Ellerini ateşe uzatan bir gecenin gül siyahında,sana sesleniyorum yine;ey kaygılarını mahşerden alan sancım!
Bir hayal güzelliğinde girdiğim hayattan bir mısra kısalığında çıkmanın gururu okşarken günaha bulanmış avcumu,saçlarımın sağanağında kuruyan yalımları şiirimin namusuyla selamlıyorum.Çünkü harfleri cebime doldurduğum günden beri taciri oldum sevapkâr düşüşlerin.Şimdi ruhuma giydirdiğim ateşten gömleği,iliklerimi üşütmeden çıkarmanın engebesindeyim.Ölümü arzularken,ölümü ölümsüzleştirenlerin mağarasında can buluyor titreyişlere mahkum gövdem.İşte suskunluğu bir bıçak keskinliğinde ortadan ikiye ayırıyorum.Ve gecenin sipersiz yatağında kendimle cebelleşmenin vaktidir artık gelen…
Her gece,kendi bekçisinin düdüğünde saklıdır.Ve bekçiler geceleri yırtmak değil,geceleri namussuzlaştıranların kefenini çarmıhına germek için vardır.Bu yüzden ben,yılların sarnıcında uyuttuğum tüm düşlerimi,sokak arasındaki kedilerin kadife tüylerine kurban etmek istiyorum.Çünkü ben,parmak uçlarımı kaybettiğimden beri gözlerimdeki boğuntuya dokunamamanın çaresizliğindeyim…
Çaresizlik.Yani,intiharın kursağına düşen güllerin ellerimde pörsüyen kokusu.Kekremsi tadını duymadan daha denizin,kendimi suni göllere derketmişliğimin,avuçlarımı kanatan çölsülüğü.Şiir gibi girdiğim gecenin sonunda,paranteze alınmış bir cümlenin yalnızlığı üşüşüyor alnıma.İşte böylesi bir çaresizliğin ortasında buldum,kavganın iffetine döşenen dinamit gölgelerini.Anladım ki insan; voltasına düştüğü gecenin mahremiyeti kadar karanlıklaşır…
Ve yine,ben.Karanlıklaşan yanlarımı aldırınca,kirpiklerimden doğan bir güneş sardı bedenimin şehirsizliğini.Ufuk çizgisine bakan gözlerimin esrarını gizli bir mabet suskunluğunda buldum.Artık intiharı idamdan ayıran bir kesifliği var,yağmurlara nifak tutuşturan kalbimin…
Onun içindi işte susuşum ey böğüren yazgım!
Onun içindi sessiz bir köşede yığılmışlığım ve kalakalmışlığım.Bundan sonra ellerimin ateşe dokunduğu yerde,omuzlarıma ezelden yüklenen iki kılıç kesecek günahın dalağını.Dillere pelesenk olan varlığımı,yine kendi gergefimin basiretiyle alacağım,dudakların nabzına düşürülmüş çamurdan.Bundan sonrası ateş ve su.Kim ateşini fazlalaştırırsa,onu aforoz edecek su…
Ve ben sana,yine o çocukluğumda kalmış ellerimin dilrâhından sesleneceğim.Bu şehir yaksada gövdemi,göğsümde parıldayan şu zemheri sevdayı,kirlettiğim sokakların cilbâbına adayacağım…
Soğuk gecelerin bezminde titreyen şafağın söküklüğünde,sana sesleniyorum yine,ey kaygılarını mahşerden alan sancım!
Gecenin kahhâr notalarını dokuyan tüm duyargalarımı kürtaj ettirdiğimden beri,meyus yaraların dipçik lekesi kol geziyor ensemin aynasında.Canavar ürküntüsünün leşe büründürdüğü caddelere inanmıyorum artık.Sirenleri rafa kaldıran cinayet bulutlarından yağan hınç yağmurlarıdır artık kutsalım.Birgün enkazına mısralar düzdüğüm bu şehrin yanağından dökülecek günahlarım.Ve ben haykırışlarını aynasına gizlemiş bir suskunluk bombasının pimine biat edeceğim.Çünkü,sana anladığın dilden konuşmanın vakti geldiğinde,yeryüzünü çatlatacak o asil cümlenin son noktası ben olacağım…
Ve sen sunağında kalmış çiçekleri sularken gözlerinle,ben seni yokluğuna armağan edeceğim.Sana ellerinin uzanamayacağı bir gökten seslendiğim gün,yıldırımlar boşalacak günahımın çetelesine tutulan tüylerine.Kıyametin borusunu ürperten yalnızlığımın polis raporlarına geçecek ağıdıdır bu,bilesin.Çünkü ben sabıkası kuşların kanadında saklanmış bir isyanın meşalesi sönük yangınından sıçrayacağım saçlarının kuytusuna.Gülleri koparılmış dağlardan gelen o kekremsi kokunun önünde sücud ederken,ardında bıraktığın gölgeni cebime doldurup,seni çizeceğim mendireği sıkışmış gönlüme…
Gönlüm.Cenaze muştularının ardına sokulmuş gönlüm.Seni nergislerin ölüm döşeğindeki kırağılara teslim ettiğim gün,sıyıracağım onu,tenimi kirlendiren bu sorgusuz sevişlerden.Çünkü ben tetiğine ayaz sokulmuş silahların titreyişlerine kurban ettiğim ömrümü,bir merminin beyazlığında öreceğim üzerime.Kefeni kurşundan örülmüş bir günahkârın,Endülüs’ü ağlatan nağmeleri fısıldayacak gözlerinin kanla kirlenmiş inlerine…
Ve sen bilesin,ey namahrem düşlerimi dürtükleyen yanım!
Gölgen vurdukça yüzüme,bu şehrin namus sabıkası olmayan ayaklarına kapanacak binlerce çocuğum olacak,gönlümün zindanlarında prangasını aşkla çözdüğüm…
Kar kokusu duyduğum gecenin hançerlenmiş noktasında,sana sesleniyorum yine,ey kaygılarını mahşerden alan sancım!
Kazandığım savaşların ganimetini ihanete adadığım gün,terkedeceğim ayaklarımın altında ezilen bu namussuz şarkıyı.Ve ekmeğimi kursağıma bolca indirdiğim o lanetli günleri,yoksulluğumun sığırtmaç eteklerine yuvarlayacağım.Çünkü,oynak damarını kesen yaprakların dallara küstüğü gün,bizden içtiğimiz tüm kan kadehlerinin bedelini isteyecek bu şehir…
İşte o zaman,bu şehir lacivert kıpırtısını kaybetmişken yani,ben tüm acıları bedenime ilikleyip,korkusuz teneşirlerden uzanacağım hayatın ıskalanan paydasına.Islak bir okun ucuna bağladığım şu dirençsiz aşkımı,gerilmiş göğsümden fırlatmanın hüznüyle parlayacağım taş denizlerde.Ve varlığına kurban ettiğim yokluğunu bile hiç üşenmeden doğrayacağım.Çünkü yakamozları çalınmış bir sahranın sıcaklığı kavurmadan gözlerimi,sana sunduğum hayatın bahşişini,sürgün bir ölümle ödemek istiyeceğim…
Ölüm.Yani,iskeletimin üzerinde kılıcını törpüleyen o hırçın ses.Ve sen ölümün üstüne şarkılar söylerken yalaka ışıklar altında,ben duvar diplerine ektiğim günahları kusacağım sana ve tüm şehre.Ve sen,sadece susacaksın.Çünkü,üzerime yalnızlığı örttüğüm bu kent yataklarında,üşümüşlüğümün cehennem şiltesi kapatacak,yaşamın narkoz alanında çırılçıplak kalmışlığını…
Ve sen bilmeyeceksin,ey ateşi tetikleyen utancım!
Birgün hayallerini siyaha susamış çelenklerle donatınca bu şehir,ölümün pençesine düşürdüğün tüm kayıp düşlerini,gecelerin günahkâr tövbelerinden çalıp kendi yırtık gözlerime dikeceğim…