photo_2021-03-02_20-39-28

2021-03-02

Yıllar önce bizzat yaşadım bu hikayeyi. Karadeniz’de yaşanmış bir hikayeydi ama yerler farklı olsun, isimler farklı olsun istedim. Olsun ki kimse demesin bu biziz diye ama herkes kendisinden de bir şey bulsun istedim.

Tek bir hayatta değil okuyacağınız… Farklı yaşamlar olacak.

Bu kitapta ‘YEMİN’ isimli kitabımdan da izler var. Orhan ile Ayşe, Mustafa ile Fatma olacak bu kitapta. Ama iki ayrı kitap olduklarından emin olabilirsiniz.

Şimdi dökülsün bakalım kelimeler, beyaz ekrana klavyemden. Güzel okumalar.

****

Koyu yeşil başörtülü, üzerinde de koyu yeşil feracesi vardı. Ayaklarındaki siyah düz taban ayakkabıların üzerine basarak yavaş ve seri adımlarla ilerliyordu. Elinde, doktorunun verdiği tahliller ve sonucun ne olduğu bilgisi ile çıkmıştı hastaneden. Neredeyse iki aydır hastaydı kadın. Aslında, öncesi de vardı ama artık dayanabilecek gücünün kalmadığını hissedince çalmıştı doktorun kapısını. Sonuçlara ulaşması zaman almıştı ancak artık biliyordu durumunu. Dönülmez yolun artık sonuna gelmişti. Kaderde doğum gibi ölümde bir gerçekti. Her doğan gibi ölüm kaçınılmazdı.

Hastaneden çıkınca doğruca önündeki parka doğru yürüdü kısa adımlarla. Sevmişti burayı. Şehre tepeden bakıyor, hayatın telaşında koşan insanları tek tek görebiliyordu. Yine, aynı manzarada bir masaya oturup kendine şöyle, tam sevdiği gibi orta şekerli bir Türk kahvesi söyledi. Hayat ne uzun sürmüştü onun için. Şimdikiler kısa ömürlüydü sanki. Gülümsedi kadın. Acı çekerken hiç geçmiyordu ki vakit.

Önüne konulan kahve ile bakışlarını çevirip garsona teşekkür etti. Türk motifleri ile süslenmiş, kahve fincanının yanında, İstanbul manzaralı deseni olan bardakla su yer alıyordu önünde. Fincanı eline alıp, burnuna doğru götürdü kokladı. Mis gibi kokuyordu. Bir an eskiye gitti. Hem de çok eskilere…

Aklına ilk babası geldi. Annesi elleri ile pişirirdi kahveyi. Tam da kocasının sevdiği gibi olurdu. Yıllara rağmen azalmayan sevdaları ile içerlerdi kahvelerini. Babası önce koklardı yârinin elleri ile yaptığı kahveyi. `Mis gibi hatun` derdi. Aşkla bakardı karısına. `Aynı senin gibi`. Gözlerindeki manaya hiç anlam vermezdi kızları. Bazen ağlardı babasının dizinin dibinde annesini kıskandığı için. Çünkü onun için babası çok başka biriydi. Çok severdi babasını.

Dizlerinde yatan kızına gülümserdi adam. `Sen benim Leyla’msın` derdi babası, kızını alnından öperken. `Gözümün nurundan hediye` der avuturdu. Abisini de yaklaştırmazdı babasına. Kısaca kimseyle paylaşamazdı babasını. Annesini de severdi ama galiba daha çok babacıydı kadın. Baba kelimesinin bile yeri başkaydı onda.

Kocaman şehrin göz alıcı manzarasına çevirdi yine bakışlarını; ‘pencereler ve içlerinde yaşayan sırlar’ diye fısıldadı kendi kendine.

Kadın; erkek için neydi sahi? Babasının, anasına yarısını verdiği kan pıhtısı. Eğer bir kadının rahmini bulmasaydı yuva olarak kendine, hayat var olur muydu onun için. Daha ilk gün cenneti ayaklarının altına almış olan adına da ana dedikleri varlıktı erkek için. Karşılık almadan hem de tüm verdiği cefaya rağmen ölesiye seven kadın.

Kadın; Anasından sonra belki abla belki de kız kardeş olarak bacı etiketi ile girer hayatına. Aynı karnın vermiş olduğu güven duygusu ile. Anasından sonra ana sıcaklığını alarak hem de.

Kadın; Bu sefer yar olur erkeğe, hayatında hiç bilmediği duyguları ta yüreğinin derinliğinde hissederek. Kanın verdiği muhabbetin de önüne geçerek Kays’ı mecnun ederek Leyla olurdu erkeğe.

Kadın; Ve bir erkeğin anam diye sevdiği kızı olur. Dünyanın uğruna döndüğü evladı olurdu.

Şu pencerelerin ardında hangi kadın vardı acaba. Leyla’nın kadın halleri mi yoksa Leyla’nın nakadın olan halleri mi? Yine gitti aklı Leyla’nın yıllar önceki hatıralara.

Büyüdüler… Hem de aniden büyüdüler. Abisi henüz on dokuzunda Leyla ise on dördündeydi daha. Ölüm çaldı kapılarını. Hem yetim, hem öksüz kaldılar o yaşta. Anne ve babaları, bir düğüne gittiğinde kim olduklarını asla bilemedikleri düşmanları, ikisinin de canına kıymıştı.

Yüreğine, yine çöreklendi kadının o günkü acı. Haberi amcası vermişti. Hem de merhamet duygusunu içinde barındırmadan. Soğuk bir sesle `Ananız, babanız öldürülmüş` demişti. Üç kelimeden oluşan ama içinde kocaman bir acı barındıran kısacık bir cümle ile. Ölüm haberi tez ulaşır misaliydi. Kadına da tez ulaşmıştı ama yıllar geçse de dinmemişti acısı.

O gün büyümüştü kadın. Hem de çok çabucak. Her şey bir anda olup bitmiş ve bu zamanlara gelmişti. Ömrün ne kadar uzun olduğunu en iyi o bilirdi. 

O sıralar, ne olduğunu anlamadan, komşu oğlunu sevdiğini bildiği amca kızı Gülşen, ki Leyla’nın en yakın arkadaşıydı. Daha yasları bitmeden evlenmişti abisi ile. Beraber büyümüşlerdi aynı evde. Babasının küçük kardeşinin kızıydı Gülşen. Birlikte iyi arkadaş olsa da her suçu üstüne attığı amca kızıydı onun.

Komşu oğlunu seviyor diye biliyordu onu. Sırrını sadece kendi biliyor ve saklıyordu. Onun heyecanına ortak oluyordu. Derdini dinliyordu sabahlara kadar. Anne ve babası öldükten sonra ne olduysa olmuştu. Gülşen abisi ile hem de bir ay içinde evlenmişti.

Düğünden önce `Sen Kenan’ı severken neden abimle evleniyorsun?` diye sorduğunda `Bir daha bana iftira atarsan abine hesap verirsin` diyerek kızı tehdit de etmişti.

Susmuştu. Madem abisi mutluydu susmak en doğru olandı. Susmak kolay taraftı her zaman. Acıları peşinden sürüklediğini bilmeden susmak ise… Ölüme koşmaktan başka bir şey değildi.

Bir yıl olmadan Osman doğmuştu. Hemen ardından da Orhan. İki çocuk da elinde büyümüştü. Çok sevmişti yeğenlerini. Hiç gocunmamıştı onlara bakıcılık yapmaktan. Hiç şikayet etmemişti. Evden çıkışı zaten yasaktı. Babasından bir kere bile yemediği tokadı abisinden o kadar çok yemişti ki. Babasının nazlı ceylanı abisinin dayak arsızı olmuştu. On dokuzundaydı daha. Eve hapsedilmiş, bir gül goncası iken soldurulmuştu. Dillerde gezen güzelliği uçup gitmişti.

Eve gelen bir misafir talip olmuştu kıza. Oğluma gelin etmek isterim demişti. Fikri sorulmamış, damat adayı bu diye gösterilmemişti. Onlar Allah’ın emri ile oğlumuz Alihan’a verin demişler abisi de vermiş gitmişti. Damat kim bilmeden gelin edilmişti. Ona sormaya bile gerek görülmeden ellere gelin gitmek… Kadının kanayan yüreğindeki en büyük acıydı bu.

Gelinliğini giyinmiş baba evinden gitmeyi beklediği gün açmıştı ağzını. `Neden?` diye sormuştu Gülşen’e. `Neden yapıyorsun tüm bunları?` İlk defa duymuştu ağzından dökülenleri.

Zehir kıvamında kıskançlık dolu cümleleri bir bir sıralamıştı Gülşen. `Kenan seni sevmiş.` Kadın büyük bir şaşkınlıkla bakmıştı Gülşen’e. Gülşen ise büyük bir nefretle konuşmasına devam etmişti.

`Konuştum onunla, aşığım dedim. O ne dedi biliyor musun?.. Ben Leyla’yı seviyorum… Seni seviyormuş.` dedikten sonra kahkaha atmıştı. ‘Onun sevdiği Leyla’yı ellerimle öldürdüm ben. Askerden gelince alacakmış seni. Abine demiş. Ama geldiğinde senden bir iz bile bulamayacak.`

Öğrendikleriyle daha da yıkılmıştı. Bir o kadar da nefret etmişti, bir zamanlar arkadaşım dediği o kadından. Derdi neydi eski amca kızı, şimdi yengesi olan kadının anlamıştı. Hırs ve kıskançlığın insanın gözünü nasıl boyadığını çok iyi anlamıştı. Abisi de ona uyup kardeşini ateşe atmaktan çekinmemişti.

İçi yana yana ayrılmıştı baba evinden. Peşinden ağlayan iki çocuğun sesleri yıllar geçse de hala kulağındaydı kadının. Ne zaman ağlayan çocuk görse gözünde tüten Osman ve Orhan hep aklına gelirdi. Çok severlerdi yeğenleriyle birbirlerini. Nasıl çıkarırdı ki akıllarından onları. Şimdilerde kocaman adam olmuş olmalıydılar. 

Ayrıldıklarında gelin arabasında kocası yerine onun annesi oturmuştu yanına. ‘Beni annen bil güzel kızım.’ demişti kadın. Gerçekten de ona ana olmuştu. Hem de annen bil dediği kızı ateşe atıp cayır cayır yakarken.

Ne kadar güzel bir gelin…’

Alihan yaşadı…’

Su damlası gibi…’

Bu konağın gelinine layık bir gelinlikle, aynanın karşısında durup kendi gözlerine bakamadığı o anı hatırladı acı ile. Gelin olmuştu. Bu muhteşem konağa geleli bir hafta olmuştu ama hala biraz sonra evleneceği adamı görmemişti. Uzun muydu kısa mı? Zayıf mı şişman mı? Yakışıklı mıydı yoksa çirkin mi? O aynada kendine bakamazken ‘sever mi beni?’ diye sormuştu içinden Rab’bine.

Sever miydi kim olduğunu bilmediği adam? Gözünden akan yaşı silmişti kız çabucak. Ne acıydı ardından ağlayan anne ve babası bile olmamıştı. Sadece iki küçük çocuk ağlamıştı ardından. Onlarda büyüyünce unuturdu halalarını. Acaba kendi evlatları olur muydu? Birinin adı Osman diğerinin adı Orhan… Sonra bir kızı… Leyla’nın kızı; Hilal.

Odaya giren bir kadının yönlendirmesi ile odadan çıktı kız başına atılan kırmızı örtü ile. Örtünün altından sadece tok sesini duymuştu adamın bu kadardı.

Sonrasında…

Bir kadının asla yaşamaması gereken zulmü yaşamıştı o gece kadın. Çığlıklarına kimse cevap vermemişti. Kulaklar sağır olmuştu. ‘Senin annenim artık’ diyen kadın bile duymamıştı onu.

O günler artık onu ağlatmıyordu bile. Yaşadığı tecavüz ve yediği tekmeler canını yakmayalı o kadar çok zaman geçmişti ki. Kocasına defalarca ‘beni öldür’ diye yalvardığını hatırladı ve üçünde de hamile kalmıştı.

İki yakışıklı oğlu olmuştu. Biri Osman diğeri Orhan olan.

Daha ilk gecesinde kocası olan adam ‘Benimle nikahlandın diye itibar mı göreceksin sanıyorsun’ demişti. Kocası yüzündeki duvağı bile açma gereği duymadan yere atıp karnına ilk tekmesini attığında.

Yeni gelin, ilk sabahında, yerde kanlar içinde yatarken sadece odasına oğluna, onu kurban olarak seçen kadın girmişti. Yeni geline ‘hoş geldin’ için geleceklerdi. Şefkatle sarmıştı yüzündeki izleri fondotenle kapatırken. Ağrı kesici iğne bile yaptırmıştı gelinine. Misafirlere hazır edilmişti dillere güzelliği düşen gelinini.

O gün gelen misafirlerden bir isim duymuştu. Gülkız… Ondan çok çok güzel olduğunu duymuştu üstelik.

Bir hafta sonra yine kocasının dayak atarak koynuna aldığı gelin, dayanamadı ve kaynanası olan kadına sordu ‘Gülkız kim?’ diye. Kaynanası hiç kimse demişti. O gece kocasına sorduğunda ise ‘Ne ağa kızı olman, ne de bu herkesin dilinde olan güzelliğinde, onun yerini alamazsın sen’ demiş ve o gece, daha da fazla dövmüştü.

Kaynanası hiç kimse demişti de kocasının sözleriyle hiç kimse olmadığını öğrenmişti. O kadının kim olduğunu öğrenecek zamanı olmuştu o konakta. Gülkız, konakta çalışan ailenin, yine konakta çalışan kızıydı.

Kocası olacak o adam ona aşıktı ama bir ağa oğlu, evde çalışan marabanın kızı ile evlenemezdi. Anne ve babası, ne yaptılarsa da vazgeçmemişti oğulları. Oğulları Alihan, İstanbul’a gittiğinde tek suçu, marabanın kızı olmak olan Gülkız, ortalıktan yok edilmişti. Nerede olduğunu kimse bilmiyordu ailesi dahil. Onlar, hala bu konakta çalışan insanlardı. Belli ki epey para almışlardı kızları karşılığında.

Alihan, döndüğünde Gülkız’ı göremeyince konağı yıkmıştı. Gülkız ise ‘Sevdiği adamla kaçtı’ demişlerdi genç adama. Kızın annesi, kendisine yazdığı mektubu gösterdi Alihan’a. Annesine kaçtığı adamı, nasıl sevdiğini anlatıyordu. Delirmişti Alihan. Gerçi hala aynı durumdaydı. Kendisine getirilen kızla evlenmişti. Evlenmişti evlenmesine ama… Aslında biliyordu bu gelen ağa kızı için kurban edilmişti sevdiği.

O da cezayı kesebileceği tek kişiye kesmişti cezayı. Leyla’ya…

Sonuç ne miydi? Karartılan üç hayat.

Sevdiği adamdan acımasızca koparılan, yaşlı bir adama satılan Gülkız. Tek suçu, ağa oğluna aşık olmak olan Gülkız. Neredeydi? nasıldı? Bilinmeyen Gülkız.

Sevdiği kız birden bire ortadan kaybolunca deliren Alihan… Büyük bir aşk yaşayan, Aşkından koparılmanın faturasını gücü yetebilen tek kişiye kesen Alihan.

Leyla… Güzel Leyla… Esmer teninde yemyeşil gözleri ile göreni hayran bırakan Leyla. Bir adamın en vahşi işkencelerine katlanmak zorunda kalan Leyla. Kocasına ‘Öldür beni’ diye yalvaran Leyla.

İlk oğlu Osman doğduğunda yüzüne bakmamıştı oğlunun adam. Karnında bebeği varken gelinini korumuştu anası. Osman adını Leyla vermişti bebeğine.

Orhan’a hamileyken kayınpederi ölmüştü. Alihan bu sefer Gülkız’ın ana ve babasına çevirmişti okları. Kızlarının nerede olduğunu elbette yeni ağaya söylemişlerdi.

Alihan, öğrendiği gün gitmişti ne karısının karnındaki dört aylık bebeği, ne de altı aylık Osman’ı düşünmüştü giderken. Onun için bu hayatta her zaman sadece Gülkız olmuştu.

Acı ile gülümsedi kadın. Bu konağın duvarları, ardında yankılanan acı çığlıkları, o gidince durmuştu. İki evladı ile mutluydu. Kayınvalidesi kol kanat germişti torunlarına.

Konağın güzel hanımı olmuştu tekrar. O kadar ki kaynanasına ‘Oğlun yok, boşasın da evlendir bu gelini’ diyenler kendisi için göz koyanlar bile vardı.

Alihan, Gülkız’ı kocasının elinden aldıktan tam altı ay sonra bir bebeklerinin doğduğu haberini almışlardı. Alihan anasına ‘Benim oğlum’ demişti. Öyle dediyse onundu. Kimse sesini çıkarmasa da. Görenler Osman ile Orhan gibi yakışıklı değil o oğlu diyorlardı. Alihan’a da benzemediği herkesin dilindeydi.

Ne zaman lafı geçse, içinde Alihan geçen hiç bir sözü duymadığını söylüyordu konuşana. Onu ilgilendirmiyordu. Gözünün önünde gelinin halleri hep üzmüştü yaşlı kadını, `ah` etti hep oğluna.

Orhan, on dört yaşındayken hastalandı Leyla’nın kaynanası. Haberini alınca gelmişti konağa. On dört yıl sonra. Anasının karnında bırakıp gittiği küçük oğlu, on dört yaşındaydı. Diğeri on beş. Gözünün ucuyla baktı mı bilmez ama Leyla o geldi diye odasından çıkmamaya kararlıydı. Kaynanası ne dediyse oğluna, ne anlattıysa; aklına bile getirmediği kadının odasına geldi adam.

Ne anlatıyor lan anam?’ diye bağırarak tokat atmıştı kadına. Kadın dudakları titreyerek ‘Ne anlattı bilmiyorum ben’ derken ağlıyordu kadın.

Çok güzelmişsin ha… Dile düşmüş senin güzelliğin. Bakan bir kez daha bakıyormuş sana… Senin bu güzelliğin var ya… On para değil… On paralık bile değeri yok benim gözümde… Sen sadece benim nefsimin ateşini söndüren kadınsın bundan ileri gitmeyeceksin bunu o aklına sok.’ derken tekmesini atmıştı kadına. Çocuklar okulda diye şükretmişti kocası kanına girerken. Feryatları duvarları aşmıştı yine.

İlk defa… İlk defa hasta yatağından kalkıp odaya gelmişti yaşlı kadın. Kapıya vurmuştu, oğluna ‘Bırak onu.’ diye yalvarmıştı işi bitene kadar. İhtiyar kadın kapıda eşlik etmişti gelinin feryatlarına. Oğlu kapıyı açtığında suratına tükürmüş ‘Öldüğümde bile bu kapıya gelme.’ demişti.

İlk defa… İlk defa kanlar içinde yatan gelininden af dilemişti kadın. İlk defa. Ölürken de ’Helal et hakkını.’ demişti ama ‘Ben etsem Allah affedecek mi seni?’ demişti kadına. ‘Afettim o da affedecekse.’ Biliyordu Allah yaşadıklarının hesabını sorardı mutlaka. Kayınvalidesi öleli üç sene olmuştu. Her şeye rağmen o gidince daha bir yalnızlaşmıştı bu hayatta.

Onun eseriydi biricik kızı. Oğullarının aksine o aynı babasına benziyordu. Anasının kopyasıydı Hilal ama dik duruşu, inadı, aynı babasıydı. Öyle diyordu babaannesi. Hırçın babası gibi diyordu kadın.

On yaşındaydı Hilal, Alihan konağa tekrar geldiğinde. Anası, gelinini yanından bir an bile ayırmamıştı oğlu gelince. ‘Gece benim koynumda yatacaksın.’ sözünü de vermişti gelinine. Öyle de olmuştu. Oğulları üniversite için şehir dışındaydılar. Onlar babalarını en azından tanımışlardı. Nasıl bir yüzü olduğunu biliyorlardı. Adam, çocuklar büyüdükçe daha da esnek olmuştu onlara karşı. Leyla, buna seviniyordu aslında. Sonuçta o adam onların babalarıydı.

Bir kızı olduğunu biliyordu elbette Alihan. En azından annesi söylemiş olmalıydı oğluna. Hilal büyürken sormuştu annesine `Bizim babamız nerede?` diye. En azından abilerinden bir babası olduğunu duymuştu.

Hilal, babaları olan çocuklara imrendiğini görürdü hep ama ‘Benim de olsa.’ cümlesini sadece bir kere demişti. Annesinin bu konuya üzüldüğünü fark etmiş olmalıydı bir daha ağzına almamıştı.

Her bayram baba eksikliğini çocuklarında hissetmişti kadın ama yoktu ve yapılabilecek bir şey yoktu. Onun yanında iki evladı vardı ve elini mutlaka onlar öpüyor olmalıydı.

On yaşında… Hilal okuldan dönmüştü o gün. Daha kapıda demiş olmalıydılar `baban geldi` diye. Annesi camdan bakıyordu merdivenlerden heyecanla koşarak çıkan kızına. Babası Evin balkonun oturmuş yanındakilerle bir şeyler konuşuyordu. Uzaktan baktı adama. Uzun uzun hem de. Annesinin pencereden onu gözyaşları ile izlediğini bilmeden. Bir an adam bakışlarını o minik kıza çevirdi. Anlamış olmalıydı kızı olduğunu. Bir an hatlarının yumuşadığını fark etti. Yüzünde belli belirsiz gülümseme. Aniden arkasındaki kapıyı açıp içeri girdi Hilal. Şaşkındı kızın ardından bakarken. Oğulları gibi ona koşacak sanmıştı galiba. Tipi aynı anası olsa da o kız, onun gibi dik biriydi.

Hilal, o adam kim diye sormadı annesine ama kıpkırmızı gözleri onun için ağladığının işaretiydi. Bir kere bile baba demeden büyüdü Hilal. Genç kız oldu. Annesi gibi çok güzel bir genç kız olmuştu.

İstanbul’da bir hukuk fakültesinde okuma hakkı kazanmıştı Hilal. Alihan’a annesi haber verince konağa gelmişti yıllar sonra. Ama ne küçük kız vardı kendisine dik dik bakan, ne de o dövebildiği Leyla. Oğulları evlenmişti. Leyla, güçlü bir kadındı artık. Ve annesi… Eğilmişti beli ama bastonu elindeydi kadının.

Hayır.’ dese de onu dinleyecek birileri yoktu karşısında. İki kere gördüğü kızı ise ‘Sormadım.’ demişti adama. Ama bu ailenin reisi oydu ve adam hala güçlüydü.

Düşmanım çok.’ demişti adam. ‘Beni tanıma.’ diye cevap vermişti kız. ‘Yıllardır yaptığını yap.’ Tüm olmazları tek tek yok etmişti kız. Gidecekti okuluna ve buna o adam engel olamayacaktı.

Adam sonuçta kızı ile anlaşma yaptı. İşin işine abilerinin yaşamları bile girmişti. Elindekileri almakla tehdit etti kızını.

Hilal, okula gidecekti. Ama hiç kimse onun, kimin kızı olduğunu bilmeyecekti. Annesi ile ona güvenlikli bir siteden bir ev alınacaktı. Yine de onları takip eden güvenlik olacaktı. Okul bitince…

Adamın eşinin, eski kocanın oğlu ile evlenecekti. O kadının bedelini hayatında iki kere gördüğü kızı ile ödeyecekti adam. Yine kendi bedelini başkasıyla ödeyecekti. Haksızlıktı bu yaptığı. Kötülükten başka bir şey değildi. Buna rağmen kızı Hilal, hiç düşünmeden kabul etmişti bu durumu.

Gün doğmadan neler doğar’ demişti kendi kendine. Şuan en önemli konu okumaktı onun için. Okuduktan sonra gerisi elbette gelirdi.

Yıllar geçmiş bugüne gelmişlerdi ana kız. Şimdi şehrin manzarasında kahvesini içiyordu. Ah bu şehir ne kadar güzeldi. Uzaktan baktığında ne kadar güzel der insan ama sokaklarının arasında kaybolduğunda ise şehrin karmaşıklığının farkına varırsın. Leyla’da İstanbul gibiydi. Gören güzel demişti ama içini açtığında ne kadar karışık ve kaybolmuş ıssız diyarlar bulurlardı bilmiyorlardı. Leyla’da artık bilsin istemiyordu kimsenin.

Hastaydı ve ömrü için zaman biçmişti doktor. Yaşam, onun için zaten anne ve babası ile son bulmuştu. Leyla onlarla birlikte ölmüştü. Şimdi ise yıllarca açık unuttukları üstüne toprak atacaklardı. Hiçbir şey canını yakmıyordu ama üç evladını bu zorlu dünyada yalnız bırakacak olmak içini acıtıyordu.

Hilal’in okulu bitiyordu ve adam okulun biteceğini biliyordu. Oğullarının güzel düzenleri vardı. Bu adam onların başına, bu düzeni yıkmaktan çekinmezdi ama onların hayatı içinde, kızına zehir edemezdi bu hayatı.

Denizden gelen kokuyu içine çekti kadın. Uzaklara baktı sanki çok çok uzakları görebilecekmiş gibi. Şu tepelerin ardında acaba bir ailesi var mıydı? Yeğenleri… Osman ile Orhan… Nasıl adamlar olmuştu acaba? Babaları gibi dirayetsiz mi olmuşlardı? Yoksa anneleri gibi zalim mi?

Gelmişlerdi bir ara. Bulmuşlardı halalarını. Hilal, sekiz yaşındayken. Anneleri ölüm kapısına geldiğinde diye helallik almak için aratmıştı görümcesini. Bulmuşlardı da… Kadın yıllardır kendisini yok sayan ona, bu hayatı reva gören kadına iğrenerek bakmıştı.

Seni affetmiyorum. Dilerim en zor can veren kul olursun.’ demişti kadına. ‘Ben sizin için öldüm. Siz de benim için.’ diye de son noktayı koymuştu

Yıllarca süren yalnızlığını evlatlarına sarmıştı kadın. Onlar yetmişti kendisine. Evlatları onun her şeyiydi. Bunca şeye rağmen aklında tek bir soru vardı. Kızı… Kızına kim yeterdi?

Tags:
Paylaş
678 Yorum
  1. stca 12 ay önce

    Yeni katıldım benim kitapımada göz atarmısın lütfen begenmesenizde beğenmediniz ise söyleyin.

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account