1. BÖLÜM 

 

Ruhunda acıyı misafir eden her insan, gün gelir mutluluğa yer bulamaz. Onun bulamadığı gibi. Sabah kalktığında yine tamirhanedeki işine gitmek için hazırlanıyordu. Gecekondu mahallesindeki eski evlerinde kış günü soğuk olsa da titreyerek eski kazağını ve kot pantolonunu giymeye alışmıştı. Sonunda küçük odasından çıktığında mutfaktan gelen seslerle duraksadı. Annesi ağlayarak ama en çok da sesinden de belli olan nefretle konuşuyordu.

 

“Bıktım artık yeter. Savaş için sana katlanıyorum ama bu çok fazla. Ne demek pavyonda çalışacaksın. Buna senin vicdanın nasıl razı geldi. Karına nasıl layık gördün bunu söyle bana.”

“Ehh, kes sesini. Çalışacaksın diyorsam çalışacaksın. Gerekirse milletin altına yatıp o parayı getireceksin. Yoksa içerde uyuyan veledi tavuk gibi boğazlarım da elimden alamazsın.”

“Hayır ne oğluma ne bana daha fazla eziyet edemeyeceksin. Savaş’ım haklıydı. Seni bırakıp gitmeliydik. Boşanmalıydım senden. Daha on yedim de sana zorla verirlerken kaçmalıydım hatta. Ama biliyor musun bunca eziyete işkenceye rağmen bana verdiğin tek güzel yan Savaş oldu. Sen o parayı nereden ne şekilde bulursun bilmem. Ama biz artık yokuz. Tehditlerine boyun eğmem artık.”

 

Tehdit. Savaş deli akan kanına ve işittiği tokat sesine karışan sözlerle son olmuştu. Melek ile Niyazi tokadın ardından adamın elindeki bıçak ile birleşmişti. Birinin gözünde acı ve pişmanlık diğerinde nefret öfke korku şaşkınlık. Biri yıllarını ziyan etmiş adama bakıyordu. Diğeri her daim ayak bağı dediği beş dakikalık zevkleri uğruna başına sardığı belaya.

 

Savaş sonunda eski mutfağa girdiğinde, küçücük alanda anne babasını birbirine yapışmış halde gördü. Babasına bağırmaya başladı.

 

“Sana annemden uzak dur demedim mi ben he demedim mi?”

 

 İçeri girmek istediğinde her şey çoktan olup bitmişti. Geri çekilen Niyazi’nin elinde bıçak vardı ve Melek göğsünü tutarak eski tezgâha yaslanmıştı. Evin her yeri, huzuru gibi ve solup giden hayatı gibi her yer eskiydi. Canı yanıyordu. Üstelik evladının sesini işitmek ona da zarar geleceğini düşündürmüştü. Melek pişmandı. Oğlu gidelim dediğinde gitmediği için çok pişmandı. Yeniden başka bir şehirde az susuz da olsa evladı ile huzurla yaşama şansını tehditlere kurban etmişti. Şimdiyse içine dolan kanı hissederken gözleri an be an kararıyor bacakları tutmadığı için yere düşmenin kaçınılmaz olduğunu hissediyordu.

 

 Savaş sadece “Anne” diye fısıldadı. Son kez annesi onun sesini duyarken yere yığıldı ve Niyazi donup kalmış oğlunu kenara itip evden çıkarak kaçmaya başladı. Genç çocuk onu durduramadı. Birer bilyeyi andıran siyah gözleri irice açılmış yerde öylece uzanan göğsü hızla kan kaplanmış annesindeydi. On yedi yaşında ama hala onun göğsüne sığındığı anları zihni ona izletirken saliseler saniyeleri davet ediyordu. Duvardaki camı kırık saat geçen her bir saniyeyi tik tak diye genç çocuğun beynine işlerken önce yüreği sonra da zihni uyandı. Yerde yatan hırıltılı nefesli annesine yetiştiğinde sesi boğuk gözleri bir kor parçası gibi yanıyordu.

 

“Anne, annem!”

 

Sesi çaresizliği oluk oluk akıtırken elleri titriyor çelimsiz olmasına lanetler ediyordu. Biraz daha güçlü olsa annesini kucaklayıp hastaneye götürebilirdi.

 

Melek ise konuşamıyordu. Gözleri dolup taşarken nefeslerinin tükendiğinin farkındaydı. Tek duası vardı. Oğlu iyi bir insan olsun. Hep yüreği güzel kalsın ve bir karıncaya bile merhamet etsin. Onun siyah gözleri yağmur bulutları ile dolarken görmek canını göğsündeki yaradan daha çok acıtıyordu.

İçten içe oğlundan özür diledi.

“Oğlum, aslan parçam. Savaş’ım. Seni yalnız bıraktığım için özür dilerim. Hayatını bu denli mahvettiğim, gidelim dediğinde gitmediğim için özür dilerim. Sana ölümümü yaşattığım ellerine kanımı bulaştırdığım için özür dilerim. Can için. Ciğerimin çiçeği. Gözünden düşen damlaya kurban olurken bunun sebebi olmak çok zor. Affet oğlum. Sen anneni affet emi.”

Gözleri sonsuzluğa kapanıp ruhu yolculuğa başlarken kollarında cansız kaldığı oğlunun yüreğinde derin bir yük olacağını biliyordu. Bunun pişmanlığı ile ebedi yolculuğuna çıktı.

 

Savaş kestirmeye parası olmadığı için alnına hatta gözlerinin önüne dökülen kömür karası saçlarının arasından kollarındaki soğuyan bedene baktı. Gül kokulusu cennetim dediği kadının artık solan bedeninde dolandı irisleri. Gül dalından kopmuş yaprakları esen bir rüzgarla dağılmıştı. Ne acıydı? Bir gün yüzü görmeden hayırsızın elinde solup gitmek. Peki, şimdi Savaş ne yapacaktı? Annesi ölmüştü.  Baba denen ama sadece var olmasına yardımı dokunmuş birinin elinde hem de. Gidip bulsa ve öldürse ondan farkı kalır mıydı? Kendisi on dakika önce uyansa, soğuk betonunda oturduğu yere daha erken girse ve babasına daha hızlı müdahale etse. O zaman annesi yaşar mıydı? O adam pavyonda çalışacaksın dediğinde yüzüne bir yumruk patlatıp evden atsa. Cılız bedenine, yiyeceği dayağa rağmen annesinin önüne geçse o bıçak canından öte cana değer miydi?

Sahi ne çok soru vardı. Ne çok cevabı belki, acaba, misallere sığan ve asla bilinemeyecek şey.

İçeri giren komşuların çığlıklarını duyabiliyordu. Kollarında annesi otururken polis sirenlerini duyuyor ve ambulans sesini zihni tanıyordu. Ama o konuşmuyordu. Kim bilir belki de artık kelimeleri bitmiş ruhu göçüp gittiği alemden gelmeyi istemiyordu. Savaş, önce kollarından alınan annesinin ardından baktı. Sonra da elinde bir poşet içinde ekmek bıçağı ile içeri giren polislere. Karga tulumba tutuklamak istediklerinde bir adam bağırdı. Sesi gürdü.

“Kadını o öldürmedi. Kocası öldürdü. Kaçarken ve bıçağı atarken ben gördüm.”

Genç çocuk tepkisizdi. Adamı ve Savaş’ı alıp karakola gittiklerinde ifade de bile konuşmadı. En sonunda haline acıyan bir komiser gelip onu odasına götürdü. Önce sıcak bir çay ve poğaça ikram etti. Sonra da akıl verdi.

“Bak oğlum, konuşmazsan babanın neler yaptığını bilemeyiz. Sen görgü şahidisin. Hadi anlat bize neler olduğunu da zavallı anacığının ruhu da rahat etsin kanı yerde kalmasın. Maazallah sana da bulaşır bu herif gencecik yaşında toprak olursun.”

 

Siyah gözlere baktı. Bomboş bakıyordu. Soğuk ve ıssız. Komiser konuşmayacağını anlayınca biraz daha ileri gitmek istedi.

“Savaş, evladım annenin kemikleri sızlar mezarında sen ifade vermezsen. Katili dışarda kalırsa gönül koyar sana ruhu kırılır. Hadi aslanım. Annen ebedi hayatında huzur bulsun. Onun katili başka annelere kadınlara el uzatamasın. Yardım et bize.”

Gözlerinin boşluğu artık yaşlarla dolan çocuk karşısındaki orta yaşlı adama baktı. Derin bir nefes almaya çalışıp ne var ne yoksa anlattı. Duyduğu ne varsa ve babasından ötürü ne yaşandıysa.

Ertesi gün Niyazi için yakalama emri çıkarken Savaş çalıştığı tamirhanenin ustası ve birkaç mahalleli ile annesi Melek’i defnetti. Üzerine atılan toprakların atında kendisi kalmış gibiydi. Geciktiği her saniye için lanet etti. Kışın soğuğunda herkes gitse bile o mezarın baş ucunda kaldı. Sanki yine annesi onu göğsüne yatırmış uzun saçlarını okşarken masallar anlatıyordu. Biliyordu masal yaşını geçtiğini ama annesi onu koyunun kuzusunu yanında tutup sevmesi gibi seviyordu. İpek saçlım, gece gözlüm, kömür saçlım. Benim kirpiği kara teni ak oğlum. Ciğer çiçeğim. Ömür çınarım. Her bir sözü bunlarla bezeli olur, sadece bir cümlesi ile oğluna sevgisini oluk oluk akıtırdı.

Savaş bu hitapları, güzel gözlü annesinin o ince ve narin sesini, sarıldığında aldığı gül kokusunu, yaşamak için sebebini artık görmeyecek duymayacak ve koklayamayacaktı. Artık toprak kokusu alıyordu. Yağan yağmurla onu çepeçevre saran koku gül yapraklarından sızmıyordu.

Günlerce bir mezar başında ağlayıp durdu. Erkek adam ağlamaz diyenlere inat beş yaşında bir çocuk gibi dizlerini kendine çekip “Annem” diye ağladı. Ağladıkça ruhu göz yaşlarıyla toprağa karıştı. Ruhu annesi ile toprağın altına girip orada onunla çürümeye durdu. Bir süre sonra ağlamayı bıraktı ama sadece öylece oturup bekledi. Bu bekleyiş ona ölümü diletiyor, onu anıyor ve Azrail’in gelip onu almasını istiyordu. O annesi ile öldüğünü düşünüyordu. Çocukluğu ve ruhu bedenini terk etmiş gibiydi. Ya da o öyle düşünüyordu.

Yanına gelen birini fark etmeden sessizce annesinin mezarı başındaki tahtasını okşuyordu. Birden omuzuna dokunan bir elle irkilip geri dönerken gelenin komiser olduğunu görmek şaşırtmamıştı. Savaş artık ne bir şey için şaşırıyor ne de heyecanlanıyordu. Siyahlarına kan oturmuşken gözleri yeniden tahtaya çevrildi. Melek Atalay ölüm yılı 2020. Doğduğu yılı yazmamışlardı. Hoş burada doğmanın yeri yoktu. Gül kokusu yoktu. Annesi yoktu. Ölüm vardı. Yaşayan kimsenin duymadığı ama çığlık çığlığa haykırılan ölüm.

 

Komiser Zeki oğlanın haline çok üzülüyordu. Komşulardan ve çalıştığı tamirhaneden on günden fazladır mezarda olduğunu öğrenmişti. Üstü başı toprak olmuş ve ıslak çocuğa ara sıra mahallenin küçükleri ekmek su bisküvi getirip gidiyorlardı. Yüzü daha da çökmüş kemikleri çıkmıştı. İşte acı insanı içten içe bitiren bir kurt gibiydi.

“Savaş, evladım?”

Sessiz kaldı. Bir tek karakolda ifade verirken konuşmuştu en son ve şimdi dili yeminli gibiydi. Her bir harf dilinde ses tellerinde derin kesikler bırakıyor gibi hissettiriyor onu suskunluğa itiyordu. Cevap alamayan komiser Zeki onun yanına diz çöküp omuzunu daha sıkı kavradı.

“Böyle olmaz oğlum. Annene şimdi de sen azap çektiriyorsun. Katili layığını bulmuşken o şimdi burada oğlunun heba oluşunu izlememeli. Dimdik ayağa kalkıp yaşamanı ve ona layık bir evlat olmanı isterdi. Tıpkı her anne gibi.”

Çocuk başını kaldırıp komiserin yüzüne baktı. Gözlerini hafif kısmış anlat der gibi.

“Doğru duydun. Katili yani baban elimize geçeceğini anlayınca hızlı tren hattında kendini gelen trenin altına attı.”

Ölmüştü. Şeytanın zebanisi cehenneme geri dönmüş hayatından çaldığın meleğin günahını ödüyordu.

Savaş içinden “Ateşi bol olsun,” dese de tek bir söz ağzından çıkmadı. Sonra eğilip günlerdir okşadığı tahtayı öptü. İri iri damlalar gözlerinden yuvarlanıp toprağa düşerken o yeniden doğdu. Ölümle yıkanmış bir yerde yeniden doğum ne kadar olabilirse.

Ayağa kalktığında ellerini açıp dua etti. Komiserin de aynısını yaptığını görünce içine bir ferahlık sızdı. Annesine tek dua eden olmamıştı. Ardından bir Fatiha okuyanı vardı şükür.

Mezarlıktan ayrılırken ayrık otları gibi pişmanlık tohumları yüreğini sardı. Yaşadığı müddetçe o terkedilmiş bir ev gibi otların ve dikenlerin arasında kalacaktı. Her duası Yaradan’a, tüm özlemi güzel gözlü meleğine olacaktı. Annesi ile solup giden çocukluğu asla bir daha içinde salıncaklar kurmayacak, yıldızlı gecelerde hayalleri olmayacaktı.

Kim bilir? Asla “Asla” dememek lazım. Hayat sürprizlerle dolu bir han ve yolcuların kaderleri daha bedenlere üflenmeyen ruhların zamanında belirlenmişti. Savaş Atalay bir mezarlıkta annesinin mezarı başında yeniden doğarken kader ona yollarını çoktan çizip yönlerini belirlemişti.

Tags:
Paylaş
2 Yorum
  1. Sinem Sönmez Arslan 2 sene önce

    Emeğinize sağlık

  2. mirzam 3 sene önce

    Çok.guzel bi başlangıç. Tebrikler.

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account