GİRİŞ
Korku; ölümün kıyısında olan birine yalanlarla bezenmiş binlerce yemini ettirebilirdi, ama hiç bir yalan zamanı gelmiş bir ölüme meydan okuyarak, sahibini ondan kurtarma gücüne sahip değildi. Akar suyun yatağını bulduğu gibi, insan da tüm korkularına, kaçışlarına, yalanlarına rağmen onu bekleyen kaderiyle er ya da geç yüzleşiyordu, bu yüzleşme ölüm olsa bile. Her kesin gemisi ait olduğu limana varır, yaşaması gereken ne ise kaderine de o yazılırdı. Azrail bir ruhu bedenden ayırmanın zevkini her zerresinde hissetmezdi belki, ancak Evran Karan can alırken zalimliği azraili aratan nadir insanlardandı. O son nefesi tükenene, ruhu bedenini ebediyen terkedeceği ana kadar, kurbanının ruhuna hükmettiği korkuyu bir kadehin içindeki ölümcül zehrini tattırır gibi tattırmak, gözlerinin içindeki o tuvale en güzel tablosunu çizen ressamın inceliğini anımsatan bir incelikle korkunun resmini çizmek isterdi. Sonunda ise mutlaka yapmak istediğini yapar, kurbanının gözlerine korkunun resmini en kusursuz haliyle çizerdi ve kendi elleriyle yarattığı bu tabloya her zaman gururla, gücünün farkında olarak bakardı.
“Y-yemin ederim. Ben sadece… Ben ona zarar vermek istemedim. Çok öfkeliydim ne olduğunu anlamadım.” Öksürerek devam etti konuşmasına.
“Hem sen ne zamandan beri bu kadar merhametli oldun?”
Titreyen sesiyle son çırpınışlarını verirken kurtulma umuduyla bir yalana daha tutundu düşünceleri. Lakin bilmediği merhametinden kendisini öldüreceğini sandığı adamın gözlerinde merhametsizliğin izlerini taşıdığı ve o gözlerin yaşanan manzarayı seyretmeye olan alışkanlığıydı. Kendisini kurtarmak için söylediği yalan ve pişmanlığının görünen sahteliği hiç bir kanıta ihtiyaç duymadan belli ediyordu kendini. Yolun sonuna gelmişliğin hissettirdiği korku beyninin gerektiği gibi çalışmasını engelliyordu ve kurtuluşu zannettiği sözler aslında mezarına atılacak toprağa bir yenisini daha eklemek demekti. Zira karşısındaki adam kana susadığı için can alan sıradan bir cani değil, şeytanı bile kuklası yapabilecek kadar kurnaz olan adam, Evran Karan’dı.
“Ben merhametli değilim.” Diyerek hafifçe gülümsedi ve adamın buz mavisi gözlerindeki soğukluk sözlerine de yansıdı.
“Ve sen sadece şerefsiz değil, bunun merhametle ilgisi olmadığını anlayamayacak kadar beyinsizsin de.”
“Sana karşı hiç yanlışım olmadı.”
Karşısındaki adamın sesi korkudan dolayı kısılmıştı. Zihni içinde bulunduğu durumun gerçekliğini algılamakta hâlâ güçlük çekiyordu. Bu güne kadar patronu olan adamın her istediğini yapmış, bir dediğini iki etmemişti. Şimdi ise başına dayanan silahın namlusu, sadece karısına şiddet gösterdiği ve doğmamış bebeğinin düşmesine sebep olduğu içindi.
Evran Karan izlediği manzaradan keyif almak bir yana dursun adamın yüzüne bakarken derin bir tiksinti duyuyordu. Bu nedenle daha fazla konuşmasını, yalvarmalarını dinlemek istemiyordu. Dinlese bile bu zaman kaybından öteye gitmezdi zira o bir kez kararını verir ve verdiği kararı uygulardı. Koşullar aksini gerektirmedikçe de kararından geri dönmezdi. Derin bir nefes vererek bulunduğu yerden iki üç adım geriye gitti ve elini yavaşça beline götürerek gümüş rengi silahını belinden çıkardı. Parmakları tetikteki yerini alırken duruşu bugüne kadar gördüğü tüm katilleri bile kendine hayran bırakacak bir soğukkanlılık taşıyordu.
“Eğer bu kadar adi biri olmasaydın ve hayatta kalma şansın olsaydı, ilerleyen hayatında çok işine yarayacak bir tavsiye verirdim sana.” Tiksinircesine sağ dudağını hafifçe yukarı doğru kıvırdı.
“Her zaman acımasız, gerektiğinde vicdansız ol. Ama asla şerefsiz olma!” Dudaklarından tiksintiyle dökülen kelimelerin ardından bir salise bile düşünmeden silahını ateşledi ve tek kurşunla karşısında saatlerdir yalvaran adamın hayatına son verdi.
Adam onun emrinde çalışıyordu, her istediğini sorgusuz yapardı ama asla yapmaması gereken bir şey yapmış, karısına şiddet göstermiş ve bebeğinin de ölümüne sebep olmuştu. Evran Karan normalde çalışanlarının özel hayatlarına karışmazdı, onu ilgilendirmezdi de zaten ama her zaman uyduğu prensipleri vardı ve bu prensiplere aykırı davranan kim olursa olsun yaptığının affı değil cezası olurdu. Bu ceza ise mutlaka ölümle sonuçlanırdı.
Silah sesi İclâl Karan’ın kulaklarına ulaştığında, tüm dikkati okuduğu satırlardan şimşek hızıyla uzaklaştı. Yarı uzanmış bir hâlde olduğu kanepeden yavaşça kalkarak sayfasını unutmamak için hâli hazırda okuduğu kitabın arasına ayraç yerleştirdi ve elinde tuttuğu kitabı kanepenin karşısında bulunan sehpanın üzerine bırakarak hızla bulunduğu odadan çıktı. Merdivenleri aynı hızlı adımlarla inerek alt kata geldikten sonra abisi gelene kadar odada volta atmaya başladı. Abisinin kimin hayatını mahvettiğini merak ediyordu ve cevabı öğrenmek için onun gelmesini bekleyecekti. Bu bekleyiş uzun sürmemiş ve Evran Karan yaklaşık beş dakika sonra evin kapısından içeriye girdiğinde kız kardeşini karşısında bulmuştu. Genç kızın bakışları abisiyle buluşurken gözleri üzerindeki beyaz gömleğinde rota çizmeye başladı. Evran Karan’ın ellerinde kan lekesi olmamasına karşın beyaz gömleğine sıçrayan ve yer yer kırmızı leke oluşturan kanlar az önce işlediği cinayetin izleriydi.
“Abi,” dedi sakin ses tonuyla. Abisi dikkatini kendisine yönelttiğinde, “Yine kimin hayatını ellerinden aldın?” Dediğinde, merak ettiği tek soru dudaklarından döküldü genç kızın.
“İclâl?” Kardeşinin adını soru sorarcasına söyleyen adam, bu hadsizliğine içinden gülmüş, bu kızın asla akıllanmayacağını düşünmüştü. İclâl Karan susması gereken yerde yine diline hakim olamamıştı.
“Benimle bu şekilde konuşma hakkını kendinde nereden buluyorsun?”
“Ya sen?” Ağzından çıkan her cümle, tohumları yıllar önce ekilmiş korkunun dallarının uzayarak yaralı kalbini sarmasına sebep oluyor, kalbi söylediği her cümlede korku dallarının daha da sıkılaşmasıyla ritmini hızlandırıyordu. Yutkundu ve içindeki karanlıkta var olan korkunun; saklandığı yerden çıkarak parmaklarını kalbine dokundurmasını görmezden gelmeye çalıştı. Konuşmaya devam ederken “Sen başkalarının hayatını elinden alma hakkını, canını sıkan herkesi öldürme hakkını kendinde nereden buluyorsun?”
Kardeşinden bu kadar nefret etmese cesaretinden etkilenebilirdi adam, ancak saygısızlığı sadece ona sinirlenmesine sebep oluyordu. Evran Karan saygısızlığa tahammül edemeyen bir adamdı, tahammül etmekte zorlandığı bir diğer şey ise kardeşinin varlığıydı ve bu iki tahammülsüzlük birleşince adamın sinirlenmesi kaçınılmaz sonun gerçekleşmesi gibiydi.
“Eğer canımı sıkan herkesi öldürmüş olsaydım, sen şu an karşımda bu şekilde saygısızca konuşamazdın. Öyle değil mi kardeşim?” Kardeşim kelimesine baskı yaparken ses tonundaki görünmeyen ama hissedilen tehdit genç kızın içinde yaşattığı korkunun gözlerine de yansımasına sebep oldu. Evran Karan bir kaç adım ileri atarak kardeşinin tam karşısında durduğunda, elini hafifçe kaldırdı ancak bu hareketi genç kızı korkuttuğundan, irkilerek bir adım geri çekildi. Eli havada kalan adam kardeşinin tepkisi karşısında gülümserken,
“Korkma,” dedi ona bir adım daha yaklaşarak. “Bu saygısızlığına sinirlensem de sana vuracak değilim.” Evran Karan şiddete karşı olan bir adam değildi; kadına şiddete karşı olan bir adamdı. Ne var ki bu onun İclâl’in hayatını mahvetmesine engel olamamıştı.
“Prensibim nedir bilirsin. Her zaman acımasız, gerektiğinde vicdansız ol. Ama asla bir kadına şiddet gösterecek kadar şerefsiz olma.”
Son cümlesini onaylamak istercesine başını iki yana salladı. Ardından yüzündeki gülümsemesini silmeden başını hafifçe dikleştirerek konuşmasına devam etti.
“O adam bunun için öldü ve senden tüm kalbimle nefret ediyor olsam da, sana asla şiddet göstermedim ve göstermem.” İclâl bazen erkek değil de kadın olduğu için şanslı olduğunu düşünürdü. Abisinden zarar görmüştü ve çocukluğundan süregelen derin yaralar almıştı. Ancak erkek olsaydı fiziksel şiddete de maruz kalabilir, çoktan abisinin öfkesinin kurbanı olurdu. Adam yorgun bir şekilde gözlerini bir kez kapatıp tekrar geri açtı.
“Ama bir gün öldürmeyeceğimin garantisini de veremem.”
Söyledikleri genç kızın içini az da olsun rahatlamıştı, en azından abisi yakın zamanda onu öldürmeyi düşünmüyordu. Yine de abisini sinirlendirmemesi gerektiğinin farkındaydı ancak içinde kendine hakim olamayan bir taraf vardı ve o tarafı abisine duyduğu korkusuna rağmen susturamıyordu.
“İnsanları öldürmeye bayılıyorsun değil mi?” Genç kızın sesi gizli bir isyan, belirgin bir acı barındırıyordu.
“Parmaklarına başkalarının kanının bulaşmasından zevk alıyorsun?”
“İclâl,” Kardeşinin adını söylerken adamın gözlerinde o ihtişamlı parıltı, yüzünde ise sadece kardeşine karşı kullandığı o soğuk, nefret dolu gülümsemesi vardı. Ses tonu fazlasıyla sakindi ama kız kardeşi abisinin sabrının sınırlarında olduğunun farkındaydı ve onu tanıdığından bu sakinliğin ne olduğuna da aşinaydı. Fırtınadan önceki sessizlik değildi abisinin sessizliği. Evran Karan getirdiği yıkımdan kurtulmanın imkansız olduğu fırtınanın kendisiydi. Fırtınanın kopmasını beklerken aslında o fırtına kendisini bekleyeni çoktan savunmuş olurdu ve fırtınada savrulan bunu farkettiği zaman yapılacak bir şey kalmıyordu. Adamın daha fazla karşısındaki kızı görmeye tahammülü olmadığından
“Yıkıl karşımdan!” Dedi. Evran Karan’ın sakin ama sert sesinde aksini yaparsa, ruhen canının yanacağını belirten bir ton vardı. Az önceki cesareti suya düşerek eriyen kar tanesi misali yok olup giden genç kız dudaklarını birbirine bastırdı ve tek bir kelimenin dahi dudaklarından firar etmesine izin vermeden arkasını dönerek dakikalar önce indiği merdivenlere geri yöneldi.
Merdivenleri çıkarken attığı adımlar inerken attığı adımlara tezat oluşturacak kadar yavaştı. Değişen tek şey adımları değil; aynı zamanda duygularıydı zira abisinden aldığı can için cevap beklerken hissettiği merak duygusu, yerini korku ve artık hissetmeye alışık olduğu hayâl kırıklığına bırakmıştı. Adım adım çıktığı merdivenlerin son basamağını da geride bıraktığında bir an için durakladı ve aklına yarım bıraktığı kitabı geldi. Ancak başını iki yana sallayarak kütüphaneye gitmekten vazgeçti zira şu anda kitap okuyacak durumda olmadığının farkındaydı. Bulunduğu yerden sol tarafa dönerek odasına doğru ilerlemeye başladı. Yaklaşık on adım sonra odasının bulunduğu beyaz kapının önüne geldiğinde sağ elini uzatarak kapı kolunu kavradı ve kapıyı yavaş bir şekilde açarak kendini odasından içeriye attı. Güçsüz adımları onu banyoya doğru yönlendirdi ve ışığı açma gereği duymadan banyodan içeriğe girdiğinde her zaman yaptığı gibi soğuk suyu açarak avuçlarına doldurdu ve buz gibi suyu yüzüne çarptı. Aynı işlemi iki defa daha tekrar ederken ıslak olan ellerini boynunda gezdirdi ve musluğu kapatarak aynaya baktı. Gözleri gördüğü yansımadan hoşlanmamıştı, çünkü İclâl Karan aynaya baktığında abisinden korkan ve her defasında korkusuna yenik düşen birini değil, korkularını yenerek özgürlüğünü kazanmış güçlü birini görmek istiyordu. Su damlaları yüzünden boynuna doğru yol alırken bir iki adım geriye giderek arkasını döndü ve banyodan çıkarak odanın içine girdi. Geniş ve siyah örtü örtülmüş yatağına doğru ilerlemeye başlarken bir anda rotasını değiştirerek pencereye doğru gitti ve perdeleri kapatarak odayı aydınlatan zayıf kış güneşinden yansıyan ışıkların odadan içeriye sızmasına engel oldu. Oda karanlığa bürünürken kendini yatağına doğru attı ve sırtüstü uzanarak ellerini şakaklarına doğru götürdü. Buz gibi elleri hafif hareketlerle şakaklarını bir süre ovaladıktan sonra sağ kolunu avuç içi yukarıya bakacak şekilde alnına yasladı, diğer kolunu ise aynı şekilde yastığın üzerine bırakırken düşüncelerin zihnini istilâ etmesine engel olamadı.
Genç kızın içi sahraları anımsatacak kadar kurak bir toprak haline gelmiş olsa da, vicdanı her defasında o topraktan yeşermeyi başaran zehirli bir bitki gibi inatçı, bir günahkâra en ağır cezayı vermeye yemin etmiş bir hakim kadar da zalimdi. Geçmişi belleğinden hiç bir zaman silinmiyor ve ne unutmak istediği günahlarından kaçabiliyordu genç kız, ne de abisinin özgürlüğe hasret bırakan esaretinden. Özgür olmayı bile istemiyordu artık, çünkü abisinin onda bıraktığı iz, kanayan bir yaranın iyileştikten sonra tenin üzerinde bırakacağı iz kadar kolay unutulabilen bir iz değil, vicdanının ruhuna verdiği azabın hiç silinmeyecek izi idi. Bedeni kurtulsa bile, ruhu asla kurtulamayacaktı hissettiği vicdan azabından. Asla ben masumum diyemeyecek kadar kirliydi çünkü elleri. Evran’ı parmaklarındaki kanla suçlarken bile, kendi parmaklarına bulaştırdığı kanın kokusu burnundaydı ve bu koku ona işlediği günahı hatırlatarak vicdanını sızlatıyordu. Abisi kendisine nasıl yoğun bir nefret besliyorsa, İclâl Karan da yıllardır abisinden o denli nefret ediyordu. Bu nefretinin asıl sebebi ise kendisine yaptıkları için değil, yaptırdıkları içindi. Hayatında ilk defa birine kalbini açtığında, kendi kalbini sevdiğine hançer olarak kullanmak zorunda bıraktığı içindi abisine hissettiği dinmeyen nefret. Sevgisinin sevdiği adama sunulmuş bir zehir olduğunu bildiği hâlde onu sevmekten geri durmamıştı. Sevdiğinin ölümüne sebep olduğu için kendine olan nefreti dinmeyen genç kız, vicdanının kendisine işkence etmesine de engel olamıyordu. Nefretinin en büyük sebebi ise her şeye rağmen, nedenini bilmediği bir şekilde abisinden kurtulamamasıydı. İclâl Karan bunun kan bağının getirdiği o gücün laneti mi, yoksa abisi karşısındaki güçsüzlüğünün aciz bir göstergesi mi olduğunu ise çözebilmiş değildi.
Evran Karan ise kardeşinden tüm kalbiyle nefret etmesine rağmen, ona hiç bir zaman fiziksel bir zarar vermemişti. Kardeşinin bazen bir ceza, bazen ise bir ödül olduğunu düşünmüyordu Evran Karan. Kız kardeşi onun için her gördüğünde sevdiği kadını ve kızını kaybettiği günü hatırlatan acı bir tabloydu ve bu tabloyu ömrü boyunca seyredecek olmak ona verilen en ağır cezaydı. Ancak Evran Karan, tek cezasını da ödül olarak görmeyi öğrenmişti. Çünkü kardeşi her daim yüreğindeki nefreti taze tutsa da, aynı zamanda bir zamanlar kalbinde sevginin var olduğunu hatırlatan ve ona hâlâ insan olduğunu hissettiren tek kişiydi.
Kardeşine her zamanki nefretini gösterdikten sonra onun kendi elleriyle yarattığı çöküşünü bir kez daha acımasızlığın yılan misali sinsice gezinen gözleriyle izleyen Evran Karan yalnız kaldığında bakışları gömleğinde gezindi ve buz mavisi gözlerindeki buzlar soğumuş kan lekelerini bile dondurdu. Bakışlarını aheste aheste gömleğinden ayırırken, elini ceketinin cebine atarak telefonunu çıkardı ve ekran kilidini açtıktan sonra gelen mesaja baktığında babasının yaşarken kendisinden sakladığı, öldükten sonra da bulmasını istediği sırrın kapısını açacak anahtarın uzun uğraşlar sonucu bulunduğunu öğrendi. Biliyordu ki, bu anahtar onu gerçeklere götürecekti. Ya da herkes gibi bir yalanı gerçek sanıp yaşamaya devam edecekti. Dudakları kendisine has soğuk gülümsemesiyle sola doğru hafif kıvrılırken, buz mavisi gözlerinde her zaman sahip olduğu ve çok iyi kullandığı kurnazlığı zifiri bir gecede bulutların arkasından çıkan ay misali varlığını hatırlattı. Hilekarlığı gözlerinde bir yıldız gibi parlayan adam yılların her zerresine işlediği merhametsizliğini her zaman olduğu gibi yine gizleme gereği duymadı. Evran Karan’ı tanımayan biri bile onu ilk kez gördüğünde gözlerine dikkatle bakma cesaretini gösterebilirse eğer, gözlerinden sadece üç duygu net olarak okuyabilirdi. İrislerinde hüküm süren buz kadar her zerresinde yayılan ve kan donduran soğukluğu, en seri katilleri bile aratmayacak acımasızlığı ve şeytanı bile kendine kukla yaparak iplerini parmaklarında tutarak onu istediği gibi yönlendirebileceği kurnazlığı. Mesajı okuduğu gibi telefonunu ceketinin cebine atarak seri adımlarla üzerindeki kanlı gömleği değiştirmek için evin arka bahçesine bakan odasına doğru ilerledi ve kapıyı açarak odadan içeriye girdi. Ellerinde kan olmamasına rağmen banyoya giderek ellerini yıkadı ve havluyla hızlıca kurulduktan sonra odasına dönerek dolabına doğru ilerledi. Sürgülü kapısı olan dolabını açarak içinden yine beyaz bir gömlek seçti ve üzerindeki gömleği çıkararak odada bulunan kirli sepetine attıktan sonra seçtiği beyaz gömleği üzerine geçirdi. Gömleğin düğmelerini hızlıca kapattıktan sonra ceketini ve siyah montunu da giyerek adımlarını hızlandırdı ve odasından çıktıktan sonra merdivenleri çıktığı gibi hızlı bir şekilde inerek evin kapısından dışarıya çıktı. Buz gibi hava yüzüne çarparken zaten hızlı olan adımlarını daha da hızlandırarak korumasının binmesi için kapısını açtığı arabaya doğru ilerledi. Patronu bindikten sonra kapıyı kapatan koruması da arkadaki arabaya binerek patronunu takip etti. Sürücü koltuğuna yerleşen Evran Karan ise arabayı hareket ettirmeye başladı. Gideceği yere bir an önce varmak istediği için arabayı her zamankinden daha hızlı kullanıyordu. Gözlerindeki parıltı onu tanımayan birisi için telaş olarak gözükebilirdi, ancak o öğreneceği gerçeğin heyecanı içerisindeydi ve bu heyecanın gözlerine yansımasına izin vermişti.
Yaklaşık bir saat süren yolculuğun ardından ormanın içinde yer alan eve vardığında arabasını düzgünce park etti, kapıyı yavaşça açarak arabasından indi ve hızlı ama sağlam adımlarla az ilerdeki ahşap eve doğru yürümeye başladı. Eve doğru attığı adım sayısı azaldıkça gerçeği bulma isteğinin getirdiği heyecanı adımlarına tezat bir şekilde artıyordu. Nihayet ahşap evin kapısına vardığında sessizce derin bir nefes aldı ve eliyle açık olan kapıyı hafifçe iterek içeriye girdiğinde evde kendisini bekleyen korumalarından biri iki elini önünde birleştirerek saygıyla “Hoş geldiniz efendim.” dedi ve başıyla kendisine selam verdi.
Adamına cevap verme gereği duymadan “Nerede?” diye sordu sakince. Babasının bir sırrı olduğunu ve bu sırrı her kesten sakladığını ölümünden yıllar geçmesine rağmen daha yeni öğrenmişti. Bunu öğrendikten sonra aradığı şeyi bulması ise sadece iki haftasını alsa da bulmak kolay olmamıştı. Nefret ettiği ve hayatlarıyla beraber ruhlarını da cehenneme çeviren o herif geberip gitmişti ama sırrını kendisiyle mezara götürmesine izin vermeyecekti. Patronunun zaman kaybetmek istemediğini anlayan adam elindeki siyah dizüstü bilgisayarı ve CD’yi patronuna doğru uzattıktan sonra Evran Karan “Dışarı çık ve arabada beni bekle.” diyerek sakin sesiyle emir verdi. Aldığı emre hemen uyan adam, hiç bir şey söylemeden sessizce dışarı çıktıktan sonra Evran Karan da elinde bulunan CD’yi gri renkteki dizüstü bilgisayara yerleştirdi ve bir iki adım ilerleyerek bilgisayarı ahşap olan sehpanın üzerine bırakarak açılmasını bekledi. Az sonra öğreneceklerinin kendisinde nasıl bir iz bırakacağını ve hayatında vereceği en yanlış kararlardan birine sebep olacağını bilmiyordu. Bir kaç saniye sonra bilgisayar açıldı ekranda kıyametin çağrısını olan görüntü oynamaya başladı. Evran Karan’ın gözleri bir an olsun ekrandan ayırmazken tüm dikkati de oynamakta olan görüntüde toplanmıştı. Videoda babası vardı ve yüzünde de Evran Karan’ın her zaman tiksindiği o iğrenç gülümsemesi. Bahadır Karan her zamanki tüyler ürperten kahkahasını atarak konuşmaya başladığında, bir an için onu sanki bilgisayarın ekranında değil de, karşısında gibi hissetti adam. Ancak onu kendi elleriyle öldürdüğünden bunun imkansız olduğunu fısıldadı içindeki katil.
“Senin o çok sevdiğin karın vardı ya hani sevgili oğlum. Ah! O kadın asla ailemize lâyık bir gelin değildi. Sana söyledim.” dedi, babacan bir tavırla. Adam ise konuşanın baba silüetine bürünen bir cani olduğunun bilinceydi ancak babasının caniliğinin zannettiğinden daha üst boyutta olduğunu az sonra öğrenecekti.
“O kadının gelinim olmasına asla izin vermem dedim ve izin vermedim. Karının ölüm emrini ben verdim.” Derin yaralar açan günahlarını övünerek ve sadistçe gülerek anlatıyordu Bahadır Karan. Ardından yaptığı caniliği umursamayarak çok normal bir konudan bahsediyormuş gibi devam etti evlatlarının hayatlarını mahveden günahlarını anlatmaya.
“Ama sen zaten bunu biliyorsun, öyle değil mi? O halde sana bilmediklerini anlatayım sevgili oğlum.”
Babasının söylediklerini dinlerken bildiği gerçeği bir kez daha duyan adam öfkenin damarlarına usul usul sızdığını hissetti ve dişlerini sıktı. Saniyeler sonrasında duyduklarıyla ise adamın içinde hiç sönmeyen yanardağ patladı ve fışkıran lavlar nefretle buz tutmuş kalbini bile yaktı. Gözlerinin önünde görüntü akmaya, babası caniliği gururla anlatmaya devam ederken her saniyesini nefesini tutarak izledi ve nihayet Bahadır Karan son cümlelerini söyledikten sonra görüntü kapanmış oldu.
“Bilirsin,” dedi omuzlarını silkerek “Bazen birinin yaşaması için diğerinin ölmesi gerekir. Sen zeki bir adamsın ve o kadının genlerini taşıyan bir çocuğun doğmasına asla izin vermeyeceğimi anlaman gerekirdi. Hep İclâl’i neden sevdiğimi merak ediyordun ya, işte sorunun cevabını şimdi gururla söylüyorum sana evlat. Kızımın doğumu ailemize uğurlu geldi ve sadece iki gün içinde o iki iğrenç varlık da tamamen hayatımızdan çıktı.”
Bahadır Karan tüyler ürperten emellerini anlatırken odadan yankılanan ses günah çıkartan birinin değil, içindeki pislikle gurur duyan birinin sesiydi.
Babasından duyduklarıyla hayatının en acı ikinci anını yaşayan adam ilk kez babasını öldürdüğü için eşsiz bir pişmanlık hissetti. İçini saran pişmanlığının sebebi ise vicdan azabı değil, bir kez olsun koklayamadığı kızının intikamını alamamış olmasıydı. Eğer bu gerçekleri babası hayattayken öğrenmiş olsaydı, kızına yaptığının aynısını ona yapar ve o pislikle dolu kalbini elleriyle söküp alırdı cani babasının bedeninden. Hâlâ duydukları kendisinde izler açmaya devam ederken bilgisayarı kapattı ve yanına alarak yavaş ama emin adımlarla evden çıkıp arabasına doğru ilerledi. Arabasına bindikten sonra korumasının “Nereye efendim?” diyerek sorduğu soruya tek bir kelimelik cevap verdi Evran Karan. “Eve.”
Ses tonundaki soğukluk ilk defa koruması olan adamı bile ürpertti. Verdiği cevabın ardından cebindeki telefonunu çıkararak rehberden kardeşinin numarasını arayan adam karşı taraftan
“Efendim?” sesini duyduktan sonra,
“İclâl, hazırlan seni almaya geliyorum. Bir saate kadar hazır ol.”
Her zamanki emir veren sesine karşılık kardeşinin şaşkın ses tonu eşliğinde “Nereye abi?” değişini umursamadan “Bekletilmekten hoşlanmadığımı biliyorsun, o yüzden acele et.” Kız kardeşinin ona daha fazla soru sormasına izin vermeden telefonunu kapattı.
Yıllarca kardeşinden nefret etmiş ancak onu öldürmeye hiç tenezzül etmemişti. Çünkü öldürmesi için hiç bir sebep yoktu, kardeşinden ne kadar nefret ederse etsin nefreti onu öldürmesi için yeterli bir sebep değildi. Aynı şekilde bundan sonra yaşaması için hiç bir sebep de yoktu. Araba ormanlık alandan çıkıp düz yolda ilerlerken, etrafı beyazlarla kaplayan karlar daha hızlı yağmaya başlamıştı. Evran Karan kar kristallerinin yere düşüşünü soğuk bakışlarla izlerken, verdiği kararın hayatlarında yeni bir geceye gebe olduğundan habersizdi. Dakikalar önce ayrıldığı eve gelirken bir sırrı çözmek için gelmiş, dönerken istediğini elde eden adamın zaferiyle değil evladını koruyamamış bir babanın vicdan azabıyla dönüyordu. Arabanın içinde hüküm süren sessizlik ürkütücü bir hâl alıyordu ve gördüklerinden sonra bütün kilitler açıldı sanarken hayatındaki gerçeklere bir kördüğüm daha atmıştı adam.
***
Ağacı kesen baltanın sapı yine ağaç olduğu gibi, en derin yaralarımızı açan hançeri tutan ve sırtımıza saplayan elin sahibi de en sevdiklerimizdir. Geçen yıllar İclâl Karan’ın duygularında depremler yaratmış ve büyük yıkıma yol açmıştı. Yaşanan depremlerden sonra hayatta kalan duyguların içinde abisine duyduğu sevgi yer almıyordu. Evran Karan yıllar öncekinin aksine yıllar sonra İclâl’in en sevdiği insan olmasa bile İclâl’e göre onun en yakınıydı. Kardeşten daha yakın kimse yoktu ve abisi elindeki bıçakla en derin yaraları açmak için duruyordu karşısında. Kardeşlik bazılarına göre hayata ebedi bir koruyucu, bir dost, bir sırdaş, seni asla yarı yolda bırakmayacak bir yoldaşla gelmekti. Kardeş sevgisi öylesine güçlü bir duyguydu ki, hayatta her kes seni yalnız bırakırdı ama kardeşin varsa eğer, asla o yalnızlığı hissetmez, her daim güçlü olurdun. Bazen eşsiz bir gücün kalbe yansımasıydı kardeşlik. İclâl Karan gerçek kardeşlik duygusunun nasıl bir duygu olduğunu defalarca kez düşünmüş, yine defalarca kez tahmin yürütmüş ama tam olarak nasıl bir şey olduğunu kendi içinde bir türlü çözememişti. İclâl için kardeşin olması demek bu dünyaya bir dostla değil, bir düşmanla ve o düşmanın elinde kendisine saplamasını beklediği ama ne zaman saplayacağını da bilmediği bir hançerle gelmek ve yaralanacağını bile bile gelecek darbenin can yakmasını beklemekti. Evran Karan onun abisi, en yakını aynı zamanda en büyük düşmanıydı. Kardeşlik duygusunu hissetmeyi bütün kalbiyle dilemiş ancak bu duyguyu hiç bilememiş, ne kadar istese de kalbinin derinliklerinde bu duygunun getirdiklerini hissedememişti. Evran Karan ona hep buz gibi bir nefreti tattırmış, Harun kendisini sevse bile, sevgisini eksik ve mesafeli bırakmıştı. Genç kız zamanla anlamıştı ki, Tanrı bize kardeşlerimizi bazen bir düşman olarak verirdi ama biz alacağımızı darbelerin sahiplerini bilmemize rağmen düşmanımızı bile severdik. Belki de en sevdiğinin bir zaman sonra düşmanın olmasından daha tehlikeli bir şey varsa eğer, oda kendi kanından, kendi canından ama doğuştan düşmanın olan birini sevmekti.
İclâl bir süre kafasındaki bu düşüncelerle boğuşmuş, ardından abisinin kendisini aramasından sonra hızlıca üstünü değiştirmeye başlamıştı. Eğer onu beş dakika bile bekletirse, kendisine kızacağını bildiğinden buna sebep olmak istemiyordu. Öte yandan içinde nedenini bilmediği bir korku ve merak vardı. Korku, abisi söz konusu olunca hissettiği bir duygu olsa da içten içe merakının bir nedeni de Evran Karan’la beraber bir yere gidecek olmasıydı. Abisi onunla değil bir yere gitmek, mümkün olduğu kadar yüzünü bile görmek istemediğinden bu davranışına şaşırmıştı. Genç kız abisinin nefretinden emin olduğu kadar içindeki korkunun boşa olmadığından da emindi. Hissettiği korkuya rağmen abisinin yapacağı şeye engel olacak gücünün olmadığını biliyordu, bu nedenle kendisini sakinleştirmeye çalışarak gitmeden önce unuttuğu bir şey var mı diye kontrol etti. Siyah şal yaka kazağı ve siyah yüksek bel pantolonunu, ayağına da siyah topuklu botlarını giymişti. Siyah çantasının içine telefonunu da yerleştirdikten sonra, dönüp aynaya baktığında gördüğü baştan aşağıya siyah görüntüsü karşısında tek farklı renk, dudağındaki koyu kırmızı rujdu. Derin bir nefes alarak yavaşça pencereye doğru yürüdü ve başını cama yaslayarak abisinin gelmesini beklerken soluk yeşil gözleri dışarıda geceden beri yağmakta olan karı seyre daldı. Yaklaşık on beş dakika kadar bu şekilde dışarıyı seyrettikten sonra aklına gelen fikirle aniden pencerenin yanından giysi dolabına doğru ilerledi ve hızlıca dolabı açarak içindeki orta boy demir kutunun kapağını açtı. Kutunun içinde diğer abisi Harun’dan aldığı silahı sakladığı yerden çıkardı ve usulca çantasına yerleştirdi. Evran Karan yıllardır kendisini öldürmeye teşebbüs etmese de bu gün İclâl’in içindeki korku daha öncekilere benzemiyordu. Ona zarar vermek için bir sebebi yoktu ancak son konuşmaları iyi geçmemişti ve o anlar gözlerinin önünden bir filmin fragmanı gibi geçerken içine omurgasından aşağıya doğru buz gibi bir ürperti hissetti.
Derin bir nefes alarak onu korkutan düşünceleri zihninden kovdu ve içinde ona hükümran olmak isteyen korkusunu bastırmaya çalıştı. Bu sırada aşağıdan gelen korna sesiyle abisinin geldiğini anlamıştı. Abisinin kendisini beklettiğini düşünmemesi için çantasını alarak odasından çıktı ve hızlıca merdivenleri aşağıya indi. Evin kapısından dışarıya çıktığında bahçedeki arabanın sürücü koltuğunda bekleyen abisini gördü ve adımlarını hızlandırarak arabaya bindi. Evran Karan kardeşine her zamankinden daha büyük bir nefretle bakarken sessizliğinden ürperen genç kız “Nereye gideceğiz abi?” Ürkekçe sorduğu sorunun cevabını hem merak ediyor, hem alacağı cevap içten içe huzursuz ediyordu genç kızı.
Alacağı cevaptan hatta abisinin vereceği en ufak bir ters tepkiden korksa da ilk defa zorunlu bir durum dışında abisiyle bir yere gidecek olması merak duygusunu tetiklemişti. Abisinin ondan nefret ettiğini biliyordu. Bu yüzden iyi bir yola çıkmadıklarının bilincindeydi ancak çıktıkları yolun ne denli kötü olduğunu bilmek istiyordu.
“Ben değil, sen gideceksin. Ben sana yolun yarısına kadar eşlik edeceğim.” Buz gibi sesiyle verdiği cevabın ardından adam arabayı çalıştırdı ve kardeşinin yüzüne son kez baktıktan sonra tek kelime bile etmeden, onunla ölümüne gidecek yolda ilerlemeye devam etti.
***
Kaderin düşman ettiği iki kardeşin bulunduğu araba uzaklaşırken patronunun kardeşine duyduğu nefrete fazlasıyla aşina olan koruma, araba iyice uzaklaştıktan sonra dikkatlice etrafını taradı ve kimsenin onu izlemediğinden emin olunca, sakince adımlarını bulunduğu yerden evin kameralar gözükmeyen bir yerine yönlendirdi. Hızla cebinden çıkardığı telefonundan diğer patronu Harun Karan’ı aradı.
İlk çalışta telefonu açan adam “Bir şey mi oldu, Çağlar?”
Diyerek cevapladı kendisini.
Harun Karan çok acil bir durum vuku bulmadıkça adamının kendisini aramayacağını çok iyi bildiğinden sormuştu bu soruyu. Ve bu acil durum, sadece kız kardeşiyle ilgili bir olay olduğunda geçerliydi.
“Efendim, abiniz ve kız kardeşiniz az önce birlikte evden ayrıldılar. Gittiğimiz yerden dönerken, abiniz İclâl hanımı aradı ve hazırlanmasını söyledi. Az önce de beraber çıktılar.”
“Evran, İclâl’le birlikte mi çıktı?” Şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışan adam korumanın neden endişelendiğini anlamıştı. Evran Karan kız kardeşinin yüzünü görmeye bile tahammül edemezken, zorunlu bir durum yoksa eğer asla onunla bir yere gitmezdi.
“Nereye gittiler?” Dedi, sakin kalmaya çalışarak.
“Bilmiyorum efendim, ama emrettiğiniz gibi arabaya daha öncesinden takip cihazı yerleştirdim.”
“Güzel,” dedi, Harun Karan çıktığı restorandan arabasına doğru ilerlerken.
“Hemen arabaya bin ve evden uzaklaş. Sana konum attığımda da gönderdiğim adrese hızlı bir şekilde varmaya çalış.”
“Emredersiniz efendim.” diyerek kendisini cevaplayan korumanın ardından telefonu kapatarak konuşmayı sonlandıran adam, çoktan arabasına varmış ve tabletinden direk haritayı açmıştı. Haritadan ağabeyiyle kız kardeşinin gittikleri yolu dikkatle izlediğinde, nereye varacaklarını tahmin ederek kaşlarını sert bir şekilde çattı ve “Kahretsin!” diyerek başını olmasını istemediği bir şey olacakmış gibi iki yana salladı.
“Dayan İclal’im. Dayan yetişeceğim.”
Kardeşini kaybetme korkusuyla ilk kez yüz yüze gelen adam ona bir şey olmaması için içinden dua ederken, son sürat gaza yüklendi. Zamanla yarıştığının farkındaydı ve eğer yarışı kazanamazsa kardeşini sonsuza kadar kaybedebilirdi.
***
Akrep ve yelkovan bir birini kovalamaya devam ederken kaçınılmaz sona zemin hazırlayan zaman kendiyle yarıştı. Kar kristalleri yeryüzünü beyaza boyarken etrafı saran tüm beyazlığın içinde simsiyah araba yıllardır kimsesizliğe mahkûm olan evin önünde durdu. Evran Karan yıllar önce en büyük kaybını verdiği, en acı kaybını yaşadığı ve yıllardır ayak basmadığı eve yıllar sonra ilk ve son kez kız kardeşiyle gelmişti. Yıllar önce kapkaranlık bir gecede en sevdiğiyle beraber, kalbini de gömmüştü adam ve şimdi gömülme sırası kız kardeşindeydi. Sessizliğini bir an bile bozmadan arabasını her zamanki gibi düzgünce park ederek kız kardeşine “İn ve beni takip et.” dedi her zamanki gibi emir içeren sesiyle. Ağabeyinin bu davranışından ve hâlâ bozulmayan sessizliğinden daha fazla korkan İclâl Karan, yavaşça kapıyı açarak içinde bulunduğu arabadan indi. Dışarı çıktığında soğuk hava yüzüne vurmuş ve bembeyaz kar taneleri kumral saçlarına dokunmuştu. Abisinin ardından içinde git gide büyüyen korkusuyla yürürken içine dolan kötü hislere kulak verdi ve dikkatli bir şekilde ceketinin cebinden telefonunu çıkararak Harun’a konum attı. Abisinin arkasından taş evden içeriye girdiğinde, etraftaki bütün eşyaların üzerinde örtülen beyaz örtüyü gördü ve yıllardır bu evde kimsenin kalmadığını anladı.
İçinde giderek artmakta olan korkusuna rağmen, titrek bir sesle, “Neden buraya geldik? Burası neresi abi?” Diye sordu. Alacağını cevaptan öyle korkuyordu ki eğer yapabilecek olsa arkasına bile bakmadan bu evden kaçar giderdi.
Evran Karan kardeşinde görmeye alışık olduğu korku dolu ifadeye gülümseyerek, başını ondan tarafa çevirdi ve “Buraya neden geldik?” diyerek bozdu sessizliğini.
Dilinden dökülen her cümlede gözlerindeki nefret yerini kurnazlığa bıraktı.
“Burası karımın öldürüldüğü yer. Karımın ölüsüne sarıldığım yer. Burası, karımın ve kızımın intikamını almaya ant içtiğim yer.” Konuşurken yine yıllar önceki yeminini hatırladı adam.
“Bugün İclâl, babamın seni neden sevdiğini öğrendim.”
Abisinin söylediklerini dikkatle dinleyen İclâl Karan babasının adını duymasıyla içinin acıdığını hissetti. Evran Karan’ın gülümsemesi yüzünden hızla silinerek yerini öfkeye bıraktı.
“Sen yaşa diye, babacığımız kızımı öldürtmüş!”
Dilinden tek seferde firar eden her kelime adamın canını yaktı, acısını arttırdı ve nefreti canının acısıyla, acısının derinliğiyle katlandı. Eğer birinin gözlerindeki öfke ok olup da başkasına saplana bilseydi, şu an o ok, İclâl Karan’ı öldürmekle kalmaz yakarak küle çevirirdi.
Duyduklarıyla tüm bedeni ürperdi genç kızın.
“N-nasıl yani? Anlamıyorum.” Zihni duyduklarını anlamakta değil, kabullenmekte zorlandı.
Kardeşinin korkusundan her zamankinden daha fazla zevk alan adam, soğuk ses tonuyla
“Özet geçeyim sana kardeşim.” diyerek, canını almadan önce tüm gerçekleri kız kardeşine anlatmaya başladı.
“Sen doğduktan sadece bir gün sonra karım ve kızım öldü. Ben doğarken onun hasta doğduğunu sandım. Kalp yetmezliğinin olduğunu söylediler bana. O gün burada karımın buz gibi bedenine sarıldım. Kızımın odasına gittiğim zaman da minik bedenini beşiğinde cansızca kanlar içinde yatarken buldum. Babamın yaptırdığını hep bildim ama o hep inkar etti. Onun yaptığını kanıtlamak için yıllarca uğraştım ve başardım da. Onunla yüzleştiğim zaman ise bana çocuğumun zaten hasta olduğu için öleceğini, bu yüzden de onu öldürerek acısını azalttığını söyledi. Babamızı bu yüzden öldürdüm, en sevdiğim iki insanı canice benden aldığı için.”
Konuşmasına ara veren adam, gözlerini kapattığında yıllar önce yaşadığı o kabus dolu gece tekrar gözlerinin önünde belirdi. Karısının kollarında cansız yatan buz gibi bedeni, göğsünden akan kanın bembeyaz elbisesini kızıla boyaması. Ancak acının kendisini ele geçirmesinin zamanı olmadığını düşünerek hızla gözlerini açtı ve kardeşine öğrendiklerini anlatmaya devam etti.
“Ama asıl kalp yetmezliği yaşayan senmişsin. O cani benim kızımın kalbinin sana uyduğunu öğrendiğinde, o kalbi sana nakletmelerini istemiş doktorlardan! Sonra da ona yaraşır bir canilikle, karımı öldürdüğü yere evladımı da getirterek ondan hayatını aldığı yetmezmiş gibi, ben gerçeği öğrenmeyeyim diye o minicik bedenine de acımadan kurşun sıktırmış burada! Ve ben bunu bugün öğrendim!”
Son cümlelerini acısını bir kez daha haykırmak istercesine bağırarak söyleyen adam, elini beline götürerek, “Bundan sonra kızımı yaşatmayan kalbin, seni yaşatmasına da asla izin vermem!” Öfkesini kusan adam elini beline götürdü ve gümüş rengi silahını çıkartarak emniyetini açtı. Zerre merhamet taşımayan gözlerini kardeşinden ayırmazken silahını ona doğrulttu.
İclâl Karan ise hayatının en acı gerçeğiyle yüzleşiyordu. Büyük bir günahın çığlığının genç kızın kulaklarında yankılandığı o an masumiyetin rengi olan kar kristalleri kan rengine boyandı. Cennet kendini yaktı, cehennem sular içinde kaldı. Ölüm meleği kılıcını eline aldı, melekler sessizliğin çukuruna gömülürken, şeytanlar acıyla çığlık attı. Bir annenin feryadı geçmişin kana bulanmış, çatlak duvarlarından sızarak şimdinin koynunda yer aldı.
Soluk yeşil gözlerden çığlık atan ruhun acısının ilk damlası aktı. Karlar yağmaya devam etti, zaman aynı zamandı değişen acılardı. Bir bebeğin ağlayışları, zamanın duvarlarından sızarak bir kadının kulaklarında yankılandı. Bir babanın intikamı ölü toprağın içinden canlanarak yeni bir günaha çağrı yaptı.
Ve genç kız, ilk kez esaretiyle değil özgürlüğüyle savaştı. Alınan nefesler yaşamın emaresi olmaktan vazgeçerek ölümün fısıltılarına dönüştü. Yalanlar gerçeklerin rengine bulanırken, gerçek olan sırlar yalan maskesini taktı.
Öğrendikleriyle kanı donan genç kız babasının böyle canice bir oyuna kendisini alet ettiğine inanamadı. Ölümle ilk defa yüz yüze geldi o an. İlk defa abisinin nefreti canını yakmadı, çünkü kendisinden bile nefret etmesini sağlamıştı duydukları. O an İclâl Karan’ın sadece hayatında değil, duygularında da dönüm noktası yaşandı. İlk defa aldığı nefes diken misali ciğerlerine battı. İlk defa kendi nefesi onu nefessiz bıraktı, ilk defa nefes alırken yaşadığını değil, öldüğünü hissetti ve ilk defa, belki de gerçekten ölmek istedi. Adımları olduğu yerde donup kalsa da, bugün hayatının en derin yaralarından birini kucakladı, zaten yaralara yuva olan kalbi. Dudaklarından tek kelime dökülmezken, gözlerinden düşen her damla diğerini kovaladı. Yaralı olan kalbinin sessiz çığlıklarıydı, akıttığı her damla. Ruhu ise yaralı değil, paramparçaydı. Ve gözlerinden düşen her damla yok olan ruhunun parçalarıydı.
“Bitti,” dedi, Evran Karan; ardından kendi söylediklerini onaylamak istercesine başını salladı.
“Artık, acılarının seni yok ettiği yerdesin. Bu dünyadan ve benden kurtulup gerçek cehenneme gitmek üzeresin. Umarım, ölümünden sonra bile acın son bulmaz! Sonsuz acı içinde kıvransan da silemezsin ellerindeki kanı ve ölsen bile yok edemezsin sebep olduğun günahı.”
Söyledikleri nefretinin sonsuzluğunu yansıtırken, gözleri zıt bir şekilde yıllar sonra ilk defa yaşlarla dolmuştu adamın. Ancak sebebi kardeşini öldürecek olması değil, kızının kalbinin bu kadar canice o minik bedeninden sökülüp alınmasıydı. Küçük kızını ilk kez kokladığında kan kokusunu, ölüm kokusunu hatırladı adam. Evladının intikamını almakta bu kadar geciktiği için kendisine kızan Evran Karan, parmağını tetiğe yerleştirdikten sonra gözlerinde her zamanki merhametsizliği yer edindi ve kardeşinin canını almadan önce son kez nefretini her zerresinde hissetsin istedi.
“Ben yıllar önce karıma ve kızıma bir söz verdim. Onları benden alanların, hayatlarını ellerinden alacağım dedim. Birini öldürdüm, şimdi sıra sende. Eğer o taşıdığın kalp kızıma ait olmasaydı, söke söke senden alırdım onu.”
İçindeki nefret büyüdü, gerçekler daha da canını yaktı.
“Hoşçakal kardeşim.”
Nefret kokan tek cümlenin ardından patlayan bir el sesi ve o silahtan çıkan kurşun üç kardeşin de hayatını kökünden değiştirecekti. Bir an, sadece bir an bütün bir ömrü değiştirebilecek gücü içinde taşır bazen. Bu yüzden zaman en kıymetli kavramdır. O an, üç insanın da bundan sonra başlarına geleceklerden habersiz olduğu bir an idi ve silahtan çıkan kurşun o ana vurulan bir mühürdü. Evin soğuk zeminine damlayan kan ise yeniden yazılan kaderlerinin mürekkebiydi. O an geçmiş çığlık attı, gelecek gözyaşlarını akıttı ve içinde bulundukları ev yıllar sonra yeni bir günaha kucak açtı.
Tags: #dram #gerilim #gizem aksiyon aşk Gençkurgu şebane şiddet Teenfiction tutku