Ruhumuzda öldürülen kız çocuklarına…
15 Yıl önce
Bulutlar üzerine kan dökülmüş beyaz kumaş parçaları misali gökyüzünü kaplıyor ve ayın parlak ışıklarını kalın bir örtü misali perdeliyordu. Yeryüzüyle buluşan sağanak yağmur damlaları düştükleri zeminde uğursuz sesler çıkartıyordu. Kan rengi bulutların arasında görülen şiddetli şimşekler büyük bir gümbürtüyü ardından bıraktığında küçük kız duyduğu korkunç sesle ürperdi ve babasının bacağına tutundu. Babası kızının ürkek haline tepki vermekte zorlandı. Zira bu odada kızına karşı göstereceği en ufak bir sevgi onun ölümüne yol açabilirdi. Şundan emindi ki eğer zafiyetinin çocukları olduğunu anlarlarsa canını yakmak için ondan koparacakları ilk şey bu olurdu. Bu sebepten kimse Serdar Akıncı’nın en büyük zayıflığının kızları olduğunu bilmemeliydi. Özellikle de onu bu zamana kadar besleyip tıpkı bir çoban köpeği gibi yetiştiren üvey babasının.
Bu çocukların sadece aptal bir intikam oyunundan arta kalan birer angarya olduğunu düşünmeliydi herkes. Babalarının bile onları umursamadığı değersiz çocuklar olarak görülmeliydiler. Aksi halde böylesine acımasız bir dünyada hayatta kalmaları mümkün olmazdı. Babalarını kontrol etmek isteyen onca insan varken bu çocuklar kolayca bir şantaj malzemesi haline getirilebilirdi.
Üstelik bunun için çok uzağa gitmeye bile lüzum yoktu. Bunu herkesten önce üvey babası yapardı. Rafet İslimyeli için bir çocuğun ve bir çöp parçasının farkı yoktu. Bu dünya üzerinde onların yaşamaları ya da yaşamamalarını umursayacak en son insandı. Çocuklar birer kuklaydı onun için. Rafet İslimyeli’nin kullanabildiği kadar önemliydi her biri. Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Serdar Akıncı onun sadece kullanabileceği en iyi kozuydu. Onu kaybetmek hem para hem güvenlik hem de prestij açısından bir yıkılış sayılırdı. Onu bu zamana kadar büyütüp beslemesinin sebebi buydu. Serdar Akıncı sürüyü kurtlardan koruyan sadık bir köpekti onun için. Vazgeçilmezdi.
Titreyerek babasına sokulan kız çocuğu onu korumasını ümit ettiği adamdan bir yanıt alamayınca yanında sessizce oturan ablasına baktı. Ablası onun korkusunu dindirmek adına menekşe rengi gözleri sevgiyle kısıldı ve usulca elini tuttu. Küçük kıza güven veren bu tutuş ablasının ellerinin soğukluğuna rağmen yine de sıcacıktı.
Odanın kapısı açıldığında içeriye dolan yağmur ve demirimsi ağır bir kokuyla sarsıldı iki çocukta. Bakışları arkalarındaki kapıyı bulduğunda kapıdan içeri takım elbiseli daha önce hiç görmedikleri kadar kocaman olan iki adam girdi. Adamların arkasından ise yaşlı bir siluet göründü. Yaşlı adam ilerledikçe ilk dikkat ettikleri şey adamın onlara sanki birer böcekmiş gibi bakan buz kütlesine benzeyen mavi gözleriydi. Adam yanlarından geçip giderken tok sesi ile konuştu.
-Nereden buldun bu kedi yavrularını Serdar?’
Rafet İslimyeli çalışma masasına doğru ilerledi. Ve siyah deri kaplama koltuğa oturarak babalarının yanında dikilen küçük kız çocuklarına dikti ifadesiz gözlerini. Ne olduğunu anlayamayan çocuklar şaşkınlıkla bir babalarına bir de karşılarındaki yaşlı adama baktılar.
-Hamzaoğlu genleri baskın gelmiş anlaşılan. Annelerine çok benziyorlar. Buradan bakınca onları beslemek bile israf olarak görünüyor. Sana onları öldürmeni söylediğimde bunu yapmalıydın.’
-Eğer onları öldürseydim size hiçbir faydaları olmayacaktı efendim.’
Babalarının söyledikleri ile iki çocukta buz kesmişti. Gerçekten onları öldürmek istemiş miydi? Bu adam onlarla gülen, oynayan adam mıydı? Ablasının eli küçük kızın avcunu acıtacak kadar sıkıca kavradığında küçük kız duyduklarının şaşkınlığı ile inleyememişti bile.
Yaşlı adam evlatlık oğlundan duyduğu sözlerin karşılığında soğuk bir kahkaha attı.
-Hahaha. Doğru söyledin. Hamzaoğlu kanından intikam almak için bundan daha iyi bir yol olamazdı. Ama bunun için bile sadece bir tanesi yeterli. İşe yaramaz iki veletle uğraşmak külfet olur sadece. Bana en kullanışlı olanını vermelisin.’
Küçük kız ne olup bittiğini anlamak istercesine yaşlı adamın yüzüne baktı dikkatle. Rafet İslimyeli yüzündeki dikkatli bakışları çabucak fark etti. Ve ablasının elini sıkıca tutan menekşe rengi gözleri ile ışık saçan küçük kızı inceledi. Tam bu sırada babalarının sesini duydular.
-Ablası Nergis’in bünyesi çok zayıf. Sizin tarafınızdan eğitilmeye değmez. Ama küçük kız oldukça akıllı. Eğitilmeye daha müsait. Eminim ileride işinize çok yarayacaktır.’
Yaşlı adam babalarının söylediklerini değerlendirircesine iki kız çocuğunu süzdü. Bakışları son kez yine küçük kızın üzerinde durdu.
-Haklı gibi görünüyorsun. Onda bu ışığı görebiliyorum. Sana benziyor. Hatta senden bile iyi olabilir Serdar. Onu seçiyorum. Adı ne demiştin?’
-Nilüfer efendim.’
Yaşlı adamın kaşları çatıldı çabucak.
-Demek adı nilüfer. Nilüfer Hamzaoğlu bir kez daha çıktı karşıma. Hikmeti delirtmek için oldukça etkili bir koz. Onu iyi kullanacağımdan emin olabilirsin.’
-Peki efendim.’
Yaşlı adam babaları sözünü bitirir bitirmez kapıya doğru seslendi.
-Adem!’
Kapı gıcırdayarak açıldı ve içeri takım elbiseli başka bir adam girdi. Odanın loş ışığına rağmen yüzündeki yara izi açıkça görünüyordu.
-Buyurun efendim.’
-Küçük kızı al. Kambur’a götür. Ona söyle kimsenin bu kız çocuğundan haberi olmayacak’
Adem yaşlı adamın emrini başıyla onaylayıp babasının yanında dikilen küçük kız çocuğuna yöneldi. Nergis kardeşine doğru gelen takım elbiseli adamı gördüğünde Nilüfer’i hemen arkasına aldı. Işıldayan menekşe rengi gözler babasının siyah gözlerine dikildi hiddetle. Orada öylesine bir direnç vardı ki genç adam büyük kızının kardeşini kimseye kendi iradesiyle vermeyeceğinden emindi.
-Kardeşimi götüremezsiniz. Onu size vermiyorum. Baba sen de bir şey söyle! Kardeşimi götürecekler.’
Ablası sıkıca sardı kollarını kardeşinin üzerine. Babası ise kızının sözlerine duygusuz bir bakışla karşılık verdi.
-Bu büyüklerin meselesi Nergis. Kardeşinin gitmesi gerekiyor. Şimdi zorluk çıkartmadan onu bırak.’
Nergis yine de bırakmadı kardeşini. Küçük kızı ise hala babasının sözlerinin şokundan çıkamamıştı. Bedeni korkuyla titriyor birkaç saniye önce ışıltıyla bakan gözlerinde ise boş bir bakış hakimdi. Babasının söylediklerinin bir oyun olduğuna inanıyordu. Çünkü her kelimesi gerçek olamayacak kadar acımasızcaydı.
-Hayır bırakmıyorum. Kardeşimi kimse götüremez. Annem onu bana emanet etti.’
Nergis kardeşini vermemek için çabalarken yaşlı adamın sesi duyuldu.
-Büyük kızın gerçekten işe yaramaz bir velet. Ondan kurtulmak iyi bir fikir gibi görünüyor.’
Genç adam durumu toparlayabilmek adına çabucak konuştu.
-Bununla uğraşmanıza gerek yok efendim. Küçük bir çocukla ilgilenmek pek de zor olmayacaktır.’
Babaları Nergis’in kardeşini tutan kolunu sıkıca kavradı ve tıpkı oyuncak bir bebek gibi bir çırpıda kollarını açtı. Nergis kolundaki ağrıyla çığlık attığında küçük kız kendine zorlukla gelebildi. Ablasını kurtarmak için çırpınıyor ve ona doğru uzanmaya çalışıyordu. Fakat tam o sırada takım elbiseli iri adam onu belinden tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Çırpınan elleri ve kolları boşlukta havayı dövdü. Ama yine de pes etmeden sesini duyurmaya çalışıyordu.
-Baba yardım et. Baba beni götürüyorlar. Babaaa!’
Nilüfer onu tutan adamdan kurtulmak için uğraşırken bir yandan da medet beklercesine ağlayarak babasına uzanmaya çalışıyordu. Fakat babası cevap vermeyi bırak ona bakmıyordu bile.
-Baba bırak beni. Kardeşimi götürüyorlar görmüyor musun? Onlara engel olmayacak mısın?’
Serdar Akıncı hayatının en sessiz gününü yaşıyordu. İçinde öylesine büyük bir karmaşa vardı ki kızlarının yalvarışları bu karmaşayı daha da berbat bir hale getiriyordu. İçindeki insan ona bu yaptıkları için defalarca lanet okuyor ve küfrediyordu. Kızlarının ağlamaktan helak olmuş halleri sevdiği kadını getiriyordu gözünün önüne. Vicdanı, adaleti içindeki muhakemeye dair her his onu vazgeçmeye zorluyordu. Fakat bu çocukları ölmekten koruyacak tek yol buydu. Anneleri gibi onların da ölmesine izin veremezdi.
Bu tehlikeli dünyanın içinde bir şekilde yaşamaları gerekiyordu. Genç adam ise paramparça olmuş yüreği ile buna izin vermek zorundaydı. Nilüfer onu odadan dışarı çıkaran adama karşı koymayı artık kesmişti.
Kapıdan sürüklenerek çıkarken bakışları son kez ablası ile buluştu. Ve ardından babasının gece karası gözlerine değdi menekşe rengi gözleri. Babasının gözlerine öyle bir hayal kırıklığı ile baktı ki nilüfer Serdar’ın canı acıdı. Genç adam o an ölmeyi diledi. Çünkü biliyordu o gözler bir daha genç adama asla sevgiyle bakmayacaktı. Kızlarının sevgisini kan rengi bir gece de kaybetmişti Serdar Akıncı. Kendinden geriye yalnızca nefret tohumları ekerek
*
İnsanoğlunun ortaya çıkardığı sistemlerin tümü aykırılığa kapalıdır. Dişlilerin arasına sıkışıp işleyişi durdurma olasılığı bulunan her şey potansiyel bir tehdit niteliğindedir. Bu yüzdendir ki tespit edilen olası tehdit daha sisteme ulaşamadan ivedilikle imha edilir. İnsan, hayvan, virüs taş toprak fark etmeksizin her biri sistemin ona biçtiği kadere razı olmak zorunda bırakılır. İşin en acımasız noktası ise hatalı sebepler yerine ortaya çıkma ihtimali olan sarsıcı sonuçların dikkate alınmasıdır. Bu tür durumlarda yanılgı payı sıfıra indirgenecek kadar azdır. Zira yanılgılar aykırılığın bir diğer yüzü olarak görülür ve doğdukları hiçbir yerde istenmezlerdi.
Everest de bu acımasız sistemlerden biriydi. Tepeden tırnağa sıkı bir hiyerarşi ile donatılmış ve güçlü bir sadakat egemenliğinde hüküm sürüyordu. En büyük girdisi insandı. Sadakati temel alır ve yıkadığı beyinlere kendini sorgusuz sualsiz bir emir-itaat zinciri olarak kodlardı. Ona benzeyen diğer sistemlerden tek farkı aykırılık karşısındaki en hafif cezasının ölüm olmasıydı.
Adına Everest denmesinin dahi sağlam bir sebebi vardı. Zira yıllardır süregelen sıkı hiyerarşisi tıpkı devasa bir dağ gibiydi. En dipte küçük parçalardan meydana gelen ve zemin tabakasını oluşturan küçük çeteler bulunmaktaydı. Onun üstünde yerel mafyalar ve onları da bir bütün halinde içinde toplayan bölgesel güçler. Bu güçlerinde üstünde farklı amaçlarla kullanılmak üzere eğitilen Everest’in istihbarat ve infaz timi olan Gölgeler bulunmaktaydı. Gölgelerin üstünde ise Sahip Meclisi adı verilen beş kişilik bir yönetim mekanizması vardı. Sahip meclisinin üstü ise tepedeki asıl beyindi. Rafet İslimyeli yirmi yedi yıldır Everest’i yönetmekteydi. İslimyeli ailesi sistemin en önemli kurucularından biriydi ve mutlak otoriteleri kuruluştan itibaren gücünü hala koruyordu. Fakat artık Rafet İslimyeli’nin miyadı dolmak üzereydi neredeyse 80 yaşını aşmış bulunan yaşlı adam başka bir İslimyeli’yi başa geçirmeyi planlıyordu. Önünde dikkatlice oynaması gereken iki kartı vardı. Biri tek çocuğu Taylan bir diğeri ise evlatlığı Haşim İslimyeliydi.
Varis adayı olan bu iki ihtimalin içinde en çok göz önünde bulunan şüphesiz ki Taylan İslimyeliydi. Bunun sebebi ise açıkça ortadaydı. (Kurucu ailenin gerçek soyundan gelmesi.) Üstelik Taylan İslimyeli Everest için bir efsane sayılırdı. Everest’in asıl kaynağı olan yurt dışı kolunu kontrol ediyor ve CIA başta olmak üzere tehdit unsuru taşıyan yabancı oluşumlarla savaşıyordu. Bu sebepten daha çok bölgesel çapta çalışan Haşim’i gölgede bırakıyordu. Fakat Haşim’in elinde gittikçe büyüyen oldukça tehlikeli bir koz vardı. O da Sahip meclisini yönetebiliyor olmasıydı. İşte bu kimsenin beklemediği bir durumdu. Bilhassa Taylan İslimyeli’nin. Bir yandan da yaşlı adamın sarsılmaya başlayan mutlak otoritesi vardı. Ne kadar sarsıcı olursa olsun yine de bunu rayına oturtması bir kaç ufak emirden geçiyordu.
Rafet’in Everestteki en büyük gücü her daim Gölgeler olmuştu. Beyinleri yıkanmış ve itaat etmeyi kendilerine görev edinmiş bu tim Everest’in kontrol mekanizmasıydı. Her yerdeydiler. Daha doğrusu her yerdeydik. Ülkenin ve hatta dünyanın pek çok yerinde farklı işlevlerimiz vardı. Bizler Everest’e hibe edilmiş birer ölüm makinesiydik. Ve tek suçumuz ise babalarımızın bu devasa sistemdeki birer piyon olmasıydı.
Everest’in sadakat dediği şey buydu. Bazı ilişkiler kurban vermeyi gerektirirdi. Everest’in kurbanları ise erkek çocuklarıydı. Çocuğu olan her üyenin yedi yaşını geçmiş bir oğlunu (şayet oğlu yoksa da kızını) sadakat göstergesi olarak sisteme sunması gerekiyordu.
Alınan çocuklar oldukça sert askeri bir eğitimle yetiştirilir ve her biri 18 yaşına geldiğinde ilk görevine gönderilirdi. Hayatta kalmak tamamen o gölgenin yeteneklerine bağlıydı. En büyük eleme bu şekilde yapılırdı. İlk görevinde hayatta kalmayı başaranlar ilk kademe gölgeler olarak bilinirdi. Gittikçe deneyim kazananlar ise ikinci ve son olarak üçüncü kademeye kadar yükselirdi. Everest tarihinde üçüncü kademe olmayı başarabilen yalnızca üç gölge vardı. Bunlardan biri gölge eğitimindeki üst düzey yöneticilerden biri olan Ahlat Kambur’du. Diğer ikisi ise Everest’in sözcüsü Hikmet Dalkıran ve yaşlı adamın gözü gibi baktığı manevi oğlu Serdar Akıncıydı. Yani babam.
Everest’in kız çocukları için oldukça farklı bir prosedürü vardı. Onları gelecekte yüksek kademelerde görev alacak üyeler için büyütür ve eğitim verirdi. İşin aslı bu kızların her biri yaşlı adamın kontrol etmek istediği güçlü ailelere gönderdiği birer ajandı. Fakat bu durumdan yaşlı adam ve bir kaç astı dışında pek çok kişi habersizdi. Rafet İslimyeli onurunu avucunda taşıdığı adamların kalbini de bu şekilde yönetiyordu. Otoritesi hiç bir istisna tanımıyordu. Amacına hizmet etme potansiyeli taşıyan herkes üstüne düşen görevi yerine getirme yükümlülüğündeydi. Söz konusu savunmasız bir kız çocuğu olsa dahi.
Mütemdiyen durum benim içinde pek farklı değildi. Ussal açıdan yetenekli olduğunu düşündüğü çocuklar için daima alternatif bir kullanım haritası vardı. En büyük isteği bu çocuklardan devasa bir ordu kurmakken tüm ihtimaller değerlendirilmeliydi. İşte tam da bu sebeple eğitime kabul edilmiştim. Rafet İslimyeli’nin dilediği gibi oynadığı kobaylarından biri olmak için. Bu bir mücadeleydi. Ve tek bir kriter koyulmuştu. Her şeye rağmen hayatta kalmak. Yalnızca bunu başarabilenler Everest’in asili olabilirdi.
Oyun sahnesi kurulmuş seçilen çocuklar tıpkı bir zinciri tamamlayan halkalar misali onları birbirine ekleyecek ustanın önüne çoktan serilmişlerdi bile. Bense daha işlenecek olgunluğa erişemeden aralarına katılmıştım. İlk yok olan ve işlense de onlar için asla aptal bir tel parçasından daha fazlası olmayacaktım. Fakat yine de kendime bir söz vermiştim. Hayatımda bir kere feda edilmiştim. Bir daha asla feda edilen olmayacaktım. Direnişim yaşamak için değil bir kez daha vazgeçilen olmamak içindi. Ve ben eğer öleceksem de bu uğurda ölmeye söz vermiştim. Beni buna mecbur bırakanlara inat…
GİRİŞ
Hanımeli…
İçime adeta çağlayarak dolan bu tanıdık kokunun adı kesinlikle hanımeliydi. Ruhumda artık varlığını bile unuttuğum masumiyet kırıntıları henüz bu kokunun adını bile koyamazken onu güçlü bir dayanak bilip belli etmişlerdi kendilerini. Kalbimdeki her sızlayış derin bir ihtiyaç dalgası ile bedenime yayılıyordu. Neyi istediğimden pek emin değildim ama bildiğim tek şey hissettiğim bu ihtiyacın kendi çabamla kapatabileceğim bir şey olmadığıydı. İnsan ne olduğunu bilmediği bir ihtiyacı nasıl giderebilirdi ki? Bu durumun kendisi bile başlı başına koca bir koca bir çaresizlik silsilesiydi.
Ruhum yanıyordu. Yoksunluğun verdiği o çaresizlik tüm bedenimi ateşe vermiş beni cayır cayır yakıyordu. Özellikle de sol yanım. Kalbim öyle çok acıyordu ki bu acıyı hanımeli kokusu bile dindiremiyordu.
Sık nefeslerim boğazımdaki ağrılı düğümle daha da düzensizleşmiş hırıltılı bir uğultuya dönüşmüştü. Adeta azap çekiyordum.
Bakışlarım çaresizce karanlığı tararken bana yardım edebilecek ufacık da olsa herhangi bir şey arıyordum. Fakat karanlık öyle bir sarmıştı ki benliğimi sanki onunla savaşmamı ve ağır bir yenilgi ile mağlup olmamı istiyor gibiydi ve istediğini de alıyordu. Zira onun soğukluğu ve hissettiğim derin çaresizlik beni her dakika mağlup etmekteydi.
Uzaktan bir ses geliyordu. Bu bir insan sesine benziyordu. Ses gittikçe yaklaşırken söylediklerini anlamaya çalıştım.
-…fer!
-Gel
-Nilüfer!
Bu bir kadın sesiydi. Peki kimdi bu kadın? Neden beni çağırıyordu?
Sesi şimdi hapsolduğum karanlığın duvarlarında yankılanacak kadar belirgindi.
-Narin çiçeğim! Nilüferim’
Söyleyişi o kadar yumuşaktı ki artık bu sesin sahibinin kim olduğumu biliyordum. O annem olmalıydı. Çünkü hayatım boyunca bana bu şekilde seslenen tek kişi oydu. Ve bu yumuşaklık kesinlikle tesadüf olamazdı. Acı beni kendisiyle birlikte döküldüğü coşkun çığırda sürüklerken takatsizce omu yanıtlamaya çalıştım.
-Anne!
Hissettiğim ihtiyaç bu olmalıydı. Ruhumdaki yangın, ağrılarım ve boğazımdaki düğümün tek devası ona bir an olsun sarılmaktı. Telaşla çöktüğüm karanlıktan doğrulmaya çalışırken ona bir kez daha seslendim. Beni beklemesi için. Onu tekrar görebilmek için.
-Anne! Gitme! Beni bekle’
Sonunda ayağa kalkabildiğimde ellerim önümdeki boşluğu aradı. Bir an olsun sıcaklığını hissedebilmek umudu ile. Fakat yoktu.
-Nilüfer!’
-Anne nerdesin?
Karanlık git gide açıldığında etrafımı görebilmek daha kolay bir hale gelmişti ama annemi göremiyordum. Sonsuzluk gibi geçen bir sürenin ardından hava aydınlandığında tenimi yalayan sert rüzgar bedenimi iliklerime kadar titretti. Fakat bunu hissedemeyecek kadar acı içindeydim. Annemin sesi kaybolmuştu
Hıçkırığım boğazıma takıldığında ağladığımı fark ettim. Hüsranım o kadar derindi ki bunu gözyaşlarımla bile atamıyordum.
-Öldür onu!’
-Sana onu öldür dedim.’
Bu ses anneme ait değildi. Kalın duygusuz ve hükmeden bir ağırlıktaydı. Annemin sesinden bile daha tanıdıktı benim için. Sesin geldiği yöne döndüğümde bakışlarım yaşlı adamın buz mavisi gözlerini buldu. İfadesiz yüzü tuhaf soluk bir renkle gölgelenmişti. Bana bir tabanca uzatıyordu. Ellerim uzattığı tabancanın kabzasını sıkıca kavradığında sordum.
-Kimi? Kimi öldürmeliyim?’
-Onu öldür!’
Kimden bahsettiğini anlamak için gözlerini takip ettiğimde biraz ötemde toprak zemine çökmüş bir silüet gördüm. Bu genç bir kadındı. Hıçkırıyor ve omuzları titriyordu. Çok geçmeden başını kaldırdığında menekşe rengi bakışları üzerime dikildi. Onu tanıyor gibiydim ama kim olduğunu anlayamıyordum. Korkuyla büyüyen göz bebekleri elimdeki silaha dikilmiş buna rağmen adeta kaderini kabul eden bir köle teslimiyetindeydi.
Elimdeki silahı ona doğrulttuğumda artık bende korkuyordum. Çünkü bütün bunlar tamamen kontrolüm dışında gelişiyordu. Yaşla dolu gözleri yalvarırcasına bakarken dudaklarından dökülen bir kaç kelimeyle birlikte elimdeki silah ateş aldı. Ve yer gök kulakları sağır edercesine güçlü bir gürültü ile sarsılırken kadının zayıf sesi adeta zihnime kazındı.
-Nilüfer!’
-A..anne!’
Öldürdüğüm kadın annemdi…
Uyku bir insanın bilinçatına giden en gizemli patikaydı. Fakat bu patika benim için çoğu zaman etrafa saçılmış keskin cam parçaları ile örülü olurdu. Bir zamanlar kurduğum pembe hayallerin heba edilmiş kırıklarıydı bunlar. Ve ne kadar zihnimden silip süpürmek istediysem de saplandıkları zeminden onları çekip çıkarmaya çalışmak çok daha acı vericiydi. Bu yüzden pes etmiştim. Ne zaman o patikaya değse ayaklarım geçip giderken maruz kaldığım acıya göz yumuyordum. Bir gün hissiz olabilmek umudu ile. Acı zihnimde ve sinirlerimde her geçen gün biraz daha varlığını kaybettirmiş olsa da tamamen yok olacak kadar hafif değildi hiç bir zaman. Tıpkı şimdi de olduğu gibi.
Gözlerim hissettiğim yoğun şok dalgası ile karanlık odanın içinde rotasız bir devriye tutturdu. Üstümdeki ince battaniye yere düşmüş tenim pencereden içeri doluşan serin gece rüzgarı altında adeta buz kesmişti. Bedenim her zamanki alışkanlığıyla yataktan acele ile doğrulurken açık kalmış pencere ve rüzgarın etkisiyle durmadan pervazına çarpan kapı arasında adeta mekik dokudum.
Tedbirsizlik hayat felsefemin yakınından bile geçebilecek bir olgu değildi. Buna binaen kapıyı hele ki pencereyi uyumadan önce açık bıraktığımı kesinlikle hatırlamıyordum. Ellerim ivedilikle yastığımın altındaki kısa menzilli silahı bulduğunda bir an bile tereddüt etmeden ayağa kalktım ve bir kedi kadar sessiz adımlarla kapı aralığından koridora doğru süzüldüm. Gelen her neyse bir gölgenin evine sızamaya cesaret edecek kadar canına susamış olmalıydı.
Uzun ve dar koridorda attığı her adım gerginliğinin üzerine bir kaç katını daha ekliyordu. Buna rağmen koridor fazlası ile sakin görünüyordu. Hızlı ve seri adımlarım salon ve mutfak olarak kullandığım açıklığa ulaştırdığında aldığım yoğun sigara kokusu ile akabinde karanlığın içinde parlayan köz zihnimdeki tehlike çanlarını bir süreliğine susturdu. Lambayı yakıp odayı ışıkla doldurduğumda karşımdaki manzaraya ister istemez şaşkınlıkla baktım. Nasıl tahmin edememiştim.
Koyu kahverengi saçı sıkıca arkasından bağlanmış zarif yüzü yorgunlukla gölgelenmişti. Yeşil gözleri odayı kaplayan ince dumanın arkasından arsızca beni süzüyordu. Dudaklarında aptalca kazanılmış bir zaferin gamsız gülümsemesi asılıydı. Elimdeki tabancayı mutfak tezgahının üzerine bıraktığımda keyifsizce konuştum.
-Sen ve diğerleri evime davetsizce girmeye epey alıştınız gibi.’
Bakışlarımı yeniden ona çevirdiğimde dikkatimi çeken ilk şey köşe takımımın üzerine yaydığı toz toprak içindeki botlarıydı. O da bunu fark etmiş olacak ki meydan okurcasına yüzüme bakmaya devam etti.
-Aramızda bir evi olan tek gölge sensin. Hepimiz bunun nasıl bir şey olduğunu merak ediyoruz. Normal değil mi sence de?’
Karşısındaki tekli koltuğa oturmadan evvel kanepemi işgal eden kirli botlarını öfkeyle tekmeledim. Ve değerli kanepemi bu iğrenç işgalden kurtardım.
-Bir ev alamayacak kadar fakir misiniz? Öyleyse neden dilenciliğe başlamıyorsunuz?’
Öne doğru eğilip gözlerimi üzerine diktiğimde bu kez onunla dalga geçen bendim.
-Ayrıca o üç hıyarı buna sen de dahilsin ben eğittim. Biraz olsun saygıyı hak etmiyor muyum?’
Eğildi ve aramızdaki kısa mesafeyi kapattı. Sigara kokan nefesini burnumun ucunda ve çenemde hissedebiliyordum. Dudakları ciddiyetle kıvrıldığında gözlerinde oldukça kararlı bir bakış vardı.
-Bir ev hanımı olmaya karar vermeden önce sen saygı duyduğum ilk ve tek insandın. Sen Gümüştün. En büyük efsanelerden biri. Ama bizi bırakıp bu kahrolası eve tıkılman işleri değiştirdi. Biz seninle ölmeye bile hazırken bir gün duyduk ki sevgili öğretmenimiz artık bireysel olarak çalışacakmış.’
Sözleri oldukça zehirli bir ses tonuyla noktalanmıştı. Sahiden bana karşı bu kadar kin mi vardı içinde? Onca zamandır sessizliğinin altında sakladığı gerçekler dikenli birer ilmek gibiydi. Fakat bu ilmek benden çok onun bedenine geçmiş gibiydi. Zira Kartal’ı tanımasam annesinden ayrılan küçük bir çocuk gibi ağlayacağını düşünürdüm.
Bu haline karşılık kayıtsızca arkama doğru yaslandığımda bakışlarımı aceleyle ondan kaçırdım.
-Daha ilk dersten öğrendiklerini unutmuşken bana hesap sormaya çalışma istersen. Bizim sadakatimiz birbirimize değil yalnızca Everest’e. Şimdi söyle bakalım neden gecenin bu saatinde evimdesin?’
İnatçı ve söylediklerimi onaylamayan bir ifadeyle kısa bir an yüzüme baktı.
-Peki konuya geleceğim ama bir gün ödeşeceğiz öğretmenim bundan şüphen olmasın. Yaşlı adam seni görmek istiyor. Sebebini bende bilmiyorum. Ama oldukça önemli bir görev vereceği kesin. Mümkün olan en kısa sürede seni beklediğini söyledi.’
Şaşkındım. En son beş yıl önce görüştüğüm adam neden birdenbire beni görmek istemişti ki? Kaşlarım istemsizce çatıldığında duyduklarımı sindirmekle meşguldüm. Beni özel olarak görmek isteyecek kadar önemli ne olabilirdi? Fakat yine de bir cevap vermeliydim.
-Emir büyük yerden anlaşılan. Peki yarın orada olacağım.’
Elindeki sigarayı masanın üzerinde söndürdüğünde oturduğu yerden usulca ayaklandı. Boyu beni geçeli çok olmuştu ama bedeninin bu kadar iri olduğunu ilk kez fark ediyordum. Bir süredir omuz ve kol çalıştığı belli oluyordu. Yokluğumda iyi bir şekilde büyüdüğünü görmek güzel hissettirmişti.
-Öyleyse ben artık gideyim. Yarın yerleşkeye de uğrar mısın?’
Bunu söylerken yüzündeki ifade oldukça zavallı görünüyordu. Bu çocuk beni daha ne kadar şaşırtabilirdi? Gerçekten merak etmeye başlamıştım.
-Eğer acil bir durum olmazsa uğrarım tabi. Ama bana bunu neden sordun anlamadım.’
Öne doğru attığı bir kaç uzun adımla aramızdaki mesafeyi giderek açtı. Ve hızını kesmeden sıkıntılı bir nefes vererek konuştu.
-Sen beni ne zaman anladın ki zaten?’
Ne demek istemişti. Aynı dili konuşuyorduk ama onun söylediklerini anlayabilmek iki bilinmeyenli bir denklem gibiydi ve ben onu bir türlü çözemiyordum. Koridorun karalığı onu git gide derinliklerine hapsederken beni rahatlıkla duyabileceği bir ses tonuyla konuştum.
-Bir dahaki gelişinde kapıyı kullanmayı unutma. Bunu diğerlerine de söyle.’
Tags: #ihanet #sevda aksiyon gölge Güven intihar intikam ölüm zor aşk