IMG-20211008-WA0032

5. BÖLÜM???TÖREN???

Sevdiğin insanın acısı tatlı olur mu, oluyor işte. Ben senin acını bile sevdim.

#benerguvan

HAMZA’ DAN

Ayaklarım her adımda yüreğime basıyor. Bastıkça acısı bedenimi yakıyor. Dağların çamuru gibi değil ki bastığım yerler beni anlasın, benimle bütünleşsin. Taş gibi yüreğimle geldim kalabalığın içinde yanlız kaldığım şehir…

Ben geldim.

Elimdeki çantaları sol elime birleştirip üçüncü zile bastım. Bir dakika sonra açılan megafondan gelen sese cevap verdim.

“Kim o?”

“Benim Hamza.”

Sezsizliğin ardından kapının otomatı açılınca binaya girdim ve asansöre yöneldim. Çıktığım beşinci katta, asansörün tam karşındaki açık kapıdan dolu gözlerle bana bakan kardeş bildiğim Kübra’ya yaklaşırken bacağının yan tarafından annesini ittirerek görüş açıma Hafsa girdi. Can dostum , ilk şehit arkadaşım Bora’nın emaneti Hafsa.

Kara gözlerini büyüterek ince sesiyle bağırır gibi “Hamza amca!” Diyerek kollarını bana doğru kaldırdı.

Elimdeki poşetleri Kübra’ya uzatarak Hafsa’yı kucağıma aldım.

“Prensesim, çok özledim seni amcasının güzeli.” Diyerek kollarımda minik kalan bedenine sarıldım.

Bir elimle gözlerini kapatan siyah saçlarını geri atarak yanaklarından öptüm.

Minik kollarıyla boynuma sarılıp başını omzuma koydu. Orası hep onunmuş, özlemiş gibi.

“Ben de seni özledim Hamza amca!” Amca! Sen geldin ya babamda gelecek mi?”

Dilim lal oldu, kollarım felç. Hafsa’yı kucağımdan düşürmemek için kalan bütün gücümle sıktım.

Gözleriyle benden umut bekleyen masum bir meleğe ‘evet, gelecek ‘ demeyi herkesten çok ben isterdim.

“Annecim Hamza amcan sana neler almış bakmak ister misin?” Diyerek titreyen sesiyle araya giren Kübra kızını kucağımdan aldı. Eskiden onlara her gittiğim de muhakkak bir şey aldığımı bildiği için ikimizi de kurtarma yolunu seçmişti.

Benden beklediği cevabı alamayan minik kara gözleri, hüzünle birlikte poşetleri umursamadan içeriye gitti.

Gözünden süzülen tek damla yaşı önemsemeden kenara çekildi Kübra.

“Kapıda kaldın, içeriye buyur Hamza!”

Spor ayakkabılarımı çıkarıp içeriye girdim ve Kübra’nın gösterdiği salona geçip koltuğa oturdum. Elindeki poşetleri berjerin üstüne bırakarak karşımdaki koltuğa oturan Kübra manalı şekilde başını salladı.

“Halimiz böyle Hamza. Eski tanıdıklardan kimi görse babasını soruyor. Anlattık, aslında anladı ama çocuk yüreği umut etmekten vazgeçmiyor.”

“Otuz iki yaşındayım, sekiz yıldır askerim bazen bana bile yaşadıklarım rüya gibi geliyor. Uyanacağım, her şey eskisi gibi olacak sanıyorum.”

“Bir de bana sor! Sen nasıl oldun, bacağın ne durumda?” Diyerek konuyu değiştirdi Kübra.

“Bu günümüze şükürler olsun. Mesleğime geri dönebilmek için yeterli oldu. Ama arazi ve ağır operasyonlar yasaklanınca orada kalamadım. Batıya tayinim çıktı, size uğramadan gitmek istemedim.”

“Tayinin çıktı ise Ayşe nerede?”

Alaycı bir gülüş çıktı dudaklarımdan.

“Ayşe ile boşandık. O Tunceli de.” Küçük bir şaşırma ifadesi görsemde o da az çok biliyordu Ayşe ile ilişkimizin durumunu. Kadınlar hissediyordu vesselam.

“Senin için daha hayırlı olacağına eminim Hamza.”
Kapıdan sessizce içeriye giren Hafsa’ya kaydı bakışlarımız .

Bize hiç bir tepki vermeden usulca poşetlerin yanına gitti ve birini açtı.

İçindekini görünce aceleyle poşetten çıkarıp annesinin yanına gitti.

“Anne Hamza amcam bana makyaj almış, bak!” Dedi.

“Çok güzelmiş, bence teşekkür etmelisin.” Diyerek kızının saçını sevdi.
Hafsa bana bakıp başını hayır anlamında sallayarak diğer poşetin yanına gitti.

Babanı sana geri getiremedim için bana kırıldın mı meleğim. Bende kendime kırgınım, sen nasıl olmayasın ki!

******

Otobüsten inerek etrafıma bakındım. Esen soğuk rüzgarın karşılaması yüzümü gülümsetti. Sıcak bir karşılama ile kimseyi beklemiyordum ki zaten. Bagajdan aldığım iki büyük valizimle taksi durağına doğru yürüdüm. Bütün varım yoğum, on yıllık evlilik hayatımı, otuz iki yıllık yaşantımı temsil eden iki valizdi.

Eğer ki bir gün şehitlik nasip olursa benden geriye iki çantadan başka kalacak ne vardı! Bayrağa sarılı tabutumu toprağa, iki çantamı abime teslim edecekler. Ben canımı yoluna feda ettiğim toprağa kavurşurken abime bir ömür boyu hatırlayacağı çok az sayıda anılar kalacak.

Bugün 4 Nisan Perşembe.

Burası benim ikinci hayatım olacak diyebilirim. Valizleri bagaja koyan taksi şoförü genç yerine oturup aynadan bana baktı.

“Hoşgeldin abi, nereye?”

“Askerlik Şubesine abisi.”

“Asker misin abi?” Derken arabayı çalıştırıp ilerlemeye başladı.

“Evet”

“Tekrar hoşgeldin o zaman.”

“Sağ ol. İnşallah iyi gelir.”

Bir süre aynadan bana bakarak gülümsedi.

“Canın sıkılınca deniz kenarına in. Karadeniz insanı derdini ona anlatır. Duyduğu hüzünlerdendir onun hırçınlığı. Sorsan Karadeniz hırçındır. Karşımızdaki sadece koca bir deniz değil. Üzüntüleri ülkelerin kıyısına vuran bir dert deryası. Kimleri dinlemedi ki, seni de dinler.”

Başımı sağa çevirerek sert dalgaların sesini duyduğum Karadeniz’e baktım.

“Geldik abi, kartımı vereyim istediğin zaman arayabilirsin.” Diyerek kartını uzatan gencin elinden kartını alıp cebime koydum.

“Deniz insanı olduğun belli, müşteriye iyi olta atıyorsun.” Dediğimde güldü.

“Ekmek parası be abi.”

“Kolay gelsin.” Diyerek taksimetrede yazan parayı verip arabadan indim.

Giden taksiden sonra karşıya geçerek şubenin nöbetçi kulesinin önünde durdum.
Cebimden askeri kartımı çıkartıp nöbetçi askere gösterdim.

“Hoşgeldiniz Yüzbaşım. “

“Hoşbulduk asker. Albay ile görüşmem lazım.” Diyerek önümden giden askeri takip ettim.

Valizlerimi bina girişindeki askerin yanına bırakarak yukarı çıktık. Odasında olmayan Albayı beklemek için koridorun sonuna doğru cam kenarına gittim. Manzara muhteşemdi. İnsanın içine ferahlık veriyor. Burayı düşündüğümden fazla seveceğim galiba.

“Yüzbaşı!” Diyerek sert bir sesle adımın seslenildiği yere baktım. Hızla yanına giderek selam verdim.

“Yüzbaşı Hamza Zeyrek! Emredin komutanım.”

“Albay Hakan Çiftçi. Hoşgeldin Yüzbaşım.”

Odaya girerek oldukça resmi bir kaç sorudan sonra ev bulana kadar misafirhanede kalmak istediğimi söyledim. Lojman hakkım olsada yüz yirmi metre kare evde tek başıma durmak istemediğim için küçük bir ev tutmak istediğimi söyledim.

Resmi işlemler yapılınca odama çıkarak valizlerimi yerleştirdim. Çok yakından gelen akşam ezanı sesiyle birlikte cama doğru yöneldim.

Perdenin ardına saklanmış Karadeniz ayaklarının altında, yemyeşil bir doğayla birlikte sahile ışık saçan muhteşem camii. Gün batımı siyah bulutların arasından
yer bulmaya çalışırken bile göz alıcı derecede güzel.

Senin yanına gelerek önce yüreğimin taşlarını boşaltacağım. Sana söz Karadeniz mutlu olacağım ve o zaman da ilk sana anlatacağım. Akşam namazımı kılarak eşyalarımı yerleştirdim. Yol yorgunu olsamda içimdeki heyecana uyfum ve askeriyeden çıktım. Biraz yokuş aşağıya inerek sahile doğru yürüdüm ve caminin önünde durdum.

Bu caminin şekli diğer camiler gibi değildi. Sanki kıl çadırını anımsatıyor ama betondan yapılmıştı. Etrafında yaşlısı genci cemaat oturmuş soğuk sayılabilecek havaya rağmen muhabbet ediyorlardı. Şimdiden İçim ısınmıştı. Yan maslara selam verip küçük ahşap masanın taburesine oturdum.

Yan masaya gelen gençten çay istedim. Sanırım bu mekanın mudavimlerinden olacaktım. Bir bardak çayımı etrafı izleyerek içerken yatsı ezanı okumaya başladı. Ücretini ödeyerek kalktım ve camiye girdim. Allahın evi güzel olmaz muhteşem olurdu değil mi!

İçerisi bambaşka güzellikte yapılmıştı. İçimi kaplayan huzurla safa girdim ve namazımı kıldım. Camiden dışarı çıkınca denizin sesini duydum. Sanki özellikle gelde tanışalım diyordu bana. Yolun karşısına geçerek küçük bir meydandan sonra kayalıklara vuran dalgalara selam verdim.

Ben geldim Karadeniz. Memleketimde olmasa da burada seninle birlikteyiz yine. Ben dağları çok severim ama senide seviyorum . Ve senin sesini, rengini, hırçınlığını özlemişim, hemde çok özlemişim. Denize karşı koyulmuş banklardan birine oturdum ve iyot kokusunu derince burnuma çektim. Ciğerlerim tazelenmişti sanki. Yanımdan geçen iki gencin gülüşmelerini duyunca aklıma lise yıllarım geldi. Bende gülümsedim. Abim Ömer’le Rize’de okulun son bir saati okuldan kaçarak denize gitmiştik.

Yetiştirme yurduna geç kalınca müdür beyden güzelde bir azar işitmiştik. Abim yine öne atılmış kaçma fikrinin ondan çıktığını söylemişti. Müdür Ali
bey abimin sakinliğini iyi bildiği için tekrar kızamamış ama söylediği cümle beni duygulandırmıştı.

“Karadeniz bu şakası olmaz! Ya size bir şey olsaydı, biz nasıl hesap verirdik!” Dedi abimin gözlerinin içine bakarak. Abim bir müddet susup başını kaldırdı.

“Sizin hesap vereceğiniz bir anne babamız yok Ali bey. ” demesiyle abimin sesindeki titremeyi farkeden müdür sözünü kesti.

“Sizin başınızda anne babanız yok ama hiç başınızdan eksilmeyecek bir devletiniz var. Biz sizin kılınıza zarar gelse onlara hesap veririz evlat. Bir daha olmayacak değil mi Ömer! Değil mi Hamza!”

Biraz gönlümüzü almak, birazda ders vermek amacıyla ve tonuyla söylediği kelimeler tam amacına ulaşmıştı.

“Söz Müdürüm!” Diyerek odadan çıktık abimle. Elimizde poşette ıslak şortlarımızın deniz kokan kokusuyla yatakhaneye yürüdük. Sessizce ve başımız önde.

Evet bizim başımızda uğruna canını feda etmekten çekinmediğim devletim vardı. Şimdi düşünüyorum da yıllarca bize ve sayısı hiçte azımsanmayacak kadar olan nice öksüz ve yetim olan çocuğa bakan devletime benim ödenecek borcum vardı. Benim canımı koruyan devletime ancak canımla borcumu ödeyebilirdim.

Kurşun kadar ağır gelen anılar yine can evimden yaraladı beni. Her hatırıma geldiğinde olduğu gibi. Esmeye başlayan yılların soğuk rüzgarının içimi titretmesine izin vermek istemesemde amacına ulaşmıştı.

Yavaşça yerimden kalkarken üşüyen ellerimi montumun ceplerine soktum ve askeriyenin yolunu tuttum.

Sokaklar kalabalık sayılabilirdi. Yazın burasının çok kalabalık olduğuna adım kadar eminim.

Aklımı çevreyi tanımaya vererek daha fazla canımı yakmasını engellemeye devam ettim.

“Karadeniz ben buraya yeni başlangıçlar yapmaya geldim. Dalgalarınla acılarımı yüzüme vurma.”

Üstüme pijamalarımı giyerek odamın ışığını kapattım. Camın önüne giderek tülü açtım. Sessizliğe bürünmüş sokakların güzelliği başkaydı. Tülü açık bırakarak yatağıma yattım.

“Ya rabbim; sen bana her şeyin hayırlısını ver, hayırlı insanlarla karşılaştır. Benim için burayı hayırlı mekan eyle. Canımız sana emanet.”

Uzun zamandır huzurla uykuya gitmeyi özlemiştim ve özlemim bu gece son buldu.

Oldukça net olan sabah ezanının sesiyle açtım gözlerimi. Hızla kalkıp abdest aldım. Camdan rahatça görebildiğim camiye bakarak sabah namazını kıldım.

Duamı edip oturduğum yerden kalktım ve camı çok az açarak seher havasının, kuş sesleriyle yarışan denizin sesinin içeriye mesafir ettim. Tekrar yatağa girerek yorganı kol altıma kadar çekip yarım uykuya gittim.

Dışarıdan gelen askerlerin sesleriyle açtım gözlerimi. Spor sahasında sabah içtiması vardı. Aslında Şubedeki görev arkadaşlarımla tanışmak istiyordum fakat bunu resmi kıyafetim giyerek pazartesi gününe bıraktım.

Üstüme koyu mavi balıkçı kazak ve kot pantolonumu giyerek pijamalarımı katlayıp dolabıma koydum. Çocukluğumdan beri hep düzenli çocuk olmuştum. Sanırım bunun en büyük etkeni yetimhanede büyümek olmuştu. Bizim arkamızı toplayacak, nazımızı çekecek annemiz yoktu. Yatağımı toplayıp telefonumu ve montumu elime aldım ve çarşıya doğru yürümeye başladım. Çevredeki bazı dükkanlar açılmış bazıları yeni açılıyordu. Kahvaltı yapabileceğim küçük bir börekçi bularak çay ile kahvaltımı yaptım. Bismillah diyerek ev bulmak için emlakçı aramaya başladım. İlk bulduğum emlakçıda gösterdiği kiralık daireler bana göre büyük geldiği için beğenmedim. Burada yazın turistik amaçlı apart daireleri çok olsada, istemedim. Normal daire yapısı olarak yine de metre karesi büyüktü. Girdiğim ikinci emlakçıya selam verip masanın önündeki koltuğa oturdum. Benden bir kaç yaş büyük emlakçıya nasıl bir ev aradığımı anlattım. Ve ilk olarak bir şey daha ekledim.

” Benim için yeni eski farketmez, hatta daha sakin mahallede olan eski olan evde olabilir.” Dediğimde adının Erhan olduğunu öğrendiğim emlakçı elindeki kiralık dairelerin kağıtlarını incelemeye başladı. Başını olumsuzca sallayarak kağıtları masanın kenarına bıraktı.

“Komutanım elimde istediğiniz gibi bir ev yok maalesef. Size yardımcı olmayı isterdim. İsterseniz mahallelere çıkıp dolaşın. Ev sahibinden verilen bir ev denk gelebilir bellkiii durun aklıma bir ev geldi. Bir kaç dakika izin verin.” Diyerek telefonunu eline aldı. Birisini aradı. Cevap alamadığı için tam kapatacağı sırada yaşlı bir kadın sesini duyduğum telefonu tekrar kulağına götürdü.

” Aysel teyzem ben Erhan. Nasılsın? “

……..

“Iyiyim teyze sana bir şey soracam. Hani senin yeğenlerin evi vardı ya senin evin yan tarafında ki orayı kiraya verdiniz mi?”

……

“Aysel teyze bir asker kardeşimiz var, sizinki gibi küçük bir ev arıyor. Eski olması önemli değil dedi. Evi bir göstersek ikiniz konuşsanız anlaşırsanız evi verelim. “

……..

“Ya teyzem huysuzluk etme işte. Ev boş kaldıkça daha çabuk eskir. İçinde oturan olsun ev canlı kalır daha ne olsun. “

…….

“Tamam geliyoruz. İstediğin bir şey varmı çarşıdan getireyim.”

……

“Ya teyzem ağzının tadını da unutmuyorsun. Tamam geliyoruz.”

“Hayırlısı neyse o olsun bakalım.” Diyerek beraber ayağa kalkıp dükkanın önünde bulunan arabaya bindik. Bir üst sokağa geçince pastanenin önünde durup aşağıya indi. Pastaneden aldığı poşet içinde kutuyla arabaya tekrar oturduğunda poşeti bana uzattı.

“Laz böreğini bilir miyiz Hamza bey!” Dedi gülümseyerek.

“Rize’li olupta bilmeyen memletini bilmiyor demektir. Ayrıca beyi bırak.” Dedim aynı tebessümle karşılık vererek.

Küçük bir gülüşme ile merkezden çıkıp mahallelere doğru yol aldık. Farkettiğim bir şeyde ilçe devlet hastanesinin yanından geçtiğimiz oldu.

Buraya has; genelinde iki katlı küçük evlerin olduğu bir sokağa girince arabayı sağ tarafta bulunan ıhlamur ağacının altına çekip durdu.

“Teyzemi kızdırmak için biraz takılcam, garibine gitmesin.” Dedi arabadan inerken.

Arabadan inerek onu takip ettim. Tek katlı küçük bahçeli müstakil bir evin bahçe kapısından girdiğimizde üzüm asmasının altında küçük masada oturan yaşlı bir teyze ayağa kalktı.

Erhan kollarını iki yana açarak ” Yaa Aysel teyze sen yine gençleşmişsin. Sana diyorum gel seni everelim diye!” Dedi kıkırdayarak. O beyaz tenli nur yüzlü kadının yüzünün şekli ve duruşu bir anda değişti.

“Seni odunla döverim Erhan. Sen git ananı evlendir. Senin gibi sıpa için kadın gençliğini heba etti.” Dedi huysuzca.

Onların tatlı atışmalarını sessizce izleyip kenarda bekledim. Yabancı var diyerek resmi olmamaları, yıllardır tanıdıkları biri gibi samimi konuşmalarına hayran kalmıştım.

“Önce büyükler, seni evereyim alayım gençlik paranı sonra anamda sıra.”

“Len gavur. Sen kendin evlen! Kırkına geldin kocadın hâlâ anana yüksün be! Şimdi konuşturma beni misafirin yanında.” Deyince Erhan kocaman bir kahkaha attı.

Aysel teyzenin kenara çekilip yer gösterdiği masanın plastik sandalyesine karşılıklı oturduk.

“Asker misin evladım?” Diyerek bakışlarıyla beni inceleyen kadına döndüm.
“Yuzbaşıyım teyze.”

“Küçük ve eski olması önemli değil dediğine göre bekarsın. “

“Boşandım da geldim teyze. Azıcık aşım ağrısız başım bundan böyle.” Dedim. Güldü.

“Şimdi ki gençler çok şey istiyor be. Hele ki kızlar. Sanırsın padişahın kızı mübarek…”

“Ohoo Aysel teyze senin eleştiri muhabbetine girersek akşama kadar burdayız demek. Sen evi veriyonmu onu söyle. “

“Patavatsız sus sen. Aslında yeğenlerim bana bıraktı evi, kendileri yurt dışında yaşıyor. Kiraya verirsen parası senin olsun dediler ama benim maaşım bana yeter. Evi beğenirsen okuyan öğrenciye vericem parayı. Onun için kabul ettim.Erhan portmantoda ikili anahtar var alda gel, evi gezinde gelin. ” dedi evi işaret ederek.

Anahtarı alıp gelen Erhan’la birlikte bahçeden çıkıp birbirine bitişik olarak sıralanmış olan ilk eve girdik. Ahşap kapılı, içeriye girince sağ tarafta küçük bir mutfakla birleşik oturma odası vardı. Hemen odanın kapısından yukarı çıkan merdivenlerin başında iki küçük oda ve banyo vardı. Küçük, sevimli, eski olmasına rağmen oldukça bakımlı eve bayıldım. Güzel bir boya ve ufak tefek tadilat işleriyle gayet güzel ev olabilir düşüncesiyle kararımı verip aşağıya indik. Evden çıkınca bir kaç adımlık etrafı açık olan bahçeden geçip tekrar Aysel teyzenin bahçesine geçtik.

Şu küçük ev yüreğime kocaman yuva sıcaklığını vermişti. Yuva kalbinde hissettiğin yermiş onu daha ilk anda anladım. Tek başıma olduğum yuvanın en güzel hale gelmesi için ellerimle emek verdim. Tamir ettim, boyadım ve ihtiyacım olan eşyalarla tamamladım. Bir haftada kendi masal evimi meydana getirdim. Evin önünde küçük bir bahçe olsaydı, orayı da çiçek bahçesine çevirirdim ama yok.

Artık evimde kalıyorum ve yarın üniformama kavuşma vakti. Yeni başlangıçların ikinci perdesi açılıyor benim için.

Küçük camdan gelen ezan sesiyle açtım gözlerimi. Sabahın sessizliği içinde iki sesin huzuru sardı yüreğimi.
Ezan ve kuş sesleri. Uzaktan horoz sesinide işittim.

Namazımı eda ederek aşağıya inip küçük bir kahvaltı hazırladım kendime. Ayşe’nin bir sabah kalkıpta kahvaltı hazırlamadığı geldi aklıma. İnsan sevdiğini işe aç göndermeye kıyamaz ama o ben hazırlasam bile kilo yapıyor diyerek yemeden çıkardı.

Sanırım bir süre kendimi onunla karşılaştırırken bulacağım. Ama bu da geçer. Benim için sorun ve acı olmaktan çıktı. Sadece anılarımın olduğu bir hayal. Masamı toparlayıp iki parça bulaşığımı yıkadım. Üst kata çıkarak traş oldum ve üniformamı değil ruhumu giydim sanki.

Bugün 10 Nisan

Besmele çekerek evimden çıktım ve kapımı kilitledim. Sabah güneşinin insanın yüzünü gülümseten sıcaklığıyla işe ve okula gidecek çocukların hareketlenmeleri başlamış sokaklar neşelenmişti.

Bir haftadır iyice öğrendiğim yollardan yürüyerek şubenin yolunu tuttum.

Şubeden içeriye girdiğimde sabah içtiması için bütün askerler toplanmış diğer komutanlarda karşılarında dizilmişti. Albayın önüne giderek selam verdim.

Selamımı alan albay hazır olda bekleyen subaylara dönerek tanışmam için eliyle işaret etti.

Selam verip kendimi tanıttım.
Sırayla kendini tanıtan rütbelilerin elini sıktım.

Asteğmen Ahmet, Teğmen Orhan, Astsubay Ensar, Astsubay İdris, Uzman çavuş Bedrettin ve son olarak Uzman çavuş Cengiz Topel.

Son isimle birlikte elim elinde gözlerine baktım.

“Adınla gurur duymalısın Çavuş!”

“Her zaman duydum komutanım.” Demesine gerek olmadığını gözlerinden anlamıştım.

Kısa bir uyum konuşmasından sonra rütbeliler binaya giderken askerler sabah eğitimine başladı.

Cengiz’in yanına giderek ” adının hikayesini öğrenmek isterim” dedim.

” Müsait olunca konuşuruz komutanım.” Dedi ve herkes odasına girdi. Bana gösterilen odaya giderek masanın üzerindeki dosayalara baktım. İş yoğunluğu beni bekliyordu. Dosyaları kontrol ederken vaktin nasıl geçtiğini anlamadım. Öğle yemeğine çağıran asker ile başımı gömdüğüm dosyalardan ayrıldım. Odadan çıkarak yemekhanede doğru giderken Albay Hakan ile karşılaştım ve selam verdim.

“Yüzbaşı! Öğleden sonra köyleri devriyeye gidilir. Her köyün gün sırası var. Bütün hafta köylerin devriyesi sizde. Köy halkıyla tanışın. “

“Emredersiniz komutanım!”

Günlük rutinim belli olmuştu. Yemeğin ardından yanıma üç asker alarak ilk köy devriyesine çıktık. Tunceli de yeşillik olmasına rağmen buranın doğası gerçekten boğucu bir şekilde yeşildi. Düz ovaları çok az vardı ve neredeyse her yer bayır sayılırdı. Göz alabildiğine fındık bahçeleri yapraklanmış, çiçek tarlasını andırıyordu. Virajlı yolları, genelde ilçeden yüksekte olan köylerin güzelliği büyüleyiciydi.

İnsanları genelinde sıcak kanlı, misafirperver olsada içlerindeki çöpleri bulmak için zamana ihtiyacım vardı. Ben onları aramasam bile onlar bir şekilde bizim önümüze geliyor zaten. Aramak için çok zahmet etmeye gerek yok. Köylerde genelde mal davası şikayetleri var. İnsanları anlamak gerçekten zor. Benim bu dünyada gözümün nuru bir tane abim var. Alnımızın teriyle ekmeğimizi kazanıyoruz ve bir karış toprağımız yok. Bir karış toprak için can abimle darılacaksam, mezarımdan başka toprağım olsun istemem. Milyonları abime değişmem.

Yeni bir yarına başlamak için bugün yine bitti. Her gün yeni başlangıçlar olur ve eski zaman olarak biter.

*****

Sabah namazının ardından günlük kamuflajımı değil de resmi üniformamı giydim. Bugün 18 Nisan şehitleri anma haftası. Benim kapısından döndüğüm şehitliği yad etme günü. Ailelerin bitmeyen acılarının yeniden hatırlatma günü. Hatırlatmaya gerek varmı ki unuttuklarını hiç sanmıyorum. Ben Bora’yı ne kadar unutabildim ki.

Şehitliğe giderek saygı duruşu ve saygı atışının ardından dualar okuyarak şehitlikten ayrıldık.

Şubeye giderek Albay ve diğer rütbeli meslektaşlarımla yeniden Karadeniz’in kıyısında olan Atatürk Anıtının önünde tören için herkes toplanmaya başladığında benim için yoğun bir gün olacağa benziyordu. Kaymakam hariç diğer resmi erkanla tanışma günümüz bu güne kalmıştı. Törene katılan herkesle tek tek tanışmak ve selamlaşmanın ardından tören başlayacağı için selam durduk.

Selam durdum Anadolu’mu işgalden kurtarıcısı Atama, selam durdum kandan rengini almış tek bayrağa, selam durdum, göğsümü kabartan, iliklerime kadar gurur duyduğum istiklal marşıma. Selam durdum Anadolu”yu vatan yapan Osman Gazimden gelmiş bütün atalarıma, selam durdum vatanı vatan yapan, evlatlarını toprağa koyan analara, babalara, gencecik gönlü yanmış eşlere, babasız, anasız büyüyen evlatlara. Sen, ben, o var değil, biz varsak vatan var.

Şu anda al bayrağımın altında, tam yerinde, bağıra bağıra söylemek isterdim.

Çırpınırdın Karadeniz
Bakıp Türk’ün bayrağına
Ah ölmeden bir görseydim
Düşe bilsem toprağına

Resmi konuşmaların nasıl hızla aktığını anlamadım. Beni kendime getiren adımın söylenmesi oldu.

“İlçemiz Jandarma Karakolumuzda yeni görev yapmaya başlamış Jandarma Yüzbaşı Hamza Zeyrek”i, plaketini vermek üzere; Tunceli’ de şehadete ermiş, İlçemiz şehitlerinden İbrahim Eldem’in eşi ve İlçe hastanesinde görev yapan Anestezi Teknikeri Berfu Eldem hanım efendiyi ve evladı Yağız Eldem beyefendiyi devlet övünç plaketini almak üzere kürsüye davet ediyorum. “

Tunceli?
Berfu Eldem?

Neden hiç yabancı gelmiyordu?

Yerimden kalkarken ceketimi düzelttim. Ben kürsüye doğru ilerleyip resmi erkana doğru dönerken karşımdan gelen kadına takıldı gözlerim.

Berfu Eldem.

Aynı buğulu, ağlamaktan kızarmış büyük ela gözler. Sarı saçlarını boynunda sade bir şekilde toplamış kumral tenli yanaklarından süzülen yaşları bir eliyle usulca silen kadın Berfu; O şehit eşimiydi?

Sevdası yarım ve mahşere kalan bir vatan kardeşimin yareni miydi? Ve bir oğlu mu vardı? Yağız beyefendi sözü bilerek anons edilsede beş yaşlarında bir yetim evladımı vardı?

Berfu ve oğlunun önüme gelip durmasıyla kendimi toparladım. Yanımda bana uzatılan plaketi Berfu hanıma uzattım. Elini sıkmak istemesemde onun uzatışıyla karşılık vererek elini sıktım. Tekrar bana uzatılan küçük plaketi alarak Yağız’a uzattım ve çömelerek önce minik eliyle tokalaştım ve yanaklarından sevgiyle öptüm.

Yağız’ın bana bakışlarına anlam veremedim. Beş yaşlarında ki bir çocuğun kalbinden geçenin ne olduğunu anlamadım, anlayamadım.

Annesinin elini tutarak yerine giderken bende arkalarından giderek yerime oturdum. Aklım, kalbim Yağız’da kalmıştı. Ne konuşulanları duymak mümkündü ne de dönüp arkaya bakmam.

Tören bitince alandan çıkarken gördüm onları. Önce Kaymakamlığa çıkarak misafir edildik. Oldukça hoş sohbet geçen saatin ardından karakola döndük. Aklımın karşılığı oldukça fazla olsada kenara ittim düşüncelerimi. Mesai saatim bitip eve gitmek için binadan çıkarken Albay Hakan’ın seslenmesiyle arkamı döndüm.

“Eve yürüyerek gidip gelme, araçla bıraksınlar seni.” Dedi ve tam nöbetçi askere seslenmek üzereyken sözünü kestim.

“Sağ olun komutanım ama ben biraz sahilde yürüyüş yapmak istiyorum. Hava çok güzel.”

“Öyle olsun ama yarın sabah seni almaya gelirler.” Dedi emir vaki konuşarak.

” Emredersiniz komutanım. İzninizle.” Dedim ve yanından ayrıldım.

Şapkamı elime aldım ve hızlı adımlarla sahile doğru yürüdüm. İlerideki çiçekçinin önünde fark ettiğim çocuk sesi beni yerime sabitledi.

“Anne beyaz da alalım mı?” Diye soran Yağız’dı. Sarı saçlarına örttüğü ince şalı düzeltip çiçeklerin parasını ödedi. Ellerine aldıkları çiçekleri ile yürüyerek gözden kayboldular.

Yerimde dikilmekten vazgeçip sahile doğru tekrar yürümeye başladım ve deniz kenarına en yakın banka oturdum.

Berfu Eldem…

Tunceli’de ameliyata girerken hayal meyal aklımda olan ağlaması geldi gözlerimin önüne.

“Sevdiklerini bırakma!”

Yüreğime düşen bir ateş damlası sönmeyecek yangınları başlattı. O; sevdiğini, evladının babasını şehit vermiş belki de ameliyatta kurtaramamıştı. Ondandı hiç tanımadığı birine yürekten haykırışı; sevdiklerini bırakma!

Elimde duran şapkamı yan tarafıma bırakarak avuçlarımla yüzümü sıvazladım. Sarı saçları, ince ve uzun boyu ne kadar narin biri gibi görünse de nasıl güçlü bir kadındı.

Ben Bora’nın şehadetini zor kabullenirken onun evladıyla birlikte nasıl yüreği kaldırmıştı. Hangi eş, hangi anne baba, hangi evlat dayanabilmişti ki. Onların hayatları uzaktan manzara diye seyredilen bir volkandı. İçten içe lavlar kaynayan.

Gözlerimi daldığım Karadeniz’e diktim. Benim yüreğimde aklımda fırtınalar koparken Karadeniz ise bütün sakinliğini sergiliyordu.

Düşüncelerimin arasından çalan telefonumun sesiyle çıktım. Cebimden çıkardığım telefona bakarken şaşırdım.

Tunceli’den Yasin Astsubay arıyordu.

“Dağların aslanı avlanırken beni mi düşündün!”

“Düşünmek ne demek komutanım, hiç aklımdan çıkmıyorsun ki!” Dedi edalı edalı.

“Yasin! Hanım yanında değil belli seni oyar yoksa biliyorsun değil mi!” Dediğimde kocaman kahkaha attı.

“Onlar evin içişleri bakanı. Boynumuz kıldan ince de ben seni niye aradım bir sor!”

“Yine ergenliğine döndün Yasin! Niye aradın söyle hadi!”

“Hamza müjdemizi isterim! İlk senin haberin olsun istedim.” Dediğinde duraksadım. Baba mı olacaktı yoksa. Beş yıldır evlat sahibi olmak için çabalıyorlardı.

“Hayırdır inşallah!”

“Sana bir video atacağım. Doya doya seyret. Hadi görüşürüz.”

“Görüşelim bakalım.” Diyerek telefonu kapattım. Gelen mesaj sesiyle videonun inmesini zor bekledim.

Hasretine yandığım dağları görünce yüzümde acı tebessüm yer edindi. Bir kaç dakika izlenim sonrası görüntü aşağıya doğru kayınca bir mağara göründü. Ve önünde yatan onlarca leş. Biraz daha aşağıya kayan görüntüyle bir leş daha, tek başına, yüzü gözü kan içinde, pislik kuyusundan çıkmış adeta.

Ekranın önüne Yasin geldi sonra ve ağzından dökülen cümleleri benim yüreğimdeki nefreti ateşlerken bir o kadar da serinlik verdi.

“Bora’nın, İshak’ın, Okan’ın, Kamil ve İsmail’in katilleri itinayla cehenneme yollanmıştır! Hiç birinizin kanı yerde kalmadı. Şehitlerimin ruhları şad olsun komutanım. Allaha emanet olun.”

Telefonu yan tarafa bırakıp ellerimi iki yana açtım.

“Allahım sana şükürler olsun. Sen dostlarıma cennetin en güzel yerlerini nasip et ya rabbim.”

Ellerimi yüzüme sıvazlarken parmaklarımla ağzımı kapattım. Utanmasam hıçkırarak ağlamak istedim.

Yinelenen can dostumun acısı bir yana, intikamının alınmış olması bir yana.
Telefonu yeniden alarak Yasin’ i aradım ama telefonu kapalıydı.

Hemen sesli mesaj attım, açtığı zaman görürdü.

“Yasin hepinizin nasırlı ellerine, ayaklarına sağlık. Hakkınızı helal edin aslanım. Seni ilk gördüğüm yerde alnından öpeceğim haberin olsun.”

Telefonu kapatıp cebime koydum. Bir kaç saat içinde beynimde Tunceli’ye gidip o kara geceyi ve sonrasının sonuçlarını yaşamıştım sanki. Benim eksik kaldığım sonuçları yaşamıştım.

Nasip ya nasip…

Bedenim karma karışık haliyle daha fazla oturamadı. Yavaş yavaş yürümeye başladığımda seslerin içinden geçen bir kuş gibi hissettim kendimi. Özgürce ve hafiflemiş.

Dağdaki itlerden alınan intikam sonrası alınması gereken asıl intikam kalmıştı. Allahın adaletine güvenim sonsuzdur elbet onunda vakti gelecek. Rabbim neyler neylerse güzel eyler. Aheste yürüyüşüm ve düşünceli halimle evimin olduğu sokağa girdim.

Yan tarafındaki ev sahibi Aysel teyzenin evinin önündeki bahçeden gelen konuşmalarla başımı bir anda çevirebildim. Berfu hanım, Yağız, bir genç kız ve yaşlı bir kadın oturmuş sohbet ediyorlardı. Onların beni fark etmemesine sevinirken başımı önüme eğdim ve anahtarımla kapımı açıp evime girdim. Bir günde iki defa karşılaşmak nedendi?

Hasbelkaderdi evet ama yüreğimin ritminin adı neydi? Acılarımı hatıralarımın arasından mı çıkardı, yoksa hiç sönmeyen bir ateşi mi harladı. Bora’nın karısı Kübra’da şehit eşiydi fakat Berfu’nun etkisi benim üzerimde başkaydı ama neden?

Acımak mı?
Beni hayatta tutmak için, canından biriymiş gibi çabalayan olduğu için mi?

Ya da ben fazla hülyalara kapıldım. Eminim her yaralı gelen askeri beni olduğu gibi yaşatmak için çabalıyordu.

Benim farkım neden olsun ki! Yarım kalan sevdasını oğluyla tamamlayan biri için her asker bir evladın babası, birinin sevdalısı değil mi!

Sadece o muydu beni yaşatmak için çabalayan! Doktorlar, hemşireler, benim göremediğim kim bilir kaç kişi!

Düşüncelerimin girdabında yine savruldum. Yüreğimin acısı elbet biterdi. Üstümü değişerek akşam namazımı kılarken telefon çaldı. Namazımı bitirdim ve selam verdim

Emlakçı Erhan aramıştı.

“Birader, senin o tarafa doğru işim var, müsaitsen bir kahveni içerim.”

“Emir demiri keser ne demek buyur gel”

İkimizde gülerek telefonu kapattık. Tunceli’den farklı olarak sanırım burada askeriye dışından oldukça arkadaş edineceğim. Sanırım az oldu galiba, kesinlikle edineceğim.

Erhan’ın arabasının sesiyle evin kapısına yönelip açtım. Elinde bir çok yiyecekle selam vererek içeri girdi. Poşetlerle mutfağa girince gülümseyerek bana döndü.

“Aslında bira da alacaktım ama belki içmezsin, içeni de evinde istemezsin diye sormadan almayayım dedim.” Dediğinde gülümsedim.

“Doğru düşünmüş ve doğru yapmışsın.”

“Tamam mesaj alınmıştır. Ama kola aldım.” Dedi gülerek.

“Onu içeriz bitene kadar.”

Yiyecekleri tabaklara koyup servis ederek kanepeye oturduk. Nerelisin, geçmişlerimiz, okullarımız derken oldukça güzel vakit geçirmiştik.

Saatin geç olduğunu anlayınca kalkarak gitmek için hareketlendi.

“Karşılığını beklerim. Dükkanım her zaman sana açık.”

“Sağol ilk fırsatta gelirim.”

Erkan’ı yol ederek mutfağı toparlayıp uyumak için yatağıma geçtim.

Aklımda Berfu ve Yağız. Yağız’ın bakışları kurşun gibi delmişti yüreğimi.

Babasını tanımıyordu belli ki. Bana o küçük yüreğiyle ne düşünerek baktı öğrenmeyi çok isterdim.

Sabah alarmınından önce kendiliğimden uyandım. Bir şeyler atıştırarak kamuflajımı giyerken yabancı numara aramasıyla telefonu açtım.

“Evet.”
“Komutanım Albayım sizi almam için emir verdi. Konum atarmısınız.”

“Tamam atıyorum.”

Numarayı şoför olarak kayıt ederek konumu attım.  Silahımı alarak kapıyı kilitleyip kapımın önünde beklemeye başladım. Bugün hava oldukça güzeldi. Kuşların cıvıltıları beni kendimden alarak etrafa bakarken yolun üst tarafından gelenlere takıldı gözüm.

Berfu Eldem ve Yağız.

Attığım adım havada kalırken bakışlarımı onlardan ayıramadım.

Yağız’ın annesinin yüzüne bakarak bir şeyler sorduğunu duysamda anlamadım. Yağız’a cevap veren Berfu gülümseyerek başını kaldırdığında sanırım bende gülümsedim.

Dikkatle bana bakmasıyla kendimi topladım. Başımla hafifçe selam vererek tepkisini bekledim.

Selamımı aynı şekilde alarak hemen gözlerini yola çevirdi.

Ne yaptım ben. Sokak ortasında dul bir kadına dul bir erkek  olarak selam vermek bana yakışmadı. Ya kadın yanlış anlarsa, sadece ona ve Yağız’a üzüldüğüm için değilde askıntı biri olarak görürse.

Kendine gel Hamza! Kendine gel. Sen en iyi niyetle bile olsa hiç  bir kadını rahatsız etmek istemezsin, nedir senin bu dikkatsizliğin.

Berfu’nun arkasından bakmayı bırakıp başımı diğer tarafa çevirdiğimde araç yanıma gelerek önümde durdu.  Şoför inmek için hareket ederken elimle işaret ederek durdurdum. Ön tarafın kapısını açarak oturduğumda aracı hareket ettiren şoföre döndüm.

“Adın ne asker?”

“Nezir komutanım.”

Başımla onaylayıp yola çıkınca ileride gözden kaybettiğim Berfu’yu aradı gözlerim.

Gönlüm ararken beynim bir anda bağırmaya başladı.

Sanane Hamza! Sanane! Şehit eşi için göz yaşları dinmeyen kadından sanane!

Ya Yağız! Babasını ne kadar bilip ne kadar özlüyor! Onlar iki kişilik kocaman bir aile gibiydi. Onları uzun uzadıya tanımaya gerek yok. Birbirlerine olan sevgileri gözlerinden okunurken anlatmalarına gerek yok.

Anne, baba, aile ne demek bilmiyorum. Bir gün babamın elinden tutup bakkala gitmedim. Hasta olduğumda alnımdan öperek ateşimi ölçen annem olmadı. Size sayısızca can acısı sayabilirim. Saysam acılarımın geçmesine faydası olmayacak.

Abim Ömer’i baba, Ayşe’yi belkide anne yerine koymak istedim. Ama olmadı. Bazen o kadar umudumu kaybediyorum ki ömrüm boyunca aile ne demek öğrenemeyeceğim diye korkuyorum.

Üvey bile olsa annem babam olmadı, baba olmayı çok istedim o da olmadı. Hadisi şerifti galiba bir söz vardı;

-Başına bir bela gelirse bil ki onu çok istemişsinizdir.

Yaradanımdan daha iyi bilecek halimiz yok ya, belkide çocuğumun olmaması benim için daha hayırlıdır. Ayşe ile ortak bir çocuğum olsaydı, evladım için Ayşe’nin yüzünü dahi görmek istemezken mecburi kahrını çekecektim.

Ben aileye sevdalı bir asker, sevdası yüreğinde yara olmuş biriyim. Elbet bu yaramı iyileştirecek bir can gönlüme girecek ve ben onları vatanım kadar seveceğim.

Tags:
Paylaş
18 Yorum
  1. 0674 10 ay önce

    bu hikayeye aramı verildi acaba uzun zamandır bölüm gelmiyor

  2. 0674 10 ay önce

    Yazarım bu hikayeye aramı verdiniz acaba

    • Yazar
      Erguvan_ 10 ay önce

      Hayır ama biraz yazma isteğim yok. Zoraki yazıp kitabı sisirmek istemiyorum. İlham geldiğinde hemen kisa da olsa ekliyorum. Yakında yeni bölüm gelecek inşallah. İlginiz için teşekkür ederim. En kısa zamanda görüşmek üzere

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account