Yazar: TUĞBA ZEREY
REM
Ben Almila, ormanlar kraliçesi Almila…
Dedesinin kulağına üflediği masallarla büyümüş kızıl saçlı, beyaz tenli, ela gözlü bir genç kızım.
Kendimi rüyanın kollarına bırakıp zamanın sınırlarını aşalı çok olmuyor. Delice gelen ama adına masal denen şeyin gerçeğini bizzat yaşıyordum. Dedemin anlattıkları o küçük Almila’nın dünyasında hep bir masal değerindeydi ama en derin rüyalarım, o masalları gerçek kılıp avuç içlerime bırakmıştı. İdrakı güç gerektiren, temaşa dolu bir serüven. Rüya’ya daldığım an çıktığım bu yolculuk bir hız trenindeymişim gibi hissettiriyordu. Hızlı ve kontrolü olmayan.
20. yaş günümü kutlayacaktık. Mekan da doğum günümü kutlamak için gelmiş bir sürü davetli benim teşrif etmemi bekliyorlardı. Günlerdir özenle hazırlanıyorduk. Annem benden daha heyecanlı; “Her şey 4 dörtlük olacak” diye tozu dumana katıyordu. Tüm hazırlıklar, misafirler tastamamdı ama ben, geç kalmıştım. Kutlama başlayalı bir saat olmuştu, benim mekana varma sürem yarım saati bulacaktı. Telaş ile sürdüğüm arabamın hızını biraz azaltıp yan tarafımda duran koltuktan cep telefonumu alıp annemi aradım. 2. Çalışta telaşlı bir şekilde telefonu açıp; “kızım nerede kaldın?” diye sordu.
Mahcup bir ifadeyle “özür dilerim anne geç kaldım biliyorum, yarım saat sonra oradayım merak etmeyin. Sadece beni idare etmen gerekecek.” Annem ile yaptığım bu kısa konuşmanın ardından telefonumu yan koltuğa doğru fırlatmak isterken yere düşürmüştüm. Yolun boş olmasını fırsat bilip eğilip almak için yeltendiğim an, duvara çarpmışçasına bir sarsılma ile aracım savrulmuştu. Tekerleklerin asfaltı inleten sesleri kulağımı sağır etmişti adeta. Ani bir fren ile aracı durdurmayı başarmıştım. Arkamda seğir eden bir aracın olmaması daha büyük bir felaketi önlemişti. Titreyen bedenim ile araçtan hızla indim. Soluk alıp verişlerim öylesine hızlıydı ki gözlerimin önü kararmaya başlamıştı. Nefesimi kontrol altına alabilmiştim ama üzerimde ki bu karaltı hala duruyordu. Kendime çeki düzen verip arabamın sağını solunu kontrol etmeye başladım. “Neye çarptım acaba?” diye düşünmekten deliye dönmüştüm, çünkü ortada hiçbir şey yoktu. Aracın her yeri eskisi gibi duruyordu. Peki benim yaşadığım neydi?
Belki de bir köpekti ve ben araçtan inip gelene kadar kaçıp gitmişti. Şu an bana en mantıklı gelen teori buydu. Daha fazla oyalanmamak adına aracıma bindim. Gözlerimde ki karaltı yetmezmiş gibi şimdi de gökyüzünü kara bulutlar kaplamıştı. Yağmur yolda deyip yoluma devam etmek için aracımı çalıştırdım. Yeni aklıma gelen telefonumu düşürdüğüm yerden alırken başımda hissettiğim ağrıyla yüzümü buruşturdum. Muhtemelen aracın savrulduğu an bir yerlere çarpmıştım. Telefonumu olması gereken yere bırakıp yola koyuldum. Yarım saatlik gecikme planım 1 saati bulmuştu.
İçeri girdiğim an tüm meraklı gözler üzerimde toplanmıştı. Herkese toplu bir özür diledikten sonra kutlama faslına geçebilmiştim, nihayet.
İyi ki doğdun şarkıları arasında kestiğim pastam, davetliler tarafından hediye paketine bulanan odam ve şen kahkahalar ile geçen enfes bir doğum günü yaşamıştım. Her şey tam istediğim gibi olmuştu, o yolda yaşananların dışında güzel bir gün geçirmiştim. Hala olanlara anlam veremesem de bu düşünceli ruh halinden sıyrılıp çikolata paketini iştah ile açan küçük bir çocuk gibi gelen hediyeleri açmaya başladım. Herkes hediyesini özenle paketlemiş, üzerlerine de isimlerini yazmışlardı. Alınan parfümler, kıyafetler, takılar hepsi benim zevkime uygun şekildeydi, arkadaşlarım beni iyi tanıyorlardı. Daha açılmayı bekleyen birkaç paket daha vardı ama bir paket aralarından sıyrılıp dikkatimi çekmeyi başarmıştı. Diğerleri kadar özen içermiyordu ve üzerinde kimden olduğuna dair de bir not yoktu. Dikkat ile paketi açtım, içerisinden ahşap bir sandık çıkmıştı. Sandığın içerisini açtığım da aynı benzerlikte ahşap kaplama bir kitap ve köstekli saate benzeyen yüzeyinde birçok zaman dilimini gösteriyor gibi dönüp duran çubuklar vardı.
Davetli listesinde ki herkes hediyesinin üzerine adını yazmıştı ama bu hediye sahipsizdi. Kimden geldiği belli olmayan tuhaf bir hediye. Ahşap kitabın kapağını aralayıp sayfalarına bir göz gezdirdim. Tuhaf bir el yazısıyla karalanmış aynı tuhaflığa sahip semboller ile doluydu. Rast gele bir sayfayı açıp okumaya başladım.
“Zamandır dönüp duran, akıldır karışan. Zor gelen dönüşüm kolaydır Al’dan. Al’dır kasıp kavuran, Yağmur’dur soğutan”. Bu da neyin nesi! Tekerlemeler sözlüğü falan mı!
Birinin bana fena bir şaka yaptığını düşünüp kitabı ahşap kutusuna yerleştirip saat benzeri objeyi incelemeye başladım. Çok güzeldi, iç kısmı yeşil bir taştandı, dönüp duran çubukları altından gibi parıl parıllardı. Saatin arka kısmını çevirdiğim de kırmızı elmalar ile bezenmiş bir ağaç çiziliydi. Ağacın ve elmaların ayrıntıları o kadar güzel çizilmişti ki gerçeğinden farkı yoktu. Göz alıcı bir ışıltıya sahipti.
Parmaklarımı çizimin üzerinde gezdirmeye başladım. Sanki ben ona dokundukça yaprakları hareket ediyordu. Nasıl bir büyü bu ya da nasıl bir göz yanılması? Baktıkça kendine esir alan çizimin etkisinden gökyüzünü aydınlatan yıldırımın dürtmesiyle çıkmıştım. Bütün gün neredeyse yağmur yağmıştı. Aslında sabah hava fazlasıyla sıcaktı, gökyüzünde bir tane bile bulut yoktu ta ki benim arabamla bilinmeyene çarpmama kadar. Sonrası kara bulutlar ve yağmur.
Yağmur, demin okuduğum tekerleme benzeri cümlede de geçiyordu. Kitabı tekrardan açıp o sayfayı buldum. Yağmur kelimesi büyük harf ile yazılmıştı, bir isim olarak. Peki ya Al hangi manada kullanılmıştı?
Kırmızı olarak mı? Yoksa, oda mı bir isim? Almila’nın Al’ı mı?
Kitabı daha iyi inceleyebilmek için ilk sayfasından okumaya başladım. Kitap bir diyardan bahsediyordu. Ormanlık alanları çok olan, halkının refah içerisinde yaşadığı bir diyar. Ormanlarının derinliklerinde dünya ya ait gizli bir şeyin saklı olduğunu ve bunun o mutlu diyara hüsranı getireceğini yazıyordu ve bunun gibi kehanet vari birkaç şey daha yazıyordu. Yazılanlar bana çok tanıdık geliyordu zira dedem tarafından bu masallar ile büyümüştüm. Kardeşim ve bana hep gizli dünya diye bir masal anlatırdı. Acının ve kötülüğün uğramadığı, orada yaşayanların hiçbir şeye ihtiyaç duymadan bolluk içerisinde yaşadıklarını anlatırdı. Doğasının muhteşem olduğunu, havasının ne sıcak, nede soğuk olduğunu söylerdi. Tam anlamıyla cenneti anlatıyordu. Çocukken hep doğayı sevelim, insanlara karşı saygılı ve sevgili olmayı öğrenelim diye bu masalı anlattığını düşünürdüm. Şimdi bakıyorum da sanki bir gerçekten bahsediyordu.
Kitabın anca yarısına gelebilmiştim ama bir kehanet öyle tuhaf gelmişti ki diğer sayfaya bir türlü geçemiyordum.
“Gecedir çağıran, bedendir koruyan. Derine daldı mı alır yarınından. Diyar’ın kapısı açılır ondan”.
Zihnimde dönüp duran sorular bedenimi o kadar yormuştu ki sabaha karşı uykuya teslim olmuştum. 2-3 saatlik uykunun ardından kardeşim Asel’in odama yaptığı baskınla yatağımda sıçramıştım. Benim panik halinde ki tavrımla karşımda şaşkın gözleriyle kalakalmıştı.
“Sen daha uyanmadın mı? İnanmıyorum abla bugün sınavın vardı.”
Bıkkınlık içerisinde bir of çekip uykulu ve yorgun bedenimle banyoya girip elimi yüzümü yıkadım. Odama döndüğüm zaman Asel ahşap kaplamalı kitabı inceliyordu. Telaşlı bir şekilde kitabı elinden alıp kutusuna koydum.
Odada ki panik halini fark eden Asel “O da ne öyle?” diye sordu.
“Sadece bir hediye.”
“Kimden peki?”
“Daha bilmiyorum, ama öğreneceğim.”
“O defter çok otantik bence, sevdim. Kim aldıysa zevkliymiş.”
“Defter değil, kitap.”
“Kitap olması için kelimelere ihtiyacı var ablacım.”
Asel’in beni hayrete düşüren söylemi ardından bir kez daha şaşkınlık etrafımı kaplamıştı. Yeteri kadar zihnimde cirit atan mantık dışı olaylar varken bir yenisi daha bana merhaba diyordu.
“Ne! Nasıl, yazılanları görmedin mi?”
“Kapıyı çok hızlı açtım sanırım aklın bulanmış, o defterde tek bir çizik bile yok.”
Asel’in soru işaretlerine dönmeye başlayan bakışlarına açıklık getirmek için yalana baş vurmuştum.
“Birkaç şey karaladım sanıyordum, ondan sordum. Neyse ben hazırlanayım artık malum sınavım var.”
Dünden beri yaşadığım bu olaylar artık beni ürkütmeye başlamıştı. Nasıl oluyordu da o kitabı tek ben okuyabiliyordum? Anlamıyorum doğrusu, mantığım bir yerde kilitlenmeye başlıyordu.
Hızlı bir şekilde hazırlanıp okulun yolunu tutmuştum, ilk dersten sınavım olduğu için hediye meselesini sorgulamayı biraz ertelemem gerekmişti. Sınav bitiminde tüm davetli arkadaşlarıma kitabı ve partide yabancı birilerini görüp görmediklerini sormuştum. Hepsinin cevabı aynıydı, hiçbir şey bilmiyorlardı. Ruhum daralmaya başlamıştı, bu bilinmezlik ve bulmaca tarzı kitap aklımı karman çorman yapmıştı. Biraz nefes alabilmek için bahçeye çıkmıştım. Derin bir nefes alıp başımı göğe kaldırdım, tekrardan yağmur bulutları toplanmaya başlamıştı. Bulutlardan biri tuhaf bir silindir şeklindeydi ve hiç doğal durmuyordu. Bir anda esen sert bir rüzgar ile silindir şeklinde ki bulut şekil değiştirmeye başlamıştı ki çantamda ki köstekli saat benzeri şeyden güçlü bir ses gelmeye başladı. Telaşlı bir şekilde saati çantamdan çıkarttım ve ibreleri deli gibi dönüyordu. Saat’in hızı arttıkça bulutta gitgide büyüyüp uzaklaşıyordu. Saat bulutun eksenine kapılmış bir şekilde beni o tuhaf buluta doğru götürüyordu. İlk direnmeye çalışsam da merak duygum beni alt etmişti.
Aracımla bulutu takip ettim ve beni kaza yaptığım o yere getirmişti. Yolun sağ ve sol taraflarında ormanlık alanlar vardı. Bugün oldukça sessizdi bu yol, aynı kaza yaptığımda ki gibi. Saat hala aynı hızla dönerken bulut tekrar silindir şeklini alıp bir toz bulutuymuş gibi asfalt zemine yerleşti. Korku ve panik içerisinde delicesine çarpan kalbim ile olacakları bekliyordum. İlk olarak bulutun içerisinden bir siluet belirdi. Yavaş adımlar ile o toz bulutunun içerisinden çıkıp bana doğru yürümeye başladı. Uzun boylu, yapılı, beyaz tenli, kahverengi saçlı bir erkekti. Korkmaktan ziyade gözlerinde ki mavi aleve hayran kalmıştım. Harelerinin içerisinde dans edercesine dolanan o alevler beni hipnoz etmişti adeta.
Almila!
Uyarıcı bir seslenişin ardından daldığım yerden çıkmıştım. Zor çıkan sesimle; “sende kimsin?” diye sordum. Bir yandan da her an her şey olabilir korkusuyla arabamın yanından ayrılmıyordum. En ufak bir terslikte aracıma binip kapıları kilitleme planları yapıyordum. Sıcak bir gülümsemeyle “Ben Yağmur’um, Yıldırım da derler. Aa dur ben gökyüzüyüm.”
Saflaşmış bir halde “Hepsi olamazsın, seç birini. Sen nesin böyle?”
“O zaman sana şöyle anlatayım, yağmur olur yağarım, şimşek olup çakarım.”
“Aynı o kitapta yazılanlar gibi konuştun.”
“Okudun ha kitabı, sevdin mi bari?”
“Sendin demi onu getiren. Ama neden?”
“Bak Almila, şu an farklı bir girdabın içerisinde sıkışıp kaldın, ben sadece sana yardım etmek için geldim.”
“Ne girdabı anlamıyorum.”
“Doğum günü partin, aslında hiç olmadı.”
Sinir dolu bir kahkaha atıp “tamam bu olaylar mantık dışı ama ben ne yaşadığımı biliyorum.”
“Farklı bir boyutta kaldın, aslında seni hayatta tutan şeyde bu oldu.”
“Anlat, dinliyorum.” Sırtımı arabama yaslayıp, kollarımı da göğsümde birleştirmiş bir şekilde anlatacaklarını mantığımın almasını bekliyordum.
“Almila, bu gördüğün, yaşadığın her şey senin zihninin içerisinde canlanıyor. Bir nevi buna rüya diyebiliriz. Bilinç altında yatan öğretiler ile şekil alıyor.”
Gözlerim olabildiğine açılmış bir şekilde etrafına şaşkınlık yayıyordu.
“Nasıl oldu peki bu?” diye sordum, her şey normal gözükürken nasıl?
“O gün yani doğum gününe giderken bir kaza geçirdin ve başına aldığın bir darbe sonucu bitkisel hayata girdin. Şu an bedenin bir hastahane odasında iyileşmeyi bekliyor.”
Gülmek ile ağlamak arasında kalmış bir ruh hali içerisindeydim. Kaza, bitkisel hayat, hele ki ailem kim bilir ne haldeler! Kalbim atışlarıyla göğüs kafesimi zorluyordu, bu olanlar gerçek olabilir miydi?
“Bunlar çok saçma. Hem sana neden inanayım ki? Tanımadığım bir adam çıkmış bana bir hikaye anlatıyor.”
“Haklısın senin yerinde bende olsam bulutun içerisinden çıkıp gelen alev gözlü bu adama inanmazdım. Ha birde bana hediye olarak verdiği kitabı bir tek benim okuyabilmem gibi doğaüstü bir şeye de inanmazdım.
Peki Almila, nasıl oldu da sana o hediyeyi verirken tek bir kişi bile beni görmedi? Yani tüm davetlileri tanıyorsun, çoğu da birbirini illa ki biliyordur. Nasıl oluyor da aralarında dolanan o yabancıyı fark etmiyorlar? Beni ve kitabı onlara sordun öyle değil mi? Bence sormuşsundur. Akıllı biri olduğunu biliyorum Almila ama cevabı sana ben vereceğim. Çünkü beni sen görmedin, unutma burası senin zihnin. Senin bilmediğin, görmediğin bir şeyi onlarda göremez, bilemez.”
Anlattıkların da haklılık payı olması beni deliye çevirmişti. Akıl almaz bir olayın içerisine düşmüştüm. Sırtımı arabadan çekip saçlarımla oynaya oynaya bulunduğum yerden biraz uzaklaşmıştım. En başından düşünmem gerekiyordu. Kaza olayı zaten başlı başına bir muammaydı, hiçbir şeye çarpmamak ama o çarpma etkisini hissetmek. Peki ya başımda ki ağrı bunu bilmesi mümkün değil. Aa tabi birde kitap var Asel’in onu okuyamaması, bu yaşanılanların hepsini enine boyuna düşündükten sonra alev gözlünün doğru söylüyor olabileceği kanısına vardım. Derin nefesler alıp verdikten sonra yanına gidip “Ne olacak peki şimdi? Kendi zihnimin içerisinde hapis mi yaşayacağım? Ya sen, sen de benim zihnimin bir oyunuysan?”
Başını geriye doğru atıp bıkkın bir şekilde konuşmaya başladı “Ah Almila, her ihtimali düşünüp bir sürü soruyla karşıma çıkıyorsun, biliyorum bunlar daha başı ama lütfen yapma, kendine bu eziyeti yaşatma. Sana zarar verecek biri değilim, bir zihin oyunu da değilim. O kitapta okuduğun diyar gerçek ve bende oradan geliyorum. Senin o diyara bir gün gelebilmen için yeterli güce ulaşa bilmen gerekiyordu. O güce daha yeni sahip olmuşken yaşadığın o kaza sonucu ölüm ile yaşam arasında kaldın ve beynin güvenli bir bölge olarak seni zihninin içerisine hapis etti. O güç sayesinde hala zihninin içerisinde olmana rağmen kalbin atıyor. E benim olayım da zihin olunca, buradayım işte.”
“Bana yardım etmek için geldin öyle değil mi? O halde beni zihnimin içerisinden çıkar.”
Donuk bir ifadeyle sadece yüzüme bakmakla yetiniyordu ama ben gerçek bir yardımın peşindeydim. Omuzundan sert bir şekilde itip; “Beni buradan çıkart.” Dedim gür bir sesle.
Sarsmamın yararı olmuş olacak ki donuk bakışları anlam kazanmıştı. “Kabul eder misin bilmiyorum ama bedenin iyileşene kadar seni diyara götürebilirim. Hemen hayır deme düşün, çünkü zihninin içerisinde olduğun müddetçe neler yaşayacağını bilemeyiz, çünkü döngünü sen değil bilinç altın belirliyor.”
Diyara yolculuk, alev gözlünün bunu ilk sorduğu zaman çok korkmuştum. Akla, mantığa sığmayan bir durumun içine düşmüş olmak yeteri kadar nefesimi kesiyorken, şimdi bir bilinmeze daha davet almıştım. Ne gariptir ki dedemin oradan övgü ile bahsetmesi diyara karşı bir güven duymamı sağlıyordu. Alev gözlü ona tam anlamıyla inanmam için, asfaltı kaplayan toz bulutunun içerisinden hastahane odasında yatan bedenimi gösterdi. Nutkum tutulmuştu, soluk bir ten, etrafımı ve vücudumu kaplayan kablolar, başımı çepeçevre sarmış bir sargı bezi. Gördüklerim zihnimin içerisinde olmama rağmen kanımı dondurmuştu. Orada yatan bendim, ben. İnanması güç bir durumdu ama bu gördüklerimden sonra artık alev gözlüye inanmak zorundaydım. Daha fazla zihnimin içerisinde kalamazdım. Bilinç altımın bana neler sunacağı bir muammayken bu riski göze alamazdım. Bedenime bir şey olursa eğer zihnimin içerisinde bir sonsuzluk yaşayamam, bu güç bedenimle toprağa karışmama müsaade etmezdi.
Diyara yolculuk başlamıştı. Alev gözlünün teklifini kabul etmiştim. Yanıma sadece çantam ve hediye gelen o mekanik saati almıştım. Orada neye ihtiyaç duyacağımı bilmiyordum. Alev gözlü bir adım ötemde yürüyordu, yapılı vücudu yanında bir hayli küçük kalmamı sağlıyordu. Adımları benim tempolu yürüyüşüme denk geliyordu. Onu incelemek garip bir şekilde hoşuma gidiyordu. Belki başka bir diyara ait olması onu özel kılıyordu ve bu da ona dikkat kesilmemi sağlıyordu. Bu kısa yürüyüşümüz alev gözlünün yeni bir toz bulutu oluşturmasıyla bitmişti. Tek bir el hareketiyle önümüzde beyaz, içerisinden gözleri gibi mavi ışıklar saçan bir bulut yapmıştı. Gövdesini kaplayan mavi ışıkların içerisine bir adım atıp “Hadi gel” dedi. Davetkar bakışları beni etkisi altına alıyordu. Samimi tavırları, dedemin diyara olan sevgisiyle daha fazla direnmeden onunla birlikte o toz bulutunun içerisinden geçtim. Gözlerimi ilk açtığım an yemyeşil bir doğa ile karşılaştım. Kitapta yazılanlar ve dedemin anlattığı gibiydi. Güneşi ten yakmıyor, rüzgarı da üşütmüyordu. Benim hayran bakışlarımı hayranlık ile izleyen biri vardı, alev gözlü. Duygularımı kontrol altına alıp “Şimdi ne olacak?” diye sordum. İç ısıtan bakışlarıyla “Yaşayıp göreceğiz” dedi.
Alev gözlünün peşine takılmış ormanın derinliklerine doğru yürüyordum. Ne kadar soru sorsam da duyumsamazlıktan geliyor adımlarını biraz daha hızlandırıyordu. Koşar adımlarla o iri bedenine yetişip önünü kesmiştim. “Hey, sana konuşuyorum burada demi! Nereye gidiyoruz?”
“Halkının yanına” dedi, alaycı bir gülüşle “Onlar senin halkın alev gözlü”.
“Alev gözlü ha, sevdim bunu” dedi. Gülümserken ki yüzünün aldığı ifade o kadar büyüleyiciydi ki etkisinden çıkabilene aşk olsun. Sanki etkilendiğimi biliyormuş gibi gözlerini daha fazla kilitliyordu gözlerime. Umursamazlık kimliğine bürünüp önden yürümeye başladım. Önümüze ahşap evlerden yapılma bir köy çıkmıştı. Etraf feci bir düzen içerisindeydi, insanları arı gibi çalışıyordu. Odun taşıyanlar, tarla ekenler, tezgah başında satış yapanlar. Kadınlardan biri bizi fark etmiş bir şekilde koşar adımlarla alev gözlünün yanına gelip heyecanla “bu o mu?” diye sordu. Şaşkınlığımın yüzüme yansıdığına adım kadar emindim. Mahçup bir sesle “Evet o, artık orman kraliçemiz bizimle.” Bakışlarını bana çevirip konuşmasına devam etti; “üzgünüm Almila, sen buraya aitsin. Daha küçücükken kanın bu toprağa dedenin veliahttı olarak düştü. Artık taht senindir.”
İşte, benim hikayemde böyle başlamış oldu. Dahası var elbet yaşayıp göreceğiz. Bu sadece sonun başlangıcı…
Tags: #fantastik #aşk #uyku #mutluluk #gizem #kraliçe #dünya #orman #zaman #hayal #rem #kurgu #gezgin #sevgi #romantik #şimşek #ikidünya
Kaleminiz daim olsun ??
Teşekkür ederim ♥️ @pluviofil