Eski bir evde oturuyordu Nakkaş Mahmud.Yüzüne garip gelen sakalı ve çukur gözleriyle,tarih öncesinden kalma bir efsaneden düşmüş gibiydi.İki çocuğu ve hanımıyla rahat ve mutlu bir ömür sürüyordu.Sabahları çocuklarını namaza kaldırır,sonra yaşları küçük olmasına rağmen onlarıda çilehanesine götürürdü.Evet çilehane.Çünkü Nakkaş Mahmud çalıştığı dükkanda huzurlu değildi.Hergün birileri gelir,ve onun hayatına çığ gibi düşerdi.Bundan muzdarip olan Nakkaş Mahmud,yüzündeki çizgilerle elindeki nasırların iflas edeceğini düşündüğünden,işe çocuklarını dahil etmekte bir beis görmedi.Hem böylesi daha güzel olacaktı.Çünkü tesbih tanelerini kendi imamesinde toplayarak onların dağılmalarına da engel olacaktı kendi düşüncesine göre.Çocukları da bundan memnun gözüküyordu arasıra şikayetçi olsalarda.Bu,tüm dünyanın önünde saygı ile eğilmesi gereken bir davranıştı.Şüphesiz,daha tüyleri bile çıkmayan çocukların,dalları budanmamış toy zamanlarını,renk renk nakışların arasına sıkıştırmaları takdir edilesiydi…
İşte böyle geçiyordu hayatı Nakkaş Mahmud’un.Bağlı bulunduğu köyde herkesin imrendiği bir kişi olmanın gururunu taşıyordu haklı olarak.Çünkü o,herkesin kutsalını kaybettiği bir yaşamda saf ve samimi bir şekilde ilerlemisini biliyordu.Çocuklarını dizlerinde büyütmüşlüğün verdiği o dolayımsal güç,onu her zaman vicdanıyla muhasebesinden galip çıkarıyordu.Çünkü çocuklarına daha 5 yaşlarındayken Kuran okumasını öğretmişti.Ve bunun için yattıkları odanın duvarlarına hergün bir ayet yazma oyunlarına bile giriştiği olmuştu.O yazıyordu ayetleri,çocukları ise okuyordu.Zamanla çocukları,duvarda yazılan yazıların aslında içlerindeki sarayı kurmak için lazım gelen birer tuğla olduklarını anladılar.İşte o gün mutlulukların belkide en imrenilesi gelip bulmuştu Nakkaş Mahmud’un sıcak yuvasını.Küçük şeymi?Uğurlarında kurban olacağı minik yavruları,daha kuşlar kadar bile büyümeden,gözlerine aşkın en kutsalını,en gerçeğini yazmışlardı.O gün Nakkaş Mahmud’un yüzünden damlayan terler,aslında yorgun bir yüreğin dudağından fışkıran yıllardı.Nakkaş Mahmud’un gençliğini,çocukluğunu heba ettiği o yorgun yıllar…
Ama yıllar geçtikçe rüzgarda farklı esiyordu.O huzurlu baharı getiren rüzgar,şimdi sanki alıp götürüyordu huzurdan yana ne varsa.Çocuklarından biri veremden ölmüştü.O geceyi hiç unutmuyordu Nakkaş Mahmud.10 yaşındaki Hasan’ı,yatağında kanlar içinde bulmuştu.Ve hanımının onca ısrarına rağmen,çocuğunun ağzından dökülen kanlarla bulanan şilteyi,kutsal bir kitap gibi hep yanında taşıyordu.Ağır geliyordu baba yüreğine ölüm.Binbir türlü zorluklarla besleyip büyüttüğün çocuğun bir sabun köpüğü gibi ellerinden kayması kabul edilesi değildi Nakkaş Mahmud için.Ama Nakkaş Mahmud,babasından aldığı terbiye hasebiyle,topraktan gelenin toprağa gideceğini biliyordu.O yüzden toprağa giden herşeyde bir mübareklik,bir anlam olduğuna inanırdı…
Çocuğunun yasını tutamadan,hanımının ölümüyle sarsıldı Nakkaş Mahmud.Bir sabah vakti hayatta kalan oğlu Asım’ın hıçkırıklarıyla uyandığında farketmişti.Ömrünün en mahrem gülü solmuş ve tükenmişti.Bu ölüm sanki herşeyi alıp götürmüştü evden.Hep kendini sorguladı Nakkaş Mahmud.Neydi güzeller güzeli Ravda’sını yataklara düşüren?Sanki her ölümün müsebbibi kendisiymiş gibi,vicdan aynasında hep kendi boğuk yüzünü gördü.Ama yine girift bir girdabın içinde benliğini kaybederek aynı yere dönüyordu.Refikasını toprağa vermenin hüznü nakkaşın büyük yüreğine küçük küçük çizikler atmıştı.Dalından kopan bir yaprağın dokunaklı hışırtısı vardı artık ellerinin üzerinde…
Hayatın kendisine bıraktığı tek yadigar olan çocuğu Asım ile yaşamaya alışmaya çalışıyordu her ne kadar zor olsa da.Asım ile beraber nakkaşhaneye gidiyor,sonra akşamın karanlık güneşi üzerlerine çöktüğünde,eve geliyorlardı tekrar.Asım,abisi Hasan’ın ölümünden sonra hiçbir kitaba ve hiçbir oyuncağa el sürmedi.Hepsini o küçük odanın karanlığında terkedilmişliğe bıraktı.Zaman zaman gözleri uzaklara bakıyor,ama inadına ağlamıyordu Asım.Çünkü babası ağlamanın en çok melekleri üzeceğini öğretmişti.Ve o gün bu gündür hiç ağlamadı Asım.Yüreği sıkıştı,ciğerleri yandı,ama bu hüzün seline asla gözlerini karıştırmadı.Gururlu çocuktu Asım.Babasının elinde kalan tek dayanak olduğunu biliyordu.Ve bu onu sorumluluğun bilincinde olmaya itiyordu…
Büyüdü Asım ve şehre gitti.Aslında babasını bırakıp gitmek istemiyordu.Ama babasının inatçı ve kararlı tutumu karşısında birşey yaşayamadı.Mektepe gidiyordu artık.Nakkaş Mahmud ise oğlunu gurbete yollamanın sancısını,onun okuyup büyük adam olacağını düşünmenin gururuyla örtüyordu.Kimsesi yoktu Allah’tan başka.Her sabah namaza kalkıyor ve alışkanlıktan olsa gerek çocuklarının odasına gidiyordu.Tam onları kaldıracakken yatağın boş olduğunu görüyordu.İşte o an sıkışıyordu kalbi Nakkaş Mahmud’un.Zor geliyordu hayata tutunmak.Ama alışması gerekiyordu.Çünkü biliyordu,insana alıştıkça en güzel gelen şey acıdır….
Uzun zaman geçti aradan ve Asım’dan birtürlü haber alamadı Nakkaş Mahmud.Şehre gitmek istiyor ama gidemiyordu.Çünkü hastaydı.Ve hava değişikliği onu bir anda yere yığabilirdi.Ne bir telefon ne de bir mektup geliyordu.Haber de alamıyordu üstelik oğlundan.Sonra dayanamadı,ve ölümü bile göze alarak yola koyuldu Nakkaş Mahmud.Uzun yollar geçti ve kasabaya vardı.Nihayet trene bindi ve şehrin yolunu tuttu.Tren raylarından çıkan gıcırtılar,sanki ömrünü anlatıyordu Nakkaş Mahmud’da.Ömrüde öyleydi.İlerledikçe hüzünleniyordu,ve ağlamaklı sesler çıkarıyordu.İçi ezilmeden bu düşünceleri kafasından atıp,oğlunu bulacağı ümidi ile yüzünü çaresiz bir sevinç kapladı.Nihayet inmişti.İndiği yerde mektebin yerini sordu ve koşar-adım oraya gitti.Ama Asım yoktu.Tüm talebelerden ve müderrislerden sordu ama hepsi uzun zamandır orda olmadığını söylüyordu.Ne yapacağını şaşırmıştı Nakkaş Mahmud…
Umarsızca yola koyuldu.Sanki her insan ona çarpıyor gibiydi.Göğsü sıkışıyordu.Ne olmuştu oğluna acaba?Hep bunu düşünüyordu.Bir an karnının acıktığını hissetti.Köşedeki fırından birazcık ekmek aldı.Ve ekmek kırıntılarının yere düşmemesi için bir gazete parçası istedi fırıncıdan.Aldı ve bir banka oturup ekmeği yemeye başladı.Boğazından lokma zor geçsede,yemeye çalışıyordu Nakkaş Mahmud.Tam o an içinin sıkıştığını,kalbinin ritminin azaldığını ve nefesinin daraldığını hissetti.Elini göğsüne götürüp bastırmayı denedi ama çare olmuyordu.Bir an yığılacak gibi oldu ve gazete parçasına sarılı ekmeği yere düşürdü.O an gözüne birşey çarptı.Gazetenin arka tarafında bir resim gördü ve üstünde şu yazıyordu:”Sahipsiz genç,uyuşturucu komasında ölü bulundu”.Birşey geçti içinden Nakkaş Mahmud’un.Sanki kurşun gibi.Her yerini delik deşik eden birşey.O gördüğü resim diğer yarısıydı.Yani Asım.Hayatının baharı,sakat ömrünün tek dayanağı.Oğlunu kurban etmişti bu şehre.Bu şehrin canavarlarına yem diye sunmuştu…
Hayatında ilk kez böylesi derin bir vicdan azabı çekmiş,ve hayatında ilk kez böyle haykırırcasına ağlamıştı Nakkaş Mahmud.Ve akıttığı gözyaşlarıyla beraber kendiside aynı toprağa düşmüştü.İşte Nakkaş Mahmud’un hikayesi böyle bitmişti.Ve hiç kimse Nakkaş Mahmud’un neden öldüğünü tam olarak bilememişti…
(Griye Çalan Hikayeler’den)
Tags: hikaye
Sabırsızlıkla bekliyorum yazılarınızı. Dün okudum ama yorum bu akşama kaldı. İsterim ki analar ve babalar okusun yazdıklarınızı. Dimağiniza sağlık.
Çok güzeldi hayata dair yaşanmışlık