ttukma

1. Bölüm

Ekim ayının gelmesiyle iyice bastıran yağmurlar yüzünden hayat şartları gün geçtikçe zorlaştı İstanbul’da. İstanbul’da yağmur ya da kar demek felç olmuş trafik nedeniyle cinnet geçirmek demektir. Ne zaman trafik azabı ortasında kalsam, daha küçük bir yerde yaşamanın nasıl olabileceğini hayal eder, lakin şehir hayatı seven serseri mayın kişiliğimi kendime hatırlatır hemen düşüncemden vazgeçerdim. Bu ıstırabı çekecek kadar seviyorum İstanbul’u. Bir akşamüstü çıktığım Beyoğlu’nda içime sinen tarihi kokuyu, tramvayla geçtiğim yolları, alabildiğince ciğerlerime doldurduğum boğazın yosun dolu kokusunu…

Düşüncelerimin ortasında kalmış, hafif çalan müzik eşliğinde kırmızı ışığın yeşile dönmesini sabırla beklerken aniden gelen kurşun sesleri ile ölümle yaşam arasındaki o ince çizgiyi fark etmem sanırım bir on saniyemi falan aldı. Olayın şokuyla ağzımdan kaçan çığlık muhtemelen arabada herhangi biri olsaydı kulağının zarını delebilirdi.

“Allah’ım ne oluyor? Sabahın köründe taranacak kadar kimin kuyruğuna basmış olabilirim?” diye söylenirken kurşun seslerinin bitmesini bekliyor, bir yandan da gaz-fren-debriyaj pedallarının bir yerime girmemesini umut ediyordum. Çünkü zira vurularak ölmezsem, gırtlağıma kaçacak fren pedalı sayesinde ölecektim.

Ne saçmalıyorsun Göknil! Kalk da üstünü başını topla! Kurşun sesleri bitti. Hayır, kimin tavuğuna kış dediysen üç aylık avukatlık hayatında? Kalk, kalk da polisi ara!’

Allah’ın cezası, felaket tellalı iç sesime sövmeyi sonraya erteleyip eteğimi ve daha doğrusu sıkışıp kalmış bedenimi toplayayım derken arabamın kapısı hoyratça açıldı.

‘İnsanlar yardımına koşuyor Göknil! Abartma istersen!’

Kapımın aniden açılmasıyla ağzımdan bir çığlık daha firar ederken, “Gidip öğretmen olaydın bari de sorunsuz sıkıntısız yaşardın” diye kendime söylenmeyi ihmal etmedim.

“Hanımefendi iyi misiniz?” dedi kapımı açan iri yapılı adam. Ölmediysem kafama sıkacak gibiydi davranışları. Ama yinede nezaket kurallarını ihmal etmeyeyim diyordu herhalde içinden! Elindeki silahı görünce gerçekten kafama sıkabilme ihtimalini daha iyi kavradım. Ve ne yazık ki bunu sesime yansıtmaktan geri kalamadım.

“Ben.. Ben.. Siz, siz kimsiniz?” dedim kekeleyerek. İlk çıktığım duruşmamda bile böyle heyecan, panik yaşamamıştım. Çıkan aciz sesimi duyduğumda kendime gün görmemiş küfürlerimi sıraladım içimden.

Hayır, şurada iki dakika sonra öleceksin belki. Hala günaha giriyorsun be Göknil!’

Sağ ol iç sesim. Çok sağ ol iyi oldu hatırlattığın, teşekkür ederim.

“Korkmayın, korkmayın. Size zarar vermeyeceğim. Bakın çapraz ateş arasında kaldınız. İyi misiniz? Çıkın bir bakalım. Yardımcı olmak istiyorum sadece.” diye beni sakinleştirmek istedi yabancı. Ama elindeki silaha çok tezat duruyordu, bu tavrı.

“Koorkkmuyoorum.” Titreyen sesim beni ele vermiyor olabilseydi şayet, söylediğim kelimenin de elle tutulur bir anlamı olabilirdi.

“Belli ablacığım belli.” dedi sıkılmış bir vaziyette karşımdaki adam. “Surat ifaden; çek çenesini koy mezara durumunda. Hadi bırak şu inadı da, in arabadan. Sadece yardım edeceğim.”

“O elinizdeki ile yardım edeceğim, korkma demeniz o kadar ironik ki!” dedim hızlıca kuruyan dudaklarımı yalayarak. “Bakın ben iyiyim. Kimsiniz nesiniz bilmiyorum ama şimdi polisi arayacağım. Gerekli yardımı onlar sağlayacaktır. Teşekkür ederim.” dedim tüm sakinliğimi korumaya çalışarak. Oysaki hiç sakin değildim.

“Levent! Oğlum n’apıyorsun? Araba içindeki ölene üç Kul hüvellâhü bir Elham mı okuyorsun? Gel de, toparlayın şuraları. Gitmemiz lazım. Başlayacağım sizin yapacağınız işe!”

Öldüğüme bir o kadar emin ama bunun zerre umurunda olmadığını belirten, insan olduğundan şüphe duyduğum hatta olmadığına emin olduğum, karizmatik demeye dilimin varmadığı bir ses duydum. Duymamla birlikte beynimde çakan şimşekler sayesinde hızımı alamayıp kendimi arabadan dışarı attım.

Keşke insan gibi çıksaydın Göknil!’

Sizde sağ olun beyefendi.” dedim sinirle yutkunarak. Ellerim iki yanımda yumruk haline geçti. “Çok iyiyim teşekkür ederim. Siz nasılsınız? Beyniniz yerindedir inşallah. Gerçi buradan bakınca, vicdanınızdan vurulmuş gibi duruyorsunuz.” diye höykürerek yolun ortasına kadar gelmiş bulundum sinirle.

Hayır, hiç dilinin ayarı da yok Göknil! Adamların silahı var! Bu neyin havası?’

Arabada sıkışmış bedenimi birden dışarı atmam sonucu, ayağımdaki yüksek topuklu ayakkabılarımın üzerinde durmam zor oldu. Her ne kadar elinde silah olsada, insanlığından ödün vermemeye çalışan, isminin Levent olduğunu öğrendiğim beyefendi kolumdan destekleyerek dengemi sağlamama yardımcı oldu. Sinirle hareket etmem ve üstümü başımı kontrol etmemem ise benim ihmalkârlığımdı. Derin bir nefes alarak bakışlarımı üstüme indirdiğimde, üzerimdeki narçiçeği rengi eteğimin baldırlarıma kadar sıyrıldığını gördüm. Ve panikle eteğimi düzelttim.

Zoruna Göknil! Ben sana arabada üstünü başını topla demiştim.’

Çalışan kadın olmakta ayrı bir dertti! Eteğimi mi düzelteyim yoksa araba içinde hunharca eğilmem sonucu krem rengi İpek bluzumdan gözüken göğüs dekoltemi mi toplayayım şaşırdım.

Sabah bin bir dertle söylenerek ütülediğin ipek bluzun de ütüsü gitti iyi mi Göknil?’

Abi, hanımefendi olayın şokunu atlatamadığı için ikna etmeye çalışıyordum.” dedi ılıman bir tonda Levent isimli beyefendi.

“Belli belli atlatamamış.” dedi Levent’e acele etmesi için direktifler yağdıran şahıs tekrardan. Ses tonundaki kinayeye anlam veremedim ne yazık ki. “Atlatsa arabadan toparlanır öyle inerdi hanımefendi!” diye höyküren insan olmayan sesi tekrardan işitince başımı sesin geldiği yere çevirdim. Çevirmez olaydım.

Çevirmeyip ne yapacaktın Göknil? Adam 10 km öteden belli oluyor maşallah!”

Çevirmem ile birlikte göz izama giren adama bakakaldım. Evet, resmen bakakaldım. Gri yelekli bir takım elbise içerisinde 1.90 boylarında, koyu renk saçları ahenkle dans eden ama insan olamayan varlıklarla her gün karşılaşmıyordum sonuçta. Sanki az önce üstünden kurşunlar geçmiş gibi değildi tavırları. Oldukça sakin bir yapısı vardı ama aynı zamanda da ses tonu oldukça sinirli çıkıyordu. Sakin yapısına anlam veremedim. Silah bir saldırıya her gün uğramıyorsa şayet, bu iş bitirici tavrı oldukça ilginçti.

Konudan saptın Göknil! Geri dön, olayı dağıtma.’

Beyefendi az önce ölüyordum.” Dedim bıkkın bir tavırla. Benim sonuçta her gün üstüme kurşunlar yağmıyordu. Korkmuştum. Panik olmuştum ve bu durumu yadırgamam bir yabancı tarafından garipseniyordu. Garip olan ise benim değil, onun tavırlarıydı. “Üstüme yığınla kurşun yağdı. Öteki tarafta giyime kuşama bakmıyorlarmış pek! Bir dahakine dikkat ederim artık.” Dedim üstüme başıma yaptığı imayı hatırlayarak. Koyun can derdindeydi ama hiç tanımadığım bir kasap et derdine düşmüştü. Cümlem bittikten sonra “Çattık ya!” diyerek başımı savurdum. Muhtemelen aynı anda Levent isimli adamda, bana çattıklarını düşünüyordu. Zira bu anlamsız bakışlarının başka bir anlamı olamazdı. Bana uzaylı görmüş gibi baktığını fark edince kendisine aynı hışımla dönmem kaçınılmaz oldu tabi.

“Sen ne bakıp duruyorsun?” dedim aksi bir tonda ve hız kesmeden devam ettim. “İstemiyorum dedim yardım falan. Anlamıyor musunuz?”

Adamın beynini yaktın Göknil!’

Yanarsa yansın be yanarsa yansın.” dedim fark etmeden. İç sesimle, dış sesim birbirine karışınca tam bir geri zekâlı gibi göründüğümü hissettim.

“Ölmemişsin işte ne bağırıp duruyorsun iki saattir!” dedi ismini bilemediğim, ama ortaya çıktığından beri bağırmaktan başka bir şey yapmayan adam. “Levent hanımefendinin iletişim bilgilerini al, hasarını karşılayın.” Diye Levent beye hitaben devam etti. “Kendisi ile vedalaşın da gidelim artık.” Son cümlesini duyduktan sonra çileden çıktım. Çünkü leydi kişiliğim şaşkındı.

Senin ne zaman leydi bir kişiliğin oldu ki Göknil? Benim niye hiç haberim yok?’

İç sesimin, sesini kesmesi gerekiyordu çünkü olayın şokundan mı yoksa ortamın abukluğundan mıdır bilmem her an patlamaya hazır bir bomba gibiydim ve nereye patlayacağımı kestiremiyordum. Ki patladığım yerin, patladıktan sonra doğru yer olmadığını anlamam da çok uzun sürmedi.

“Arkadaşım hasta mısın?” dedim yüksek bir tonda. “Sabahın köründe arabam taranıyor.” Derken ellerimi sağa sola savurmaya başladım. Arabamı gösterirsem durumun vahametini anlar sandım. “Kim neden yaptıysa bedelini de kendi öder sana ne oluyor? Polisi arıyorum ben. Sizinle yeteri kadar vakit kaybettim zaten.” Dedikten sonra yönümü Levent isimli adama döndüm. “Sende var git yoluna. İletişim bilgilerimi almak için boşuna bahane arama!” Ağzımdan çıkanın kulağımın duymadığı anlara geçiş yapmıştım. Sanırım kurşun seslerinden sağır olmuş olmalıydım zira fütursuzca konuşmalarımın başka bir anlamı olamazdı. Bir hışımla dibimde biten adamla da buna emin olmuş oldum. Barut kokusunun kol gezdiği yerde burnuma kışkırtıcı odunsu koku ile karışan turunçgil kokusu dolmasına anlam veremedim. Evet, erkek parfümleri her zaman ilgimi çok çekmişti. Ama bu kadar yoğun olup da aynı zamanda ferahlatıcı hissini anında insana geçirenini daha önce hiç koklamamıştım.

Adamın parfümü mü dert yani şimdi Göknil?’

“Yürüyen özgüvenin gözlerimi yaşarttı tebrik ederim.” Dedi ukala bir şekilde ele gözlerini kısarak karşımdaki adam. “Polisi falan aramak yok. Hedef sen değildin, bendim.” Dediğinde sesindeki eminlik ruhumu sarstı. Hedef o ise nasıl böyle sakin kalabiliyordu? “Sen sadece yanlış zamanda yanlış yerdeydin. Hem kim neden sana saldırsın ki?” dedi ukala bir tona geçerek. “Yürüyen egon insanları uyuz ediyor diye kimse üstüne kurşun yağdırmaz merak etme! Uğraşmaya değmezsin o kadar!” Diktatör ve ukala ses tonuna mı, yoksa şimşek misali çakan ela gözlerine mi, sinirle kasılan yüz hatlarına mı odaklanayım şaşırdım.


Adamın sesinden kibir aktı şurada iki dakika da Göknil fark ettin mi?’

Sesindeki kibir fark edilmeyecek düzeyde değildi.

“Hah!” dedim sinirle tok gülmeye başlayarak. “Bana diyene bak hele! İnsanları dış görünüşüne göre yargılayan insan müsveddesi!” dediğimde benim sesimdeki kibir, karşımdaki adamın sesindeki kibirden kat be kat yüksekti. “Ben avukat Göknil RONA! Emin ol, muhakkak birilerinin kuyruğuna basmışımdır.” dedim sol kaşımı havalandırarak. “Şimdi ayağımın altından çekil, seninkinede basmayayım.”

Üç aylık yeni bir avukat için fazla iddialı olmadı mı bu Göknil? Hayır, adamların silahı var! Sen dün akşam yatmadan yürek mi yedin anlamıyorum ki! Kibirde ölümüne kapışırsınız ama o senden daha vizyonlu duruyor bilesin.’

“Ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın avukat hanım!” dedi söylediklerimden zerre etkilenmediğini belli ederek. “Eğer burada olanlardan dolayı birilerine bedel ödetebileceğini sanıyorsan, buyur ödet meydan senin.” diyerek e-5’in ortasında iki kolunu yana açtı. “Gidiyoruz Levent! Topla buraları sadece beş dakikan var. Hanımefendi kendi başının çaresine baksın.” deyip arkasını dönerek çekti gitti.

Levent ne olduğunu anlamamış, bir bana bir de her kimse heybetiyle bastığı yeri titreten adama bakarken bir dakikasını kaybetti. Sonra da iyi günler dileyerek öylece çekip gitti.

Ne bekliyordun Göknil? Çaya davet etmelerini mi ?’

Aslında sadece normal insanlar gibi tepki vermelerini bekliyordum. Arkalarından bakakaldığımı fark etmesinler diye hemen toparlanıp arabama koştum. Zira yetişmem gereken bir davam, yetişemediğim için de hesap vermem gereken bir patronum vardı. Saati görmem ile beynimden vurulmuşa dönmem bir olsada önce arabaya atlayıp emniyet şeridine geçtim. Zira yol ortasında yediğimiz küfürler bence şimdilik yeterliydi. Hoş küfredip korna çalmak yerine, direkt polisi arasaydılar en azından işimi kolaylaştırırlardı.

Eli silahlı adamlar yol ortasında dururken, kim polisi aramaya cesaret eder ki Göknil?’

Kim ederdi bilemem ama edebilen olasıydı, bu kadar vakit kaybetmeyeceğimi garanti edebilirdim. Toplumumuz bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın formundan ne zaman çıkar, benim buna ömrüm yeter miydi artık Allah Kerim idi! Alelacele çantamdan telefonumu çıkarıp, Fazıl beyi aradım. Daha çağrı, ikinci çalışta yanıtlandı.

“Neredesin sen Göknil? Saat kaç senin haberin var mı ?” diye olaya bodoslama daldı Fazıl bey. Sana da merhaba canım patronum bugünde ölmedim şükür.

“Fazıl Bey, merhaba.” dedim ses tonumu sabit tutmaya çalışarak. “Günaydınlar efendim. Saatin farkındayım ama işe gelirken bir saldırıya uğradım.”

“Ne? Ne diyorsun? Ne saldırısı? Kim sana neden saldırsın ki ?” diyerek panikle cevabını bilmediğim bir sürü soru yığını sıraladı Fazıl bey.

“İnanın hiç bir fikrim yok Fazıl Bey.” dedim yolda, hareketlenen arabalara bakarak. Derin bir nefes alıp, devam ettim. “Sabah Barbaros Bulvarı sapağına saparken ışıklarda arabam çapraz ateş arasında kaldı. Sanırım olay bana yönelik değildi ama şuan polisleri bekliyorum. Davaya yetişemeyeceğim. Benim yerime siz katılabilir misiniz?” dedim mahcup bir tonda. Mahcup olmamam gerekiyordu çünkü düpedüz mağdurdum. Ama mağduriyet patronlara pek işlemiyordu.

“Tamam, orası dert değil.” dedi beni şaşırtarak Fazıl bey. “Sen nasılsın? Bir şeyin var mı?” Fazıl bey, yine her zamanki gibi ilk sorması gerekeni, en sorup aslında beni şaşırtmadığını da göstermiş bulundu.

“Yok efendim. Sadece arabada hasar var. Bende bir şey yok. İfade işlemleri hallolunca ofise geçerim hemen.” dedim içi rahatlasın diye.

Rapor alıp, almayacağını öğrenmek istedi sanırım Göknil.’

“Tamam, tamam Göknil. Gelince görüşürüz. Dikkat et kendine. Geçmiş olsun.” Fazıl beyin telefonun diğer ucundan verdiği sesli nefese, kendi kendime dudak büktüm.

“Teşekkürler Fazıl Bey. Görüşmek üzere.” diyerek görüşmeyi sonlandırdım.

Sabahın yedisinde evden çıkıp, önce ofise uğrayıp sonra saat 9:30’daki davama yetişmeyi planlıyordum. Ama evdeki hesap, çarşıya uymamıştı. 8’de hiç alakam olmadığı bir silahlı saldırının ortasında kalınca, öğlene kadar tüm vaktimi karakol köşelerinde sürünerek geçirdim.

Acaba bugün ölmediğine mi şükretsen Göknil ha? Ne dersin?’

Stajdı, avukatlıktı derken karakolda çok vakit geçirmiştim. Ama yinede bu şekilde, karakolda vakit geçirmek insana huzursuz hissettiyormuş.

Allah aratmasın da, düşürmesin de Göknil.’

İfade ve arabanın durumunun peşinde koşturmam bittikten sonra kendimi ancak ofise atabildim. Ofise vardığımda ise saat 2’yi bulmuştu. Tüm günümün heba olması sonucu, kendimi dava dosyalarına adadım. Eğer işimi sıkı tutmazsam sonradan bocalayacağımı da, yerimi almak için can atanlara fırsat vereceğimin de farkındaydım. Dosyalar arasında, benliğimi kaybettiğimi telefonum çalınca anladım. Telefonumun ekranında, Yelda’nın ismini görünce, kendi kendime gülerek çağrıyı yanıtladım.

“Göğün en nadide Nil parçası! Ne yapıyorsun bakalım?” dedi Yelda, neşeli bir tonda.

“Çalışıyorum Yelo.” dedim hızlı hızlı önümdeki dosyadan gözlerimi kaldırmadan. “Sen arayana kadar en azından çalışıyordum.” Gözlerimi devirip bir elimi masanın üzerine uzatarak, diğer elimi telefonda sabit bırakıp başımı masaya dayadım.

“Bu saatte ne çalışması kızım ya.” dedi Yelda isyankâr bir tonda. “Saat olmuş akşam 7. Hadi bırak da bir şeyler yapalım kızlarla.”

“Saatin farkına varmamışım kuzu.” dedim masanın üzerindeki elimi enseme çıkararak. Günün stresinden boynum tutulmuştu. “Zor bir gün oldu benim için. Başıma neler geldi tabi senin haberin yok. Hayat size güzel zaten.” dediğimde sesimdeki tüm yaşan enerjisini çekildiğini fark ettim. Masanın üzerinde yüzükoyun, ders sırasında uyuklayan çocuklar gibi durduğum için sesim de boğuk çıkmış, Yelo da ne sesime ne de dediklerime anlam verememişti muhtemelen.

“Ohooo n’oluyor kuzum ya tersinden mi başladın güne?” diyerek alaya aldı Yelda, söylediklerimi. “Ne oldu dava kaybettin de egon mu zedelendi?” Kıkırdayarak konuşması mı yoksa ego kelimesini bugün ikinci kez duymam mı asabımı bozdu bilmiyorum ama rahatsız oluşum ses tonuma yansıdı.

E sende de var biraz Göknil kabul mü etsen acaba?’

Ne egosu ya? Ne egomu gördün de konuşuyorsun kızım?” dedim aksi bir tonda. “Hayret bir şey ya bugün de herkes takılmış benim egoma!” Hırsla kafamı masadan kaldırıp, ensemdeki elimi sinirle saçlarımın arasından geçirip, yüzüme düşen tutamları kulağımın arkasına sıkıştırdım.

“Hayda! Demedim bir şey tamam.” dedi Yelda yatıştırmak istercesine. “Haydi, sen işini topla çık. Ragıp abinin orda buluşalım. Hem kafamızı dağıtırız hem de neler olduğunu anlatırsın. Öpüyorum çok bays” diyerek konuşmama fırsat dahi vermeden, telefonu yüzüme kapattı.

Etrafımda bir tane aklıselim insan yoktu. Ama ben onları böyle seviyordum. Hoş benimde aklımın iş dışında pek yerinde olduğu söylenemezdi. Yelda ile telefonu kapattıktan sonra dosyaları toplayıp, ofiste de en son ben kaldığım için kapıları kilitleyip çıktım. Tabi akşam trafiği de dâhil olunca 4 km’lik yolu 15 dakikada gideceğime 45 dakikada gitmiş oldum. Saat 8 buçuk gibi Ragıp abinin balıkçıya geldiğimde, bizim kadro oturmuş siparişlerini vermişti bile.

“Selam böceklerim. Nasılsınız bakalım?” dedim tüm yorgunluğuma inat gülümseyerek.

“Hoş geldin bebek!” diye hepsinin bağırtıları ile masaya oturdum.

Ragıp Abinin mekânı; bir şey konuşulacaksa, masaya yatırılacaksa ya da kafa dağıtılacaksa geleceğimiz tek adresi idi. Kendimizi evimizde hissetmemizi sağlayan salaş balıkçımız… Yıllardır işlettiği mekânıyla kaç yüreğe dokunduğu sayılamadığı gibi, en az mekânı kadar kendisinide sevdirdiği için üniversite yıllarından itibaren tek sabit uğrak noktamız oldu restoranı. Zira bu masada kaç ilişki gömdük, kaç iş planı yaptık, kaç dert savdık bugüne kadar belli değildi.

“Hoş geldin kızım. Var mı bir istediğin?” diyerek Ragıp abi, geldiğimi gördüğü gibi yanımıza geldi.

“Hoş buldum Ragıp Abi.” dedim kendisine genişçe gülümseyerek. “Kızlar zaten rakıyı söylemiş. Sende bana ne önerirsen onu getir. Zira çok açım. Ve lezzetli balıklarına bugünde muhtacım.” dedikten sonra sesli bir nefes verdim.

“Hemen söylüyorum çocuklara. Hazırlasınlar sana bugünün mahsullerinden.” dedikten sonra şen kahkahasını da esirgemedi Ragıp Abi bizden.

“Olur, abim sağ olasın.” dememle Ragıp abinin gitti. Ve biz birbirinden deli dört manyak göze geldik. Telefonla konuştuğumuzda bir şeyler olduğunu sezen Yelda ,söze balıklama atladı.

Eee yediği balıklara özendiyse Göknil.’

Ee anlat bakalım ne oldu da tersin döndü bugün?” Yelda’nın gözlerini irileştirerek soru sormasına hep gülmüştüm. Ama bu sefer gülemedim.

“Saldırıya uğradım.” deyince ben, araba farı görmüşçesine açılan üç çift göz yüzüme kilitlendi. Ve hasar tespiti yaparcasına beni incelemeye başladı.

“Ne?” diyerek panikle ilk yaygarayı basan Samira oldu.

“Ne diyorsun kızım ne saldırısı?” diye olayın detayını merak eden Eda mikrofonu eline aldı Samira’nın peşi sıra.

“Dava yüzünden mi? Sen iyi misin? Nasıl oldu?” diye anlık şokunu atlattıktan sonra Yelda da aramıza katıldı.

“Tamam, anlatacağım.” dedim sesli bir nefes vererek. Zaten onun için buraya kadar gelmiştim. “Önce bana da rakı koyun. Zira sindirmek için ihtiyacım var sanırım.” Olayın şokunu atlatabilmem ve yaşanmamış sayabilmem için biraz uyuşmaya ihtiyacım vardı.

Rakılar doldu, balıklar yendi. Sabahki olayı anlatmamla artçılara devam etti kızlar.

“Kuzum keşke kabul etseydin ya adamın teklifini.” dedi Yelda, ağzındaki lokmasını yutmaya çalışırken. “Bak hasarını karşılayacakmış sana ne ki? Kiminle ne derdi varsa var. Arabam mahvoldu diyorsun yaptırsaydılar işte.” dedikten sonra bıkkın bir yüz ifadesi ile gözlerimin içine baktı Yelda.

“Yelda sen iyi misin?” dedim aksi bir tonda. “Sabahın köründe çapraz ateşte kalmışım. Ölmediğime şükrettim o anda.” dedikten sonra önümdeki su bardağından bir yudum su içtim. Sabah ki olay aklıma geldikçe tüylerim ürperiyordu. “Ayriyeten avukatım ben. Tamam ya siz işinize bakın, ben kulağımın üstüne yatarım mı deseydim?”

“Peki, araban ne olacak şimdi?” dedi Samira benim söylediğim onca şeye hiç takılmadan.

“Pazartesi servise götüreceğim.” dedim yüzümü buruşturarak. Mal canın yongasıydı sonuçta. “Kasko var ama ne kadarını karşılar bilemiyorum. Muhtemelen suçlular bulununca karşı dava açılıp, para onlardan tedarik edilecek. Ama ne olur tam olarak bilemiyorum şimdilik Samira.” Cümlemi bitirdikten son hayattan bıkmışçasına “Off” diyerek seslice nefesimi bıraktım.

“Geçmiş olsun canım. Sen iyisin ya gerisi önemli değil hallolur.” dedi Eda. Eda’nın sakin ve sonuç odaklı duruşu yıllardır değişmeyen yegane şeydi.

“Sağ ol Eda kuşum.” Dedim Eda gibi ılıman bir ses tonuna geçerek. “Artık bir şekilde hallolacak. Olmadı bu kardeşinize fon açar arabasını yaptırırsınız.” Dedikten sonra sol gözümü kırptım muzipçe. Biraz naz niyazdan kimse ölmezdi sonuçta.

‘Aaa delinin zoruna bak be! Sana arabalar feda olsun göğün en nadide Nil parçası.” dedi Yelda abartıyla.

Bu Yelda seni iyi övüyor ha Göknil. Egon acaba Yelda’dan mı geliyor?’

Günüme ve geceme damga vuran saldırı sonrası masaya Eda’nın uzatmalı sevgilisi Koray’ı, Yelda’nın inişli çıkışlı çapkınlıklarını, Samira’nın açmayı hayal ettiği sergiyi yatırdık. Zira hepimiz bu aralar karışık dönemlerden geçiyorduk. Aynı masada birbirinden farklı dört kadın olarak, nasıl toplandığımızı anlamak dışardan bakıldığında imkânsızdı. Yelda modacılığının hakkını vererek salaş balıkçının ortasında bile moda ikonu olarak oturuyordu. Platin sarısı saçlarını gören görmeyenin gözüne sokuyor, mavi gözleri ile ateş ediyor, muhtemelen bu masada bu kadının ne işi var dedirtiyordu. Eda, masamızın en narin parçası, ailemizin diyetisyeniydi. Bir burada istediği her şeyi yiyen, başka yerlerde ‘Ben hastalarıma örnek olmak zorundayım kızım’ diyerek kendine sahip çıkan çıt kırıldımımız. Siyah saçları, yeşil gözleri ile göz dolduran, bakanı bir daha baktıran ama buna hiç takılmayan çıt kırıldımımız. Zira bu çıt kırıldığımlığı ile o izbandut Koray’a iki senedir nasıl katlanıyor anlayamıyorduk.

Allah peygamber sabrı vermiş demek ki Göknil.’

Muhtemelen öyleydi çünkü bu ilişkini bugünlere gelebilmesi bile mucizeydi. Koray, İstanbul üniversitesinin altını üstüne getiren okulun yegâne playboyu iken Eda’nın ocağına düşünce uslanmak ve uslanmamak arasında kalıp ilişkisini azimle devam ettirmeye çalışan bir haytaydı. Samira. Benimle birlikte hukuk okudu ama aktif avukatlık yapmak yerine hobi diyerek başlayıp kendini ressamlığa adayan orijinal sarışınımızdı. Zira orijinal olmayanımız ise Yelda idi.

Yelda duymasın seni Göknil. Eline verir o kumral saçlarını.’

Verirdi evet ama yalan değildi sonuçta. Zaten bu devirde de platin saç kalmamıştı. Ben hepimizin nasıl bir araya geldiğini anlamaya çalışırken saat epeyce aktı. Kızlar kalkınmaya başladı. Ragıp abiye hesabı ödeyip, iyi akşamlar dileyerek balıkçıdan çıktık. İşten direkt geldiğim için tek arabası olan bendim. Birkaç kurşun yiyerek kaportası çizilmiş olsada, yürürü hala sağlamdı.

“Kuzu sen araba kullanabilecek misin? İstersen bir taksiye atla.” dedikten sonra Yelda, gözlerimden alkol değerimi ölçmek için yüzüme dik dik bakmaya başladı.

“Yok, Yelda.” Dedikten sonra çantamdan arabamın anahtarını çıkarıp, salladım. “Çok içmedim zaten hem evde şurası biliyorsun. 10 dakikaya varmış olurum. Sizi de bırakayım mı?”

“Ben sana ters kalıyorum zaten canım. Sen bizi dert etme. Biz bir taksiye atlar, birlikte gideriz. Ama istersen sende bizle gel. Bırak arabanı burada.” dedi Samira.

“Yok Samira, bırakamam.” Diyerek başımı olumsuz manada iki yana salladım. “Zaten başına gelmedik kalmadı. Birde çalınır falan bir günümü daha karakolda harcayamam.” Elimi sağ kulağıma götürüp, kulak mememi çekip dişime vurdum. Cam, kapı olmadığı için etrafta. Dilimi de ısırmayı ihmal etmedim tabi. Maazallah ne ben ne de arabam, başka badireler kaldıramayabilirdik.

“Kızım senin hayatın karakol, adliye, ofis.” dedi Eda hafifçe gülerek. “Bir gün kendin için harcamışsın karakolda vaktini çok mu?”

“Böylesi hiç zevkli değilmiş Eda, hiç sorma.”

Gülüşmeler arasında kapı önü muhabbeti yaparken, Ragıp abinin mekânına aykırı olarak yanındaki lüks balıkçı restoranının önünde bir hareketlenme oldu. Peş peşe üç araba kapıya yanaştı. Önce kim olduğunu çıkaramasamda, bana bakakalanın sabah elinde silah ile arabamın kapısını açan Levent olduğunu fark ettim.

Fazla mı içtin acaba Göknil? Zira fark etmen için öküzün trene baktığı gibi bakakaldın.’

Levent’in arkasından bir hışımla çıkan bedene kaydı gözlerim. Sabah ki gri takımını, lacivert bir takım elbiseyle değiştirmiş insan olmadığına kanaat getirdiğim bey… Sanki sabah ona silahlı saldırı düzenlememişler gibi akşamına balık yemeğe gelmişti.

Sen de sabah onunla saldırıya uğradın Göknil. Sende balıkçıdan çıkıyorsun. Hatta sen üstünü değiştirme zahmetinde bile bulunmadın.’

O da beni gördü tabii.

Görür tabi Göknil adama hayran budalası gibi bakıyorsun.’

Lacivert takım elbisenin içerisindeki devasa bedeninin yönünü değiştirdi ve üzerimize doğru adımlamaya başladı. Bize doğru gelen adam dolayısı ile dördümüz de araba farı görmüş tavşan misali adama bakakaldık. Hayır, ben neyse de, kızlara ne oluyordu acaba?

“Beni mi takip ediyorsun?” dedi ukala ses tonu, sabahtan akşama hiç değişmemişti.

“Efendim?” dedim hayretle. Ve bu hayret yüz hatlarıma da yansıdı.

“Beni mi takip ediyorsun diyorum?” dedi üstüme bir adım daha atarak.

“Seni ne takip edeceğim ben be!” dedim çirkef bir tonda. Çantamdan sol elimi çekip, Ragıp abinin mekânına doğru savurdum elimi. “Görmüyor musun arkadaşlarımla Ragıp abiden çıkıyorum.”

Adama nerden çıktığına ne Göknil?’

Bir iki saniye duraksayıp önce bana sonra yanımdaki kızlara sonra da dönüp kapıdan bize bakan Ragıp abiye ve mekânına baktı.

“Sen kimsin de, seni takip edeceğim ben?” dedim geçmeyen sinirimle. Adamı gördükçe, sinirimde gerginliğimde katlanıyordu.

“Gerçekten mi?” dedi gülerek. Gözleri bir iki saniyeliğine çatılan kaşlarıma kaydı.

“Ne saçmalıyorsun ya sen?” derken bu sefer sol elimi kendisine doğru savurmuş bulundum. “Ne gerçekten mi? Hayretliksin resmen. Sabah ayrı, akşam ayrı karşıma çıkıp duruyorsun!”

“Gerçekten ben kim miyim?” demesiyle suratındaki şaşkın ifadeye bakakaldım.

“Babamın oğlu olmadığın kesin.” dedim dişlerimi birbirine bastırarak. “Hadi iyi akşamlar. Zira senin yüzünden bir kez daha ulu orta taranasım yok. Canım kıymetli benim.”

Utanmasam söylediğime kırıldı derdim. Baktı, baktı “İyi akşamlar.” deyip çekip gitti.

Hayır, anlamıyorum sen gitmemelerini mi bekliyorsun adamların Göknil?’

“Bu kim kızım?” diyen Yelda’nın sesini duyunca bakışlarım kızlara döndü.

“Sabah ki olayın başrolü kendisi bu şahsiyet Yelo.” dedikten sonra sıkıntılı bir nefes verip, gözlerimi devirdim.

“Ee sen bundan hiç bahsetmedin.” dedi Yelda. Buluştuğumuzdan beri, nasıl tarandığımı beş ayrı pozisyonda anlatmamışım gibi.

“Dedim ya kızım adamın biri ile takıştım diye nasıl bahsetmedim.” dedim gözlerimi irileştirerek. Tam anlamıyla, bu sabaha sınanmak için gözlerimi açmıştım sanki.

“Kim ki bu peki? Bu kadar koruma, bu kadar şaşa?” Meraklılar çoğaldı haliyle. ‘Gel, sende gel Samira!” diye bağırasım geldi. Keşke kim olduğunu bilebilseydim ve cevabını verebilseydim.

“Bilmiyorum Samira.” dedikten sonra omuz silktim. “Zengin züppelerinden biridir kesin. Magazin takip eder görünüyorum sanırım uzaktan. Kendisini tanımadığıma şaşırdığına göre.”

“Maşallah boyu da posu da pek bir yerindeymiş. Analar gerçekten neler doğuruyor be!” dedi Eda olayın diğer yüzüyle ilgilenmeyerek.


“Aman Eda! Allah sahibine bağışlasın. Hoş bu kadar aksiyona sahip edinebilecek bir ömrü olur mu bilemem.” dedikten sonra hızla arabama doğru adımlamaya başladım. Tabi, kızlarda peşimden. Oysaki benimle gelmeyecektiler.

“Çok yakışıklıymış ama.” deyince Yelda, göremesede gözlerimi devirdim.

“Ne yapalım Yelda. Alalım sana istiyorsan.” dedim aksi bir tonda, yüzümü kızlara dönmeden. “Kafanız oldu sanırım sizin. Hadi ben gidiyorum sizde taksiye binip gidin artık.” dedikten sonra kızlara yüzümü döndüm ve azarlar bir tonda devam ettim. “Yeter dedikoducu teyzeler gibi adamı kaynattığınız.” dedim elimi ‘hadi hadi’ dercesine sallayarak.

İnsanları resmen kışladın Göknil, ne hadisi!’

“Aaa delinin zoruna bak! Yemedik adamı al senin olsun.” diyerek Yelda olayı bambaşka bir boyuta taşıdı.

“İstemez Yelda istemez.” dedim kaşlarımı havalandırarak. “Evlerden ırak. Benden uzak, cehenneme direk mümkünse.”

“E iyi o zaman haydi biz kaçar.” dedi mırıltı eşliğinde hepsi.

“Dikkat edin kendinize kızlar. Böbreği kaptırmayın yollarda.” Diyerek gülümsedim. Arabamın kapısını açıp, yüzüme oturttuğum hınzır gülüşümle göz kırptım.

“Asıl sen dikkat et bela mıknatısı seni” dedi Eda imayla ve sanırım Eda haklıydı. Gidip bir ara kendime kurşun döktürmem lazımdı.

Kızlarla vedalaştıktan sonra arabaya atlayıp eve geçtim. Tahmin ettiğim gibi eve varmam sadece 15 dakikamı aldı.

Sen on dakika dememiş miydin Göknil?’

Neyse ne. Bayırda kalsa da evimi seviyordum. Arnavutköy sahilini, denizi uzaktan da olsa gören terasımı, dünyayı verseler değişmezdim. Bir salon, bir mutfak, bir yatak odası ve iki banyodan oluşan, bana oldukça yeten, küçük ama samimi çatı katı evim beni dinlendiren tek yer idi. Giriş kapım direk salona açıldığı için daima sıcak bir havası vardı evimin.

Buna eşyalarında etkisi büyük bence Göknil.’

Evet, fazla eşya sevmiyor ve yalnız yaşadığım için de çok gerek duymuyor oluşumda bana yardımcı oluyordu. Salonda gri bir üçlü koltuk, karşısında pek açmaya tenezzül etmediğim televizyon, terasa bakan cam önünde iki berjer ve ortasında gemi dümeninden sehpam vardı. Birde salonun ortasında bulunan sehpam ile salonum gayet şık ve samimi duruyordu. Ilık bir duşun ardından, kendimi yatağa attım. Aklıma gelen, salonda unuttuğum telefonum ile tekrardan kalkıp salona geçmek durumunda kaldım. Gece gece bir şey dürtmüş olmalıydı ki, Fazıl beyin mesajını gördüm.

Mesajı göreceğineymiş Göknil, telefonunun aklına gelmesi.’

Fazıl Gündoğan 00.59
Göknil, iyi geceler. Bu saatte aramak istemedim. Pazar günü seninle birlikte bir müvekkilimizin Sapanca’daki çiftliğinde kahvaltıya katılmamız gerekiyor. Pazar sabahı seni, saat 6.00’da alırım. İyi tatiller.

Tatil bırakmadıkları gibi bu saatte cevap yazsan dert yazmasan dert idi.

Alıcı: Fazıl Gündoğan 
İyi geceler Fazıl bey. Pazar sabahı görüşmek üzere. Sizede iyi tatiller.

Kafam kazan olmuş, beynimde Fadime’nin düğünü eşliğinde yatağıma doğru yol alırken kızlara pazar günü için benimle plan yapmamalarını ileten bir mesaj yazdım.

Alıcı: Sista’s
Kızlar pazar günü plan yaparsanız beni dâhil etmeyin. Bir müvekkilin kahvaltısına gidecekmişiz Fazıl Bey ile. Ne pazar ama! Haydi çav!

Muhtemelen hepsinin bir tarafında pireler uçuşuyordu ve bu yüzden cevap yazmamışlardı. Benimde bir tarafımda pireler uçmasında bir sakınca görmeyip, kendimi uykunun kollarına bıraktım.

Kıvanç Kavasoğlu

Ümit’le sabah ki saldırının kritiğini yapmış, yemeğimizi yemiş balıkçıdan çıkarken, Levent’in dumur olmuş bir şekilde bir yere odaklandığını gördüm. Her ne kadar bir saldırı mı var yoksa gazeteci mi diye düşünsemde baktığı yere bakmamla benimde dumur olmam bir oldu. O andan itibaren adımlarımı kontrol edemedim ve soluğu avukat olduğunu üstüne basa basa söyleyen hanımın yanında aldım.

“Beni mi takip ediyorsun?” dedim sinirle. Olaya bu kadar bodoslama dalmam hoş karşılanmayacağı kesindi ama dalmış bulundum.

“Efendim?” dedi gözlerini irileştirerek.

“Beni mi takip ediyorsun diyorum?” dedim dişlerimi birbirine bastırarak. Ya gerçekten anlamıyordu ya da anlamamazlığa vurmak işine geliyordu. Zira avukat olup da böyle akıl tutulması yaşamasının başka bir anlamı olamazdı.

“Seni ne takip edeceğim ben?” dedikten sonra elinin birini arkasında kalan mekâna doğru savurdu hışımla. “Görmüyor musun arkadaşlarımla Ragıp abiden çıkıyorum.” dediği anda duraksadım. Ragıp Abi kimdi, arkadaşları kimdi hiç fark etmemiştim. 30 yaşında adamdım. Böyle pervasız davrandığımda görülmemişti. Durup önce ona sonra arkadaşlarına sonra da gözlerim adı Ragıp olduğunu tahmin ettiğim adama ve mekâna takıldı. Acaba sadece bu kadar mıydılar? Yoksa yanlarında erkekler de var mıydı? Bu neden beni ilgilendiriyordu şu anda anlamasamda merak etmiştim. Tekrardan duyduğum o melodimsi ama otoriter sesi ile girdiğim saçma sapan dünyadan çıktım.

“Sen kimsin de seni takip edeceğim ben?” dedi dişlerini birbirine bastırarak. Sesini ne kadar alt desibelde tutsada, kısık sesle bile azarlayabilen bir otoriteye sahipti.

“Gerçekten mi?” dedim kaş çatarak. Gerçekten kim olduğumu bilmiyor muydu?

“Ne saçmalıyorsun ya sen? Ne gerçekten mi? Hayretliksin resmen. Sabah ayrı akşam ayrı karşıma çıkıp duruyorsun!” Bir gün içerisinde karşılaşmamız en az benim kadar onunda sinirine dokunmuştu anlaşılan.

“Gerçekten ben kim miyim?” dedim inanmadığımı belli eden bir tonda. Bu kadın benim kim olduğumu gerçekten nasıl bilemez anlayamadım. Hayır, magazin takip etmesede, bir insan çalıştığı hukuk bürosunun müvekkilleri hakkında da hiç bilgi sahibi olamaz olabilir miydi?

“Babamın oğlu olmadığın kesin. Hadi iyi akşamlar. Zira senin yüzünden bir kez daha ulu orta taranasım yok. Canım kıymetli benim.” dedi burnunu havaya dikerek.

‘Canım kıymetli benim.’ Bu cümle ile daha fazla yanında durmamam gerektiğini fark ettim. Zira canı gerçekten kıymetli olan insanın benimle, yakından uzaktan işi olamazdı. Ağzımın içinden mırıldandığım “İyi akşamlar” cümlesini duyup duymadığını düşünmeden yanından uzaklaştım. Hatta resmen kaçtım bile denilebilir. Ben ki, yaşadığı hayatta birçok şeye göğüs germiş, hiç bir şeyden kaçmamış, korkusuz, gözü kara, beladan ya da tehlikeden sakınmayan Kıvanç Kavasoğlu idim… Bir kadının yanından ‘Canım kıymetli benim’ lafını duyunca koşar adım kaçtım. Zira düşmanlarım görse bana ağzıyla değil başka bir tarafları ile gülerlerdi.

“Abi eve mi gidiyoruz?” diye Levent’in seslenişini duyunca, başımı aşağı yukarı evet dercesine salladım.

“Evet Levent. Eve gidiyoruz.” dedim bezgin bir nefes vererek.

“Tamamdır Abi. Ben çocuklara söylüyorum hemen.” deyince Levent hızlıca, kendimi toparladım.

“Levent!” diye tok bir sesle, hareketlenen Levent’e seslenip kendisini durdurdum.

“Buyur abi.” dedi Levent, emire hazır bir tonda.

“Çocuklardan birine söyle. Göknil hanımın arabasını takip etsinler. Eve sağ salim vardığından emin olup bana haber versinler.” dedim çattığım kaşlarımın altından.

Levent yüzüme birkaç saniye şaşkınca baktı. “Bir şey mi oldu Abi?” dedi şaşkınlığını gizleyemeden.

“Ne olacak Levent? Ne olabilir?” dedim kaşlarımı havalandırarak. “Alkollü alkollü, o kevgire dönmüş arabaya binecek. Başına bir şey gelmesin. Arabası bizim yüzümüzden bu halde sonuçta.”

“Tamam, abi ben çocuklara söylüyorum. Bir araba hanımefendinin peşinden gidiyor o vakit.” dedi Levent, daha fazla sorgulayamayacağının bilincinde bir şekilde.

“Tamam, Levent gitsinler.” diyerek arabaya bindim. Arabaya benimle birlikte binen Ümit’in gözleri soru sorarcasına bakmaya başladı gözlerime. Dayanamadım ve bezgin bir nefes vererek hadi sor dercesine önce sol elimi bir tur havada döndürdüm. “Sor Ümit, sor.”

“Kimdi o kadın amcaoğlu?” dedi Ümit. Meraklı ve muzip bir ses tonuyla.

“Kimse.” diyerek kestirip atmak istedim. Ama nafile idi.

“Nasıl kimse?” dedi Ümit, inanmadığını belli edercesine.

“Sabah ki çatışmada arada kalan kadın.” dedim sesli bir nefes vererek. Bu durumdan hiç haz etmemiştim. Benim yüzümden, bir masumun canının yanabilme ihtimali sıdkımı sıyırıyordu.

“Burada ne işi varmış peki?” dedi Ümit hayretle. Oda, benim gibi aynı gün içerisinde tekrar karşılaşmamıza şaşırmıştı haliyle.

“Ne bileyim oğlum ben. Bende onu sordum. Üstünü bile değiştirmeden koşa koşa Ragıp abisine gelmişmiş.” dediğimde ağzımdan çıkanları çok geç fark ettim.

Ümit önce yüzünü buruşturdu. Ve “Ragıp abi kim amcaoğlu?” diyerek, söylediklerimi anlamadığını belli etti.

“Balıkçı sanırım. Bilmiyorum Ümit. Bir şey bildiğim yok. Sorup durma sende.” dedim kestirip atmak istediğimi belli ederek. Çünkü Ümit uzattıkça, ben saçmalıyordum.

“Tamam, sen nasıl istiyorsan öyle olsun amcaoğlu.” dedi Ümit, arkasına yaslanarak. Şükür ki yanımda, uzatma deyince uzatmayan insanlar mevcuttu.

Araba yol alırken kendimi düşüncelere dalmış buldum. Sabah dikkat etmediğim kadını, akşam tekrar gördüğümde yaşadığım şaşkınlık ama daha çok elektriklenme benliğimi garip bir duyguya sürükledi. Neden etkilenmiştim ki? Sabah ki gibiydi her şey üstelik. Nar çiçeği eteği, ipek dökümlü bluzu, ten rengi stilettoları, kumral beline uzanan saçları, ela gözleri, çiçeksi kokusu.. Çiçeksi kokusuna karışan anason kokusu mu düşürdü onu aklıma yoksa alkolün etkisi ile büyüyüp içime işleyen gözleri mi bilemedim. Bence ben, ne düşündüğümü de bilemeyecek kadar alkollüydüm. Ama tek bildiğim beni tanımıyorsada, öğrenecekti. Cebimden telefonu çıkarıp gerekli yere mesaj atmaya karar verdim.

Alıcı: Fazıl Gündoğan 00.50
Fazıl Bey, pazar sabahı saat 9.00’da sizi Sapanca’da ki çiftliğime, avukatınız Göknil Rona ile birlikte kahvaltıya bekliyorum.

Gönderen: Fazıl Gündoğan 00.52
İyi geceler, Kıvanç Bey. Bir sorun mu var? Sizin dosyalarınız ile İpek Hanım ve Kerim Bey ilgileniyor. Onların gelmesi daha uygun olur. Göknil hanım hem yeni bir arkadaşımız hem de dosyalar hakkında bilgi sahibi değil.

Alıcı: Fazıl Gündoğan 00.54
Hayır, Fazıl Bey. Pazar sabahı, Göknil Hanım ile birlikte sizi kahvaltıya bekliyorum. Bundan sonra kendisi bizim dosyalar ile ilgilenecek. Konu kapanmıştır, iyi geceler.

Gönderen: Fazıl Gündoğan 00.56
Siz nasıl arzu ederseniz efendim. İyi geceler.

Muhtemelen Fazıl Bey şu anda konunun ve saatin absürtlüğünden dolayı ses çıkarmamış olsada, pazar günü bayağı itiraz edecek gibi duruyordu. Müvekkil ben olduğuma göre avukatımı seçmekte, değiştirmekte benim kararım olacağı için sıkıntı yoktu. Umarım yürüyen ego Göknil Hanım, işlerimi batırıp benim başımı belaya sokmazdı.

“Abi geldik.” dedi Levent, körmüşüm gibi.

“İyi geceler Levent. Haydi, git sende dinlen.” Dedim arabadan inmeden.

“İyi geceler amcaoğlu. Ben bizim tarafa geçiyorum. Yarın sabah görüşürüz.” dedi Ümit, yan bahçedekl ailesinin yalısını başıyla işaret ederek.

“Görüşmesek şaşardım Ümit!” dedim gülümseyerek. “Görüşmesek şaşardım. Haydi, iyi geceler.”

Ben yalıya doğru yol alırken, Ümit kendi yalılarına doğru patika yoldan yol almış, Levent ve diğer çocuklar da müştemilata ilerlemişti. Korumalara bir baş selamı verip kapıyı açtım. Ne gariptir ki kocaman bir yalıda yalnız yaşamak. Niye bu eve geldiğim hakkında bile bir fikrim olmuyordu çoğu zaman. Çocukluğumu özlediğim için mi? Yalnızlığımı dibine kadar hissettiğim için mi yoksa annemle babam geldiğinde eski günleri yâd edebildiğimiz için midir bilmem, hiç başka bir eve çıkma gereksiniminde bulunmadım. Ah babamın yıllar sonra gelen politika hevesi olmasaydıda, şimdi burada olsalardı. Cimcime Kübra, yurt dışı hevesinden kurtulsaydı da ‘Abiciiim hoş geldin’ diye boynuma atlıyor olsaydı şimdi. Sanırım yaşım ilerledikçe yalnızlık gözüme batıyordu. Daha da dayanılmaz oluyordu. İnsan sol tarafında da, yatağının diğer ucunda da birini görsün istiyordu. Her sabah uyandığında, her akşam yattığında bir nefes duysun istiyordu yanında. Üst kata çıkıp odama geçtim. Yalının yaşının ve tarihinin aksine modern tarzda döşenmiş odam, zamanın hızla aktığını hatırlatıyordu hep bana ve bu yatakta artık yalnız uyuyup uyanmak canımı sıkmaya başlamıştı. Düşündüm. Öylece yatağa bakarak, düşündüm. Para, pul, şan, şöhret, itibar ne ararsan vardı hayatımda ama sevgi dilenebileceğim kimse yoktu bir tek. Bu konulara gecenin bu saatinde bu kadar takılmamım nedeni bugün iki kez karşılaştığım kadın olabilir miydi? Saçmalıyordum. Canının kıymetini bilen bir insanın benim yanımda nefes alabilmesi mümkün müydü ki? Daha fazla saçmalamayı bırakıp, üstümü çıkarıp kendimi önce duşa sonrada soğuk yatağa rağmen sıcak olan uykunun kollarına bıraktım. Bir geceyi daha yalnız, yapayalnız kapatmış oldum.

Göknil RONA 06.10.2019 Pazar / 05.00

Telefonumun kulak delici, alarm sesiyle bedenimi güzel yatağımdan el mecbur kazıdım. Yataktan “Allah’ım al canımı!” söylemlerimle kalktım. Hafta içi yetmiyormuş gibi, Pazar sabahı da erkenden kalkmak çalışan bir insan için Çin işkencesinden farklı değildi. Çok sevgili patronumu ve ismini bile bilmediğim müvekkilimi sabahın köründe saygıyla anarak, duşa ilerledim. Ilık bir duş aldıktan sonra adımlarım mutfağıma yöneldi. Yıllardır, nerede yaşarsam yaşayım değişmeyen bir huyum vardı. Uyandığım gibi kendime bir Türk kahvesi yapardım. Ve bu eve taşındıktan sonra kahvem ile sigaramı hava şartı ne olursa olsun, terasımda içmeye başladım. Kahvemi içip, ayıldığıma emin olduktan sonra doğru odama ilerledim. Dolabımdan bol paça kesimli, belden oturtmalı haki yeşili bir pantolon, üzerine de krem kruvaze yaka ince bir triko çıkarıp, giydim. Zira kahvaltıya giderken kalem etek giymek adabım değildi. Oturup saçlarımı düzleştirip bir pazar kahvaltısına uygun hafif pastel tonlarındaki makyajımı yapıp, şeftali rengi açık bir ruj sürerek odamdan çıktım. Portmantodan, bilekten taba botlarımı çıkarıp ayağıma geçirdim. Üstüme siyah deri bir ceket giydim ve taba çantamı da koluma takıp telefonuma ilerledim. Saat 6’ya 5 vardı ve ben patronumu birazcık tanıdıysam kapıya varmış olmalıydı! Çantama telefonumu ve anahtarımı atıp apartman önüne indiğimde Fazıl Beyin kapıya yanaşmak üzere olduğunu gördüm.

Patronunu iyi tanımışsın Göknil. Benden sana tam not!’

İç sesimin benden önce uyanabiliyor olmasına sonra şaşırmaya karar verip, Fazıl Beyi bekletmemek adına arabaya ilerledim. Kapıyı açıp araca bindim.

“Günaydın Fazıl Bey. Nasılsınız?” dedim sabit bir tonda.

“Günaydın Göknil. İyiyim teşekkürler sen nasılsın?” dediğinde Fazıl bey, Pazar sabahı yollara dökülmekten benden daha hoşnutsuz olduğunu da anladım.

“Teşekkür ederim. İyiyim sağ olun.” dedim ama cümlemi bitirdiğim gibi Fazıl bey soru yağmuruna başladı.

“Göknil, Kıvanç Bey’i tanıyor musun?” dedi ve duraksadı. “Kıvanç Kavasoğlu?”

“Hayır, Fazıl Bey. Tanımam mı gerekiyor?” dedim şaşkın bir vaziyette. Evde, her ne kadar ayıldığımı zannetmiş olsamda Fazıl beyin soruları yüzünden ayılamadığımı düşünmeye başlamıştım.

“Kavasoğlu holding yönetim kurulu başkanı. Aynı zamanda da Kavasoğlu holdingin tek varisi.” dedi yoldaki gözlerini anlık bana çevirerek Fazıl bey. Söylediklerinin bende bir etki etmediğini fark edince devam etti. “Politikacı Kazım Kavasoğlu’nun oğlu aynı zamanda da.” dediğinde dudak büktüm çocukça. Çünkü söyledikleri zihnimde hiçbir kapıyı açmıyordu.

“Daha önce hiç duymamıştım isimlerini Fazıl Bey. Bilmem gereken bir şey mi var acaba?” dedim mahcupça ensemi kaşıyarak.

“Aynı zamanda bizim hukuk bürosunun müvekkili Kıvanç Bey.” dedi Fazıl bey anla artık dercesine. Ama bizim hukuk bürosundaki her müvekkilin çetelesini tutmam gerektiğini bilmiyordum daha önceleri. “Kavasoğlu holdingin ve Kıvanç Bey’in diğer özel işlerinin avukatlığını da biz yapıyoruz. Dosyaları ile İpek ve Kerim ilgileniyor.”

“Peki, ben bu konunun neresindeyim?” dedim dan diye. Ardından hafifçe öksürerek cümlemi toparlamaya çalıştım çekingen bir tonda. “Yani İpek ve Kerim dosyalar ile ilgileniyorsa onlar da gelecekler mi? İpek ve Kerim ile birlikte mi çalışmamı istiyorsunuz?” dedikten sonra bezgin bir nefes verdim. İpek ile anlaşamayan kedi ve köpek gibiydik.

“Hayır, ben bir şey istemiyorum Göknil. O yüzden sana soruyorum.” deyince Fazıl bey yerimde huzursuzca kıpırdandım.

“Anlamıyorum Fazıl Bey, kusura bakmayın.” dedim içime kaçan ses tonumla.

“Kıvanç Bey cuma gecesi.” dedi ve duraksayıp bana yandan bir bakış attı. “ Yani gece yarısından sonra pazar günü avukatınız Göknil Hanım ile birlikte sizi kahvaltıya bekliyorum dedi. Bende kendisine İpek ve Kerim’in dosyaları ile ilgilendiğini, onların gelmesinin daha sağlıklı olduğunu söyledim ama kabul etmedi. O yüzden tanışıyor musunuz diyorum.”

Fazıl bey, cümlesini tamamladığında birkaç saniye boş boş yüzüne baktım. Hayretle açılan çenemi hızla kapattım. “Hayır, efendim Kıvanç Bey ile tanışmıyorum. Şahsen ben kendisini tanımıyorum. Ama gidince anlarız nasılsa.”


“Öyle olsun bakalım.” dedi Fazıl Bey başını iki yana sallayarak.

Fazıl beyin imalı bakışları ve cümlelerinden sonra beynim ambale olabildiği kadar olduğu için düşünmeyi kenara bıraktım. Utanmasa bana ‘Kime torpil yaptırıyorsun?’ diyecekti az daha.

Öyle dedi say sen Göknil, imanın kralını yaptı sonuçta.’

İlgim olmayan bir şey için daha fazla kendimi kurmayı bırakıp, yola odaklandım kendim kullanıyormuş gibi. Sabahın 6’sında yola çıktık, ne olur ne olmaz bir çift göz fazladan yola baksa zarar çıkarmaz diyerek yolu izledim. Biraz dura kalka, biraz da yavaş yavaş derken Sapanca Maşukiye’de, Fazıl Bey’in anladığım kadarı ile ezbere bildiği bir konuma geldik. Önünde durduğumuz iki kapılı, kale kapısı görünümünde olan siyah kapılar açıldı ve arabayla içeri girdik. Muhteşem bir doğa manzarası, boydan boya çimenler, etrafı meyve ağaçları ve çiçeklerle çevrili koca bir bahçe içinde buldum kendimi arabadan iner inmez. Yaklaşık 6 metre uzunluğunda bir havuz, aylardan Ekim olmasına rağmen üstünde tek bir yaprak, çer-çöp olmamasıyla ilgimi çeken ilk yapıt oldu. Fazıl Bey’in arabayı park etmesiyle ve yanımıza gelen koruma ile çiftlik evinin kapısına yöneldik. Anladığım kadarıyla geldiğimiz müvekkil gerçekten önemli bir şahsiyetti ki, bu kadar korumaya sahipti.

Kapıyı henüz 30’lu yaşlarının başında bir hanımefendi açtı. Üstüne başına bakınca, ev işleri ile ilgilen kişi olduğunu anlamam da zor olmadı.

Saçlarını ensesinde toplamış olan kadın güleç yüzüyle bizlere gülümsedi. “Hoş geldiniz efendim. Kıvanç Bey sizi kış bahçesinde bekliyor.” dedi başıyla arkasında kalan koridoru işaret ederek.

Fazıl Bey “Hoş bulduk.” deyip bodoslama ilerlerken, bende sıcak bir gülümseme ile “Merhaba” dedim. Bu şekilde çalışanlara alışık olmadığım için davranışlarımda tutukluk yaşıyor, nasıl davranacağımı kestiremiyordum.

Önce geniş bir salonda buldum kendimi. Devasa bir yemek masası solumda kalırken, sağ tarafımda deri koltuk takımı, berjerlerin arkasında da bir şömine vardı. Havuzu gören yere kadar camlar, güzel tablolar doldurdu göz izamı. Ben eşyaları incelemeye koyulacakken kapıyı açan hanımefendi “Bu taraftan lütfen.” diyerek bizi soldaki koridora doğru yönlendirdi. Koridorun sonunda kış bahçesi diye adlandırılan alanı gördüm. Camekânlar ile kapatılmış bir veranda, yine devasa bir yemek masası. Köşede bir şömine, şöminenin tam önünde küçük bir oturma grubu ve bir hayvan postu! İçimden ilk geçirdiğim, hayvan postunun suni olmasıydı.

Evet, zenginler de suni post kullanır Göknil! İlahi sen !’

Zengin olmaları demek hayvanların katliamına ortak olabilirler demek değildi sonuçta. İnsanlığın, para ve statü ile ölçüldüğünü düşünenlerden değildim ben. Yerde duran posttan öylece kafamı kaldırdığımda şömineye odun atan adamı görmem bir oldu. Vücudunu saran lacivert bir gömlek, siyah bir kot pantolon giyerek heykelmiş gibi duran bir adam. Fazıl Bey’in boğazını temizlemesi ile adamı incelemeyi bırakıp Fazıl Bey’e kafamı çevirdim.

“Merhaba Kıvanç Bey. Hayırlı sabahlar efendim.” dedi Fazıl Bey, resmiyet dolu bir ses tonuyla.

“Hoş geldiniz Fazıl Bey. Siz de hoş geldiniz Göknil Hanım.” dediğinde geldiğimiz müvekkil önce Fazıl Beye bakan gözlerim kısıldı.

Ağırca yutkunarak, adımı zikreden beyefendiye dönmem ve dönüp kalmam bir oldu. Fazıl Bey ile tokalaşan insan olmadığına emin olduğum şahsiyet, yüzündeki şahane gülüşü ile bana döndüğünde kalbim tekledi. Bu faka bastığım için mi yoksa buradan nasıl sıyrılırım bilemediğim için mi oldu, bilemesem de sesiyle o andan sıyrıldım.

“Ben Kıvanç Kavasoğlu.” dedi dudağının solunu yukarıya doğru kaldırarak.  “Tekrardan hoş geldiniz. Tanıştığıma memnun oldum.” dedikten sonra kendisini kasmayı bırakarak genişçe gülümsedi.

Kıvanç Kavasoğlu… İki gün önce kendisi ile silahlı çatışmaya karıştığım, arkasından terslendiğim, akşamına diklendiğim Kıvanç Kavasoğlu…

Adam sana ‘Gerçekten mi beni tanımıyorsun? ‘ diye boşuna diklenmemiş Göknil! Yan bastın tebrikler.”

Baktım, baktım ben Kıvanç Kavasoğlu’na bakarken muhtemelen patronum benim duraksamama baktı. Gözlerimin birebir aynısı olan gözleri ile gözlerimin en içine bakan adamın göz kırpmasıyla şokumu atlatıp, hafifçe boğazımı temizledim. Ve konuşmaya gayret ettim. Evet, resmen gayret ettim. Çünkü şoklanmış bir vaziyetteydim.

“Hoş buldum.” dedim zar zor çıkan seslimle. Ve bana doğru uzattığı eline, elimi bırakırken devam ettim. “Göknil Rona. Tanıştığıma memnun oldum.”

Yüzünde sabit gülümsemesi ile elimi sıkarken, muhtemelen yaşadığım şoktan dolayı benim suratım mosmordu. Tanıştığıma da pek memnun durmadığıma emindim. Ve Fazıl Bey kesinlikle beni getirdiğine bin pişman olmuştu.

Oyun mu istiyorsun Kıvanç Kavasoğlu? O zaman dans!

Tags:

Paylaş
2 Yorum
  1. Yazar
    Gökçen Koçan 3 sene önce

    Merhabalar, hikaye devam edecek. Sadece tutulma başka bir platformda final vermek üzere olduğu için onu bekliyorum.

  2. Nur. 3 sene önce

    Devam etmeyecek misin

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account