IMG-20210219-WA0000

Üstümüz sonsuzluk, altımız sonsuzluk…

Ahşap evimin, ahşap  çerçeveli camın altından gelen ince rüzgar sesiyle açtım gözlerimi. Yine yağmayan karın, buz kesen soğuğu doldurmuştu odayı. Yorganın altına daha çok sakladım kendimi. Ahşap kapının gıcırtısıyla içeriye başını uzatan kocam gülümseyerek baktı.

“Sobanızı yaktım hanımefendi, çayda oldu. Hadi acıktım.” dedi gülümseyerek. Sadece başımı sallarken yorganı açıp, buz kesen havanın içine bıraktım kendimi.

Yataktan doğrulup ayağıma terliklerimi geçirdim. Parmaklarımla hafifçe kaldırıp “günaydın oğlum.” dedim terliklere. Yusuf’um, Van’daki usta birliğinde giymek için  kendine terlik alırken bana da almıştı sağ olsun. Gözleri gibi mavi, saçları gibi siyah çiçekli terlik. Ellerimin iyice üşümesiyle terliklere gülümsemeyi bırakıp soğuk, sanki dışarıda ki karın bütün soğuğunu üstüme giydim aceleyle. Hızla geçtiğim oturma odasının sıcaklığı yüzüme vururken tülü çektim ve bütün güzelliğiyle yağmaya başlayan karı seyrettim bir kaç dakika. Odanın sessizliğini dolduran saate çevirdim başımı. Dokuz olmuş. Mutfağa geçip kahvaltıyı hazırlamaya başladım. Ve yine telefonum çaldı. On aydır çoğunlukla olduğu gibi aynı saatte.

“Oğlumm.”dedim bütün hasretimle kulağıma dayadığım telefona.
“Günaydın annem, kahvaltı hazır mı, geliyorum.” dedi gülme sesiyle birlikte.

“Bıkmadın her aramada aynı şakayı yapmaktan be oğlum.” dedim gülerken.
“Her sabah senin sofranı özlüyorum, ondandır.” dedi sesinin neşesi düşerek.
“Sen gel, ben sana akşam kahvaltısı da  hazırlarım oğlum.” dedim sesimdeki burukluğu fark ettirmemeye çalışarak.
“Annem bugün çabuk kapatacağım, babama selam söyle, ikinizin de ellerinden öpüyorum.” dedi telaşla.
“Aleykümselam oğlum. Hepiniz Allah’a emanet olun kuzum. “diyerek telefonu  kapattım.

Yine akan gözyaşlarımı silerek kahvaltıyı oturma odasındaki küçük ahşap masaya hazırladım. Musa masaya otururken çayları doldurarak önümüze bıraktım.
“Yusuf’um selamı söyledi, aceleyle kapattı bugün.” dedim içimdeki buruklukla.

“Devriyeye çıkacaktır.” dedi Musa.
Sessizce geçen kahvaltımız bitmişti. Emekli olduğundan beri yaptığı gibi o kahvehaneye gitti, ben ev işlerine başladım. Her gün, her noktası  sessizlik dolan evimin işini  bitirdiğimde hava daha mı çok  soğumuştu?
Sobanın başına gelerek bitmek üzere olan çam odundan yenisini attım. Ellerim ne kadar üşümüştü. Sıcak  yalaz vuran ellerimi ısıtıp, camın kenarındaki  plastik sandalyeye oturdum. Bir karış olmuş karda oynayan küçüklü büyüklü komşu çocuklarını seyrettim uzunca, gülümseyerek.

Bahçe kapısından giren Musa’ yı görünce ayağa kalkıp evin kapısında karşıladım.
“Hoş geldin Musa.” dedim başındaki örme şapkayı alırken.

“Hoş bulduk Rabia. Hasta olacağım herhalde içim üşüdü, duramadım,” dedi mantosunu çıkarırken.

“Bende olacağım galiba, bende aynıyım.” dedim. Oturma odasına geçerek ben yeniden sandalyeye, Musa sobanın arkasındaki kanepenin kenarına oturdu. Yan tarafındaki sehpadan televizyon kumandasını alarak sürekli yaptığı gibi haberleri açtı. Haber, spor seyretmekten bıkmaz mıydı insan?

Haber kanalının son dakika yazısı ve jeneriğinin ardından kadın sunucunun sesi, evin duvarlarında yankılanırken gözlerimi televizyona sabitledim.

“Van’ın Bahçesaray ilçesinde çığ düşen yolda arama kurtarma yapan ekiplerinin üstüne yeniden çığ düştü. Çığ altında kalan kaç kişi olduğu tam olarak bilinmezken sayının ellinin üzerinde olduğu düşünülüyor.”

Van???Çığ?? Ekipler?

Yüreğime oturan buz dağıyla birlikte kulaklarımda başlayan uğultudan, sunucunun ne dediğini artık duyamaz oldum. Musa ile bakışlarımız acıyla buluştu.

Titreyen elindeki kumandayı yan tarafına bırakarak cebinden telefonu çıkarırken, yüzü kar kadar beyaz olmuş sürekli yutkunan Musa’nın eline kaydı yaşlı gözlerim.

‘Gururum’ yazan ismin üzerine tıklayarak kulağına götürdü telefonu. Gözlerimin içine bakmaktan kaçınarak  yerdeki halıya sabitledi bir anda kızaran gözlerini. Sessizce bekleyiş sonunda tekrar aradı, tekrar, tekrar.

“Müsait değildir, ondan açamıyordur? Değil mi?!” dedim yalvarmamın karşılığını ondan bekler gibi.

Başımı dışarıda neşeden kahkaha sesi gelen çocuklara çevirdim.

Üşümeleri umurlarında olmadan, parmakları ve burunları kıpkırmızı olmuş, yüzleri neşeyle gülerek   kartopu oynayan çocuklara daldı gözlerim.
Yüreğime düşen buzdan ateş içimi  yakarken, bedenim kaskatı kesilmişti. Eksi elli derece de kalmışım gibi titremeye başlayan vücudumu zorlayarak kanepenin üzerine yığıldım. Çığın altında biz kalmışız gibi olduğumuz yerde uyuşmuş, titremekten başka bir şey yapamadık saatlerce.  Tek dua koptu yüreğimin dilinden; ” Yarabbim sen hepsini koru!”

Musa sadece sürekli ‘Gururum’ yazan isimi ararken neden başka kimseyi aramadı? Ben neden uyaramadım?

Saatler ne kadar acımasızdı. Saniyeler ile günler yer değiştirmiş, bize zaman kovalamaca oyunu oynuyordu.

Akşam karanlığı odanın içini karartsa da karın berraklığı birbirimizi görmeye yetiyordu.

Ne rahat nefes alabildim, ne yüreğimdeki korkuyu umutla yenebildim.

Kanepede uzanmış gözlerimi sabitlediğim tavanda dönen mavi yoğun ışığı görünce yerimde doğrularak camdan dışarıya baktım.

En önde mahalle muhtarının arabası, Mavi ışıklı ambulans, arkasında jandarma arabası, bahçe kapısının önüne sıralanarak durdular. Arabaların ışıkları etrafı aydınlatırken, ocağıma kara haberi getirdiklerini yüreğimin her zerresiyle hissettim.

İçeriye girmelerine gerek yoktu. Ölümün soğukluğu evin her santimine adını kazıyarak yazarken, sesimiz kısılana kadar acıyla bağırmalarımızla dolmuştu.

“Vatan sağ olsun”

Her harfinde binlerce anlam yüklenmiş kelime.

Yüzlerini karartı halinde gördüğüm fakat tanıyamadığım  insanlar kimdi bilmiyorum. Çok fazla kalabalıktı evin içi. Resmi ve yerel kıyafetli insanlar birbirine karıştı. Binlerce insanın yüreği Musa ve benim yüreğim kadar yanıyor mu?

Acı siren sesi gönlümün duvarlarına yankıyla hissettirdi kendini.

Beyazların içinden, kırmızının en güzel rengiyle sarılmış tabutu getirdiler, önüme bıraktılar.  Ellerimle soğuk tabutu sevebildim sadece. Ne esmer tenini gördüm, ne cennet kokusunu koklaya bildim. Son kez kısacık misafir oldu evine. Ayrılığın acısının bu kadar yakıcı olması adil değil.

Ama Vatan Sağ olsun işte.

Bayrağı sırtında peygamber ocağına yolladığım gibi yolcu ettim Yusuf’umu.

En soğuk haliyle, başkalarının içine neşe olan beyaz karın ve kara toprağın altına sakladılar onu.

Yetmedi mi üşümesi? Doymadı mı beyazın saflığına?

Düşen her kar tanesi bir damla ateş oldu yüreğimde. Bu yüzden kar yağdı mı ruhum üşür benim.
Oysa ne kadar isterdim onunda bir kış masalını yaşamasını…

Tags:
Paylaş
2 Yorum
  1. Ahmet baran 2 sene önce

    Çok güzel kaleminize sağlık ??

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account