1.BÖLÜM
ADALET
~Adalet, sadece suçsuz mahkûmlara işler. Dili lal olan mahkûmlarla dolu bir yerde özgürlük sadece birkaç saniyeliktir. Ne kendine güven adalet konusunda ne de sana inanmalarını iste. Bir gün sen de o mahkûmların arasında kendini bulacaksın… ~
Bu dünyaya artık adalet gelmeliydi. Kadınlara zulüm gösteren kişilere, biri dur demeliydi. Adalet, sadece takım elbiseli, saygınlara değil dili lal de olsa kendini savunmaya çalışanlara da olmalıydı.
Umutlarım bir bir yok oldu. Kalbim, bir et parçasından ibaretti artık. Tükeniyordum, dayaktan değil adaletin eşit şartlarda sağlamamasından tükeniyordum. Acıya hissizleşmiştim. Acı çekmeye alışmış ve mahkûm edilmiştim. Kelepçeler, dilime dolanmış gibiydi.
Laldim…
Suskunluğuma, kendime, acı çekişlere lal tutulmuştum.
Umutlarım son bulduğu anda iliklerime kadar öfkeyle dolmuştum. Her şey katlanılmaz hale büründü. Bir küçücük şeye bile takatim kalmamıştı. Çektiğim hesabın haddi hesabı yoktu. Canıma tak etmişti.
Gözüm kararmıştı. Aklımın hayal bile edemeyeceği şeyi yapmış ve ondan sonsuza kadar kurtulmuştum. Sonuncunda ne gibi hasarlar vereceğini bile hesaba katamamıştım. Öldürmüştüm… Hem de hiç acımadan.
Gözümden tek bir damla yaş akmadı. Onu öldürdüğüm için gram üzüntü duymadım. Aksine içime bir ferahlama çökmüştü. O gün onu öldürdüğüm için katil damgasıyla anılan bir kadın olmuştum.
Hamileydim.
Ben, karnımdaki çocuğun babasını bıçaklayarak öldürdüm. Bir çocuğun hayallerini, umutlarını çalmış bir anneydim. Ben, kendi öz evladımın babasını öldürerek ondan mahrum bırakmıştım.
Hangi insan bunu yapmaya mecbur kalırdı ki?
Ben kaldım…
Mecburdum!
Yapmasaydım o, beni öldürecekti ve karnımdaki çocuğunun katili olacaktı. Bunu göze alamazdım. Çocuğumu, çocuğumuzu bile demeye dilim varmıyordu. Çünkü o, bir tek benim oğlumdu. Benim emanetimdi. Canımdı, kanımdı. Onun tek bir saçının teline zarar gelse dünyayla savaşacak bir anneydim.
Şimdi ne yapıyordum?
Ellerimde kelepçeyle duruşmaya gidiyorum. Başım yere doğru eğilmiş, yaptığım şeyden pişmanlık duymayan gözlerimle, iki kolumdan tutan polislerle gidiyorum… Yaptığım şeyden pişmanlık duyacağıma tam tersini yaparak, zil takıp sokaklarda dans etmek istiyordum.
Bu hissin ne kadar acı verici olduğunu kimse bilemezdi. Ancak kocasından zulüm gören kadınlar tek anlardı, benim hissettiklerimden.
Gidiyorum, az kaldı. Bir adım daha attıktan sonra mahkemeyle yüz yüze gelecek ve olanları sanki normal bir şeymiş gibi anlatacaktım. Duruşma salonunun kapısı gürültüyle dışa doğru aralandı. Ve içeriye geçtik. Bir polis kelepçelerimi çözdü ve hâkimle karşı karşıya kaldık.
Mahkeme salonu beni hep korkuturdu. Hâkimle baş başa kalmaktan ve dilimin lal olmasından ölesiye korkardım. Nutkum tutuklu kalırdı. O çok korktuğum mahkemeyle yüz yüzeydim. Az sonra yargılanacak ve hapse mahkûm edilecektim.
Suçlu muydum, peki?
Evet.
Peki ya vicdanımın sesini dinlemem? O da suça dâhil miydi?
Ben, kim miyim?
Ben, Kanter Akın. Hayatı boyunca kocasından zulüm gören kadınlardan bir tanesiydim. Ben, biraz sonra yargılanacak olan birkaç saat öncesine kadar bir hamile katildim.
BİRKAÇ SAAT ÖNCE…
Hamilemin son aylarında olmama rağmen çekmediğim eziyet kalmamıştı. Zalim Akın, benim celladımdı. Ya ben onun sonu olacaktım ya da o benim.
Kocam olacak zalim adama meyve soyuyor ve ağzına kadar tıkıyordum. Bu sessiz çığlıklarım bir gün bitecekti.
Hissizdim, hiçbir duyguyu yansıtmıyordum.
Zalim olacak kocam ayaklarını sehpaya doğru uzatmış bir şekilde televizyondaki maça seyre kalmıştı. Donuk bir ifadeyle bir elma dilimini de ağzına doğru uzatım. Boğuluşunu seslice öksürdüğünde anlarken hiçbir yardımda bulunmadım. Nefes borusuna kaçan elma dilimini çıkarmaya çalışıyordu. Hiçbir tepki vermedim. Öylecene ölmesi için dua ediyordum. Belki de yaptığım hataydı, umursamadım.
Ölmesini, yürekten dilemiştim. Bir insan gerçekten bu kadar mı çaresiz kalır? Ölmesini isteyecek kadar katileşir miydi?
Yüzü kızarmış, nefes alamaz hale gelmişti. Öksürmesi dakikalar sonra son buldu. Bedenini, bana doğru döndürdü. Öldürücü derece de olan bakışları yine üstümdeydi. Her zaman bu bakışlar maruz kalırdım ama bu sefer ki sanki daha fazlasını yapacak gibiydi.
Kolumdan sertçe tutarak sıkarken ayağa kaldırdı. Dizlerimin üzerindeki meyve tabağı saniyeler içinde yerle buluştu. Bir elimle karnımı korumak istercesine kalkan yaparken bir yandan da kurtulmaya çalıştıkça daha fazla kolumu sıkıyordu.
Acı, bedenimi esir almış bir şekilde gözlerine ‘yapma der’ gibi baktım. Ama fayda etmiyordu. O caniydi, zalimdi, cellattı. En kötüsü ise karnımdaki çocuğuna acımayacak kadar gaddar bir babaydı.
Onun dayaklarına engel olmak istedikçe, karnıma tekmeler savurarak, çocuğunu öldürmeye ant içmiş bir babaydı. Kolumu ansızın bırakıp saçımın ucundan tutarak yukarı aşağıya doğru çekiştirip daha da acıtmaya çalışıyordu. İki elimle karnımı siper edercesine bu dayaklarının son bulmasını bekliyordum.
Bir kul da gelip, şu aciz bedenimi şu cani adamdan kurtarmıyordu. ‘Başımıza bela alırız.’ diyerekten bir kadının acı dolu feryatlarını görmezden geliyorlardı.
İnsanlık, bu kadar körleşmiş miydi? Bir insan, birinin yardım çığlıklarını duymayacak kadar sağır mı olmuşlardı?
Acı içinde yerde kıvranıp dururken, bakışlarım yeri boylayan bıçaktaydı. Acı içinde nefes vermekte zorlanırken, sürünerek bıçağın ucuna ulaşamaya çalıştım. Sonunda bıçağı elimin ucuyla alabildiğimde, gaddar adam arkası dönük dururken elimde tuttuğum bıçağı hiç acımadan bedenine saplamıştım.
Arkasına dönük olan bedenini bana doğru döndürürken şaşkın bakışlar içinde bir elimdeki bıçağa baktı. Ardından bakışlarını yüzüme doğru çevirdi. O, şaşkın bakışlar atmaya devam ederken, ben durmak bilmeyen bir edayla bedeninde yer bırakmayacak şekilde bıçağı batırıp çıkarıyordum.
Öfkeyle harmanlanmış gözlerimde hiçbir duygu barındırmıyordu. Sanki vicdanım yerine içimdeki şeytan beni hükmediyor, emirler yardırıyordu. O sırada karnımda meydana gelen bir sızı hissettim. Bu durmama engel olamadı. Sızıyı es geçerek devam edecektim k bu sefer daha fazla sızılar arttı.
Karnımın aşağısına bakındığımda halıya damlayan suyu fark ettim.
Suyum gelmişti! Olamazdı bu! Daha vakti vardı! Hayır, oğlum, şimdi gelmenin sırası değil! Şimdi değil…
Dudaklarımın arasından izinsizce bir inilti döküldü. Bu acı, o kadar katlanılmaz derecedeydi ki. Bir kez daha karnımda şiddetli bir ağrı meydana gelince kendimi birdenbire yerdeki kanlı halının üzerinde buldum.
Kimse benim sesimi duymuyor muydu hakikatten? Bu kadar mı insafsızsınız? Her bir bağırışımda karnımdaki can aşağıya doğru kayıyor gibi hissediyordum. Doğum çoktan başlamıştı. Derin soluklar almaya çalıştım. Alnımdan akan soğuk terlerle dayanmaya çalışıyordum.
Gözlerim kararacak gibi kayıyordu. Dişlerimi sıkmaktan ağzımda diş kalmayacaktı. Bedenimi yukarıya kaldırıp durdum. Her bağırışım zemini zelzele gibi sarsarken acının son bulmasını bekliyordum.
Korkuyordum! Bebeğime bir şey olacak diye çok korkuyordum. Dışarısı karanlıktı. Tek ses televizyondan gelen spikerin bağırışıydı. Karşıma baktım. Zalim’in cansız bedeninden akan kanlar kendini hatırlamıştı ve midem hiç olmayacak kadar bulanmıştı.
Kana bulaşan ellerim soğukta kalmış gibi titredi. Bakışlarımı cansız bedenden çekerek önüme çevirdim. Karnım yırtılmış gibiydi ve bu daha çok bağırmama neden oldu.
“YARDIM EDİN! ALLAH’INI SEVEN BİR KUL YOK MU? NE OLURSUNUZ YARDIM EDİN!” acı içinde yardım dilenmekten çaresiz duruma düşmüştüm. Kimse yoktu. Duymuyordu. Yapayalnızdım. Yanımda ölü bir bedenle kalakalmıştım.
Aklımı yitirecektim. Nefesim kesiliyordu. Allah’tan başka kimseden yardım dilenemiyordum.
‘Allah’ım! Yalvarırım şu kuluna yardım et!’
Gözlerim doluyordu. Boğazım yırtılırcasına çığlık atıyordum. Başım arkaya düştü. Ellerimle karnımı aşağıya doğru itiyordum. Başka çarem yoktu. Bir tek ben kendime yardım edebilirdim.
Cesedin yanından uzaklaşmaya çalıştım. Bir süre sonra başarıyla sonuçlandığında doğum egzersizlerindeki gibi çığlık çığlığa ıkınmaya başladım.
‘Allah’ım, yavrum sana emanet…’
?
Birkaç sonra evde bir ağlama çığlığı yankılandı. Kan ter içinde kalırcasına oğlumu doğurmuştum. Küçücük bedenini kucağıma zor da almıştım. Masumdu. Hepimizden daha masum… Kucağıma aldığım gibi sesi kesilmişti ve bana kahve gözleriyle bakıyordu. Hıçkırırcasına yorgun bir şekilde ağladım. Masum yavrum bu kaderi hak etmiyordu.
Sopsoğuk bir rüzgârın gece yarısında değil de Güneş’in aydınlık sabahıyla doğmayı hak ediyordu. Geleceği şimdiden belirlenmiş gibiydi. Gözlerim yaşlı bir şekilde izlemeye devam ediyordum.
Ah, kadersiz yavrum! Bu vakitte doğman şart mıydı? Dokunmaya kıyamıyordum. Acı içinde gülümsedim. “Senin adın Doğan olsun mu?” diye mırıldandım. Sanki beni duymasını ister gibi… Geleceğine bir Güneş gibi doğacaktı.
Yanaklarına hafifçe öpücükler kondurdum, acıtmaya korkar gibi… Ağır hareketlerle kulağına doğru eğilip adını, üç kere fısıldadım. “Doğan, Doğan, Doğan…”
Hayatımın tek güzelliydi doğması. Bir ışıktı karanlığımda. Tek mucizeviydi. Biraz daha kendimi sıkarsam bayılacaktım. Yorgun bakışlarım kapanmak için direniyordu.
Kapı bir anda kırılarak açıldı. İçeriye bir ordu polis girerken bakışlarımı kapıya çevirmedim. İfadesiz tavrımı yüzüme maskeledim ardından sağlık ekipleri gelince beni bu halde görmeyi beklemiyorlardı. Şimdi mi akıllarına gelebilmiştim. Birkaç saattir işkence çekerken neredeydiniz?
Öne çıkan heybetli bedenli polis olayı anlamaya çalışır gibi kaşlarını çattı. “Hakkınızda şikâyet var?” diyerek bakışlarını az ötede duran cansız bedene gitti. Kaşları iyice çatıldı.
Gördüğü manzara hiç iyi değildi. Normaldi tavırları. Kim bu olayda sakin ve soğukkanlı kalırdı ki?
Ki, gerçi ben öyle davranmıştım. Bir gram bile vicdanım sızlamamıştı.
Sağlık ekipleri ilk önce onun yanına gitti. Yaşadığını anlamak için nabzını yoklarlarken çok geçti. Ölümünün üstünden çok saat geçmişti. Bakışları hızla öndeki polisi buldu.
“Ölmüş…” diye fısıldayan sağlıkçıyla sedye getirmelerini istedi. Gücüm git gide tükeniyordu. Polis araçların ve ambulansın ışığı sokağı aydınlatıyordu. Zar zor işittiğim sesler buranın insanlarına ait gibiydi. Başım yana kaydı. Ölecektim belki de.
Cesedi bir siyah torbaya koydular. Sedyeyi de benim yanıma getirirlerken ‘nihayet’ diye içimden geçirdim. Bedenim saniyeler içinde sedyeyle buluşurken kollarımın arasından oğlumu almışlardı. Telaşla doğrulurken heybetli duran polis engelledi.
“Oğlumu nereye götürüyorsunuz?” diye haykırdığımda cevap vermeye tenezzül etmediler. Gözümün önünden yavrumu alıp götürdüler.
“Arama ekipleri buraya gelsin.” diyen polise başını sallayarak onayladı bir başka polis. Sedyeyle ambulansa taşınırken komşular kendi aralarında fısıldıyorlardı. Onların yüzüne nefretle baktım.
“Ancak dedikodu peşine düşersiniz!” diye acıyla bağırdım. Sesim, çığlık atmaktan kısılmıştı ama yine de bağırabilmiştim. “Yazık size. Sizin gibi kadınlar bu vahşete sustunuz ya! Dilerim ki cezasız kalmaz! Allah’ın adaletine bırakıyorum, vicdanınızı. Unutmayın bu günü! Bu gün sizin üzerinize karabasan gibi çöksün, ahım olsun!” ambulansın kapıları kapandı. Ambulans gece yarısı, sokaktan gürültüyle ayrıldı ve yorgun olan bedenim bir süreliğine iflas bayrağını çekti.
Bir süre sonra bilincim yerine gelirken hala ambulanstaydım. Karnımdan aşağıya doğru akan kanlar kurumuş üstüme yapışmıştı. Ellerime baktığım zaman onun kanıyla birlikte oğlumun doğduğuna beyan eden kanlar mevcuttu. Hiç acımadan bıçağı bedenine saplamıştım.
Acı içinde kıvranırken sonunda hastaneye varmıştık. Ambulans, acilin önünde durduğu gibi arka kapıları hızla açtılar ve sedyeyle beni dışarıya çıkardılar. Arkamızdan gelen iki polis aracı da hemen ambulansla eş değer yanında dururken dudaklarımın arasından tiz bir acı daha peyda oldu.
Etrafımıza dolanan doktorlarla birlikte hemşireler hemen bir başka sedye getirip beni onun üstüne taşıdılar. Acıya dayanamıyordum artık. Baygınlık geçirecek kadar vücudum halsiz düşmüştü. Oysaki şimdiki çektiğim acı hiçbir şeydi. Ben nelere göğüs gerip acılara rağmen ayakta dimdik durmuştum, bu zamana kadar. Şimdi ise ölmek ve bütün acılarımın son bulmasını istiyordum.
Aklıma oğlumun gelişiyle hızlıca bakışlarımı polislere çevirdim. O an acılarımı unutmuş gibiydim. “Oğlum nerede benim? Onun, benim şefkatime ihtiyacım var şuan?” polise yalvardım. Takmıyordu. O sırada beni hastanenin yataklarından birine taşıdılar. Bir koluma değen soğuk kelepçeyle yatağın demir tarafına kelepçeledi. Ben burada acıdan ölürken ‘oğlum ne halde şuan’ diye düşünüp kafayı yerken, buz gibi ifadeyi yüzüne takınmış bir polis beni kelepçeleme derdine düşmüştü.
Tekrardan polise doğru bağırdım. “Oğlum, nerede dedim size?” yataktan kalkmaya çalıştım ama buna müsaade etmedi. Polis, bakışlarını bana sertçe çevirmiş uyarıda bulunuyordu.
“Bana bak, kadın! Bana bir daha bağırırsan, buradan ancak cesedin çıkar anladın mı?” parmağını öne doğru savruldu ve tehdit vaki bir şekilde bağırdı. Yüzüne çaresizce bakmaya devam ettim.
“Oğlun, kuvözde.” dedi soğuk ve sert bir tavırla. Ardından alayla dudak kıvırınca tüm gücümün tükendiği için daha çok çaresizdim. Çünkü bu polis azarlamayı hak ediyordu.
“Zaten, artık hapiste mi büyür yoksa yetimhane köşelerinde mi büyür orasını bilemem?” arkasına umursamaz bir edayla dönüp kapının önünde durmaya devam etti.
Nefesimin kesildiğini hissettim. Kelepçeli kolumu oynatmaya takatim bile yoktu. O kadar hissi ve yorgundum.
Önüme iki seçenek sunmuştu. Bir sorunun iki cevabı olabilir miydi? Ve hangi şıkkı seçersem seçeyim ucu mahkûmluktu. Başka bir çıkış yolu yok muydu gerçekten?
Oğlum, Doğan’ım… Canım yavrum. Sen bu hayatı hak etmedin. Annenin kaderini yaşamayı hak etmedin…
Hak etmedin yavrum…
?
ŞİMDİKİ ZAMAN…
Hâkim ile karşı karşıyaydım. Sert sesiyle, makamına elindeki çekiçle vurup davayı başlattı. “Sessiz! Duruşma başlamıştır.” dedikten hemen sonra gözlüklerinin üstünden bana baktı. “Sen, kızım?” dedi beni işaret ederek. Daha sonra sözlerine devam etti.
“Kocanı öldürmekle suçlanıyorsun kızım? Bir savunman var mıdır bu konu hakkında?” savunma… Neyin savunması hâkim bey? Bile isteye işledim cinayeti.
Tüm deliler, kanıtlar toplanmıştı ve beni gösteriyordu, tüm iddialar. Sustum, sadece sustum. Savunacak bir tarafı yok hâkim bey…
Sessizliğim, herkesi gerdi. Hâkim, sabırla diyeceklerimi bekliyordu. Boşuna bekliyordu. Bir şey diyecek değildim.
“Kızım, kocanı neden bıçakladın?” üstüme gelerek itiraf etmemi istiyorlardı ama daha zamanı vardı. Hala sabırla bekliyordu.
Dudaklarım kurudu, ıslattım. Ellerimi önümdeki kafes gibi olan demire yaslayıp sıktım. Daralıyordum. Sabrı yavaş yavaş tükendiğini nefes alışverişinden anladım. Dudaklarımı ağırca araladım ve buruk bir şekilde konuşmaya başladım.
“Eziyet ettiği için hâkim bey. Evlendiğimizden beri şiddet görmekten… Karnımda kendi çocuğu varken acımadan tekmeler savurup durduğu için… Bir gün bile gün yüzü göremediğim için. Daha sayayım mı yoksa bunlar yeterli mi sorunuzun yanıtı için.” başımı dikleştirdim. Pür dikkat dinlemeye devam ediyordu.
“Ha…” diye ‘a’ları uzattım. “Yok, biz o kısmı ile ilgilenmiyoruz, biz adalet kısmıyla ilgileniyoruz. ‘Senin yaptığın suç.’ diyorsanız? O zaman iş başka!” imayla sırıtarak öfkemi yavaş yavaş kusuyordum. Bu, bana yetmedi ve sözlerime devam ettim. Gözlerinin içine baka baka hem de.
“Adalet nedir hâkim bey? Bir kadın bir eşten zulüm görüyor ve kimse kılını dahi kıpırdatmıyor. Oysaki korunası gerekmiyor mu hâkim bey? Ya da… Ben, evde tek başıma doğum yaparken adalet neredeydi? Yoktu değil mi?” dedim deli gibi kahkahalara boğulurken. Deliymişim gibi hayretle baktı.
“Zoru seçmektense en kolay yol hangisiyse onu seçersiniz, değil mi HÂKİM BEY! Bir kadın.” dedim elimi öne doğru savurarak. “Kocasından zulüm görüyor! Bir diğer kadın tecavüze uğruyor! Bir diğeri ise tutsak tutuluyor! Neden peki, sırf kadın olduğu için. Sırf dışarıya adım atıp gezdiği için. Adalet bu mu, ha? Söyleyin, adalet bu mu? Ben, sizin adalet dediğiniz şeye insanlık yoksunluğu derim! Yaratık derim. Ama Allah yukarda bu yaşananların cezasını verecek bir gün elbet!” yıllardır içimde tuttuğum sessizlik şimdi dayanamayacak raddeye gelmiş bir şekilde fütursuzca dudaklarımın arasından dökülüyordu.
Sessizlik, benim en iyi ortağımdı. Derdimi sessizliğe fısıldıyordum. Sessizlik, benim içimde olan çocukluğumdu.
Kendimden emin bir şekilde başımı hâkim beye doğrultup soğukkanlı bir edayla dudaklarımı araladım. “Evet, ben öldürdüm. Zalim Akın’ı bile isteye öldürdüm. Yaptığımdan da hiç pişman değilim, yine olsa yine yaparım. Zalim Akın’ın katili bizzat benim!” sözlerim son bulur bulmaz dudaklarımı acı dolu bir burukla kapadım.
‘Bir kadın o geceye denk sustu. O kadın, o geceye kafa atarak sessizliğe son verdi. O kadın, o gece bir kadın cinayetin olmasına müsaade etmeyerek gaddar adamı bıçakladı. Sessizliğe son verildi. Şiddete maruz kalan bedeni artık morluklara son verildi. Uykusuz kalan gözleri vuslata erdi. O gece son buldu. Bir ömür hapishane köşelerinde geçse de huzurla başını yastığına koyup uykuya dalacaktı.
O gece bir hayat bitti. O gece bir hayat mezara gömüldü. O gece bir hayat hapse girdi ve tanıkları ise gecenin sessizliği ve karanlığıydı. O gece bir hayat paramparça hale geldi. Umutlar, hayaller karanlığa karışıp yok oldu. Zifiri karanlık o gece hiç aymadı. Güneş hiç doğmadı. O gün, gece karalığında bir hayat söndü. Kimsesiz bir bebek gecenin sessizliğine inat doğdu. O gün, o gece bir katliam işlenirken dünyaya bir bebek ağlama sesiyle yankılandı.’
Hâkim bey duyduklarıyla bocaladı. Tek kelime dahi edemedi. Duymak istediklerinden daha çok, bambaşka konuşmalar hâkim beyi bocalatmıştı. Kendini silkeleyip toparlamaya çalıştığı anda elindeki çekici makamına tekrar vurdu ve bu sefer oturmak için değil ayağa kalkmak için hareketlenmiştik.
“Karar!” diye bağırdı. Cezamı biliyordum. Ama yine de içimde bir yerde bedel ödememek isteyen yanım ağır basıyordu. “Sanığın cinayeti işlediğini kendi ağzı ile itirafta bulunmasıyla beyan edilmesine… Sanığın, kasten adam öldürmekten müebbet hapis cezasına karar verilmiştir.” cübbesi üstünde bir şekilde duruşma salonundan ayrılırken kulaklarımın içinde ‘müebbet’ deyişi yankılanıyordu.
Müebbet! Müebbet!
O an, adaletin de bittiğini anlamakla kalmayıp, yok oluşunu gözümün önünde seyredip kalmıştım. Adliyenin salonun ortasında kalakalmış, idrak etmekte zorluk çekiyordum. Beni, kendime getiren İki kolumdan tutan memur olmuştu.
Bir zulme son vermek bu kadar bedele mi çarpılıyordu? Dile kolay, ömür boyu müebbet! Oğlum, reşit olup hayata atılınca ben hapishanenin parmaklarında yolunu gözleyecektim.
Kendimden geçmişçesine adliyenin önünde haykırıyordum. Herkes bana bakıyordu. İki kolumdan tutan memurlardan kurtulmaya çalıştım. “Hayır!” dedim çaresizlikle. “Hayır, bu adalet değil! Ben, bunu hak etmedim. Ben, bu hayatı istemeyerek göğüs germek zorunda kaldım. Hayır, benim kurtuluşum bu olamaz! Özgür olmam gerekir benim, şuan.”
Kelepçeli ellerimle öne doğru atılmaya çalıştım. İki memur, beni zar zor zapt ettiriyordu.
Yoruldum!
Yoruldum, esir altında kalmaktan. Özgürlüğümü geri istiyordum. Bana özgürlüğümü verin! Yalvarırım… Ben, oğlumu hapishane köşelerinde büyütmek istemiyorum! Benim gibi tutsak kalsın istemiyorum! Hayatını yaşasın, âşık olsun, evlensin, çoluk çocuğa karışsın istiyorum. Esir hayatıma mahkûm kalmasını istemiyorum!
Adliyeden çıktığımız gibi cezaevi aracın arkasına bindirdiler. Araç her sallandığında yüreğim ağzıma geliyordu. Bir süre sonra araç durdu, kapılar ardına kadar açıldı. Cezaevinin önüne geldiğimizde dış kapı gürültüyle açıldı. İçeriye geçtiğimizde kelepçelerimi çözdüler ve üstümde ne kadar metal varsa aldılar. Tekrardan koridorların arasından ilerlerken bir koğuşun kapısının önünde durduk.
O kapı da aralandı. Acıyan ellerimi ovaladım. İçeriye adım attıkça ruhumdan bir parça kopuyordu. Bakışlarımı çekinircesine etrafa çevirirken arkamdan kapı hızla kapandı. Bir kadın benden büyük biriydi. Yanıma kadar geldi. Daha da küçüldüm. Elini sıcakkanlıkla omzuma koydu.
“Geçmiş olsun, bacım. Allah kurtarsın.” diyerek dudaklarına sıcak bir tebessüm yerleştirdi. Hiç bilmediğim yerde hiç tanımadığım insanların arasına karışmıştım. Gerçekten mahkûmlar mıydı yoksa onlarda benim gibi çaresiz, lal insanlar mıydı?
Başımı ağır bir şekilde öne doğru salladım. “Sağ ol abla.” sesim duyulmayacak kadar kısık çıkmıştı. Yerimi gülümseyerek gösterdi. Yatağım, cam kenarının en dibinde duran ranzanın üst kısmındaydı. Sessiz ve çekingen adımlarla yatağıma doğru ilerlerken bir yandan da diğer kadınların ‘Allah kurtarsın.’ sözlerine kulak asmayarak görmezden geliyordum.
Ne yapacağımı bilemeyen bir edayla kare şeklindeki penceremden dışarıyı seyrettim. Bu yaşadıklarım, neyin bedeli olabilirdi ki… Ne günah işledim de bu kadar ağır bir bedel ödüyordum. Aklım ve kalbim oğlumda kalmış bir şekilde sessizliğe lal olmuştum.
ÜÇ GÜN SONRA…
Yeni bir günde yeni bir sabahla uyanmak artık acıdan daha çok korku veriyordu. Oğlumu, bugün yanıma getiriyorlardı. Şu üç günde o kadar hasret kalmıştım ki Doğan’ıma. Kokusu cennetti.
Koğuşun kapısı hızla açıldı ve gözümün önüne gardiyanın kucağında olan oğlum belirdi. Ona özlemle koştum. Kucağıma bir hızla alarak o özlem duyduğum cennet kokusunu içime çekmiştim. Şimdi yaşıyordum işte. Asıl şimdi özgürleşmiştim. Oğlumun varlığı bana nefes veriyordu.
Allah’ım, sen bana yavrumu kavuşturdun ya ölsem de gam yemem artık. Oğluma daha sıkıca sarıldım. Yanaklarını öpücüklerle boğdum. Hasretim dinmek bilmiyordu. Sanki üç gün değil de üç yıldır hasret kalmışım gibi.
Yanaklarımın arasından dökülen yaşlarım ciğerlerimi boğuyordu. Bir anne, oğlundan ayrı kalınca ne çaresiz duruma düşüyormuş şimdi daha iyi anlıyordum.
“Annem…” diye içli içli ağladım. “Yavrum benim. Özür dilerim, binlerce kez özür dilerim senden.” özrümün affı yoktu. “Babanı öldürdüğüm için affet beni. Seni babasız bıraktığım için affet…”
Gözleri sanki anlamış gibi bakıyordu. Ardından çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Oğlum sanki beni duymuşçasına ağlayarak isyan ediyordu. O küçücük bedeniyle ortalığı sarsarcasına ağlıyordu.
Onunla birlikte ben de sarsılarak ağlamaya başladım. Beni affedene dek ağlamış ve göz pınarlarımı körleştirmiştim. Onun affına sığınarak yaşamaya çaresizce devam ediyordum.
Bir evlat annesinden koparılmamalıydı. Onun sıcacık kollarının arasında şefkatine muhtaç bırakılmamalıydı. Hayatı boyunca esir tutulan bedenler artık özgürleşmeliydi. Bir anne, öz evladının babasını öldürecek raddeye kadar gözü dönülmemeliydi. Bir anne, yavrusunun hayatını çalmamalıydı. Anneler kutsallıktan çıkarılmamalıydı. Bir evladın, anne sevgisinden mahrum kalmamalıydı. Bu adalete artık son verilmeliydi! Artık bu zulme biri dur demeliydi.
Tags: #gençkızedebiyatı #romantik #sevda aksiyon aşk asker evlilik Gençkurgu genelkurgu romantizm