eşitlemiş, daha da samimi bir duruş sergilemiştim. Diz çöktükten sonra çocuğa;
     – Merhaba yakışıklı.
     – Merhaba bayım.
     – Adın ne senin bakalım?
     – Kerem…
     – Memnun oldum, neden buradasın sen, okulda olman gerekmiyor mu? 
     – Evet ama ailem fakir olduğundan beni okutmuyor. 
     – Anladım tamam. Senin işin ne zaman bitiyor? 
     – Akşam saat sekiz buçukta.
     – Peki tamam. O zaman beni kapının önünde bekle olur mu?
     – Peki tamam ama sizi tanıyamadım?
     – Ben köye yeni geldim, öğretmenim. Adım Özkan. 
     – A memnun oldum hocam.
     – Bende memnun oldum Kerem ‘cim. 

     Bütün bunları pür dikkat izleyen ustabaşına içimden sövüyordum. Kerem’den onayı aldıktan sonra ayağa kalkıp ustabaşına “Artık gidebiliriz.” dedim. O da anlamsız bakışlarla yola koyuldu, bende arkasından onu takip ettim. Yol boyunca da bir çok işçinin ağır şartlar altında, elleri yüzleri his, pis içinde çalıştıklarını gördüm. Uzunca bir koridor sonunda sola döndük ve sağdaki ikinci kapıdan içeri girdiğimizde fevkalade lüks eşyalarla lüks bir tarzda döşenmiş kocaman bir odaya girdik. Osmanlı sultanlarının dahi görmediği büyüklükte bir masaya oturan ustabaşı gereğinden fazla havasıyla;

     – Ne konuşmak istediniz Özkan Bey? dedi. 
     – Az önce konuştuğum Kerem (…) ustabaşı sözümü kesti;
     – Evet baya dikkat çekici bir konuşmaydı. Tanıdığınız mı?
     – Hayır değil, yoldan geçerken tartışma seslerini duydum ve biraz kulak misafiri oldum. Sanırım pahalıya mâl olacak bir hata yapmış? 
     – Evet 2000 liralık bir hata, motorun dişlisini kırdı yanlış tuşa basarak.
     – Peki Kerem’in maaşı ne kadar? 
     – 2.500TL
     – Peki 500 TL’sini geri verecek misiniz? 
     – Hayır. 
     – Neden?
     – Neden vereyim? Cezayı hak etti.
     – E ama sonuçta karşılığını 2000 lirayla ödeyecek. 500 TL onun hakkı. 
     – Vermiyorum kardeşim zorla mı? Hem sana ne? 
     – Size 5000 TL veriyorum! Bana Kerem hakkında tüm bilgileri verin. Ve çocuğa da maaşını eksiksiz olarak verin. Beş bin TL’yi duyan ustabaşının gözleri pörtlemiş vaziyette hemen geri vites yaparak; 
     – Tamam Özkan Bey sakin olun. Ama ne yapacaksınız siz bu Kerem’i?
     – Sizin ona karşı ahlaksızca, görgüsüzce, seviyesizce davranışlarınız beni çok rahatsız etti! Kendimi Kerem gibi tatlı ve efendi bir çocukla rahatlatacağım. Tamam mı?!…
     – Tamam bayım sakin olun lütfen. 
     – Ben sakinim. Sadece sen biraz insan ol. Daha küçücük yaştaki bir çocuğa nasıl böyle davranabilirsin ya? 
     – Pardon boş bulundum. Bir daha olmaz. 
     – Bana hiçte öyle gelmedi ama neyse…
     – Kerem’i tanımak istiyor musunuz hala?
     – Evet kısaca lütfen. 
     – Kerem; ilk geldiğinde on dört yaşındaydı. Çok çalışkan ve azimli bir çocuk. Şu an on altı yaşında iki yıldır ciddi bir sıkıntımız olmadı Kerem’le. Babası inşaatçı ancak onun durumları biraz vahim. Annesi de ev hanımı. İki de kardeşi var. 
     – Anladım, sizde ailesinin bu durumundan ve fakirliğinden yararlanmış, iyice Kerem’in üstüne binmişsiniz anlaşılan…
     – Dürüst olmak gerekirse evet… 
     – Anlamış olman bile güzel, neyse artık dikkat edersin diye düşünüyorum. O bir çocuk ona herkesten daha az iş ama daha çok para vermelisiniz. 
     – Daha çok para vermemiz imkansız, iş konusunda da dikkat edeceğim söz veriyorum. 
     – Teşekkürler, peki Kerem gibi çocuk işçiler var mı başka? 
     – Bir tane vardı geçen yıl işten ayrıldı. 
     – Adı neydi? 
     – Osman.
     – Şimdi nerde?
     – Hiç bir fikrim yok. 
     – Peki teşekkür ederim. İyi günler. dedim ve odadan ayrıldım. Çıkarken Kerem’i gördüm ve gülümseyerek “Akşama seni bekliyorum parka gel tamam mı?” dedim ve o da “Tamamdır hocam.” dedi. 

     Şimdiden kanım kaynamış, kendi çocuğummuş gibi sevmiştim. Onu görünce kaçırılan ve bir daha hiç bir iz bulunamayan çocuğum aklıma geliyordu. Evet bir çocuğum oldu ancak ben eğitimim için yurt dışına çıkarken bir tane ahlaksızın teki kaçırmıştı. Bir daha da hiç bir ize rastlanmadı. Sadece fotoğraflardan tanıdığım daha ufacık bebek olan çocuğumu kalbimde sanki kırk yıldır tanıyormuşçasına özlüyordum.  Sanki kalbimin bir köşesine yerleşmiş ama o köşe bana o kadar uzak ki ona ulaşmak imkansız… Çocukları hep sevmişimdir, zaten çocukları çok sevdiğimden öğretmen olmuştum. İtiraf etmek gerekirse Kerem kadar tatlı bir çocukta hiç görmemiştim. Tombul tombul yanaklarıyla, al al bal gibi dudaklarıyla, simsiyah saçları ve kahverengi gözleriyle sanki hatta sanki değil gerçekten eşsizdi… 

     Zaten şans işte, hep böyle tatlı çocuklar, okumaya hevesli çocuklar okutulmaz; nerde tatsız tuzsuz, okuldan bir haber, çocuk varsa onlar okutulur. Bazen kendimi Allah’a isyan etmekten alıkoyamıyorum. Ama sonradan da yine ben pişman oluyorum, vardır Allah’ın bir bildiği diyorum ve susuyorum. Yapacak bir şey yok. Mecbur! 

     Neyse çok konuştum birazda köyü tanıtayım; Anadolu’nun ücra köylerinden birindeyim. Halkı kıt kanaat geçinen kimsenin malına mülküne göz dikmeden kendi hallerinde yaşayıp gidiyorlar. E tabii içlerinde çürüklerde çıkıyor arada. Köy amma sakin bir köy, hayvancılıkla uğraşan halkın tüm günü hayvanlarla ve köyün bir mahallesinde bulunan bir kahvehanede geçiyor. Gerçi insanların hakkını yemeyelim hayvanlardan onlara pek zamanda kalmıyor açıkçası. Sabah kalk; ahırdaki tezekleri temizle (Tezek inek dışkısı demektir.), hayvanlara yem ver, sonra çoban gelsin tüm köyün hayvanlarını otlatmaya götürsün, o sırada da erkekler ahır ve evin tamirat işleriyle, kadınlar yemek, temizlik, odun toplama gibi zor ve güç gerektiren işleri yaparken birde sırtlarında çocuklara bakıyorlar. Akşam olduğunda inekler geliyor, yine kadınlar için işbaşı… İnekler sağılacak, danalar annelerinden süt emecek vesaire vesaire… Allah kadınlara yardım etsin, işleri çok… 

     Bu sırada da çocukları daha doğrusu şanslı çocuklar okula gider, eğitim-öğretim görürler. Ama çoğu çocuk okula gitmiyor. Zaten öğretmen olan benim, bol bol okulu size anlatacağım. Okul dediğime bakmayın, iki sınıftan oluşuyor. Bizim çocukken gittiğimiz gibi katlarca ve onlarca sınıfın içinde bin beş yüz kişilik okullar nerde?… 

 

Tags:
Paylaş
2 Yorum
  1. Pluviofil 1 sene önce

    Beğenerek okudum, devamı gelmesi dileğiyle kaleminiz daim olsun?

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account