1.Bölüm
?
BU HIKÂYEDEKİ KİŞİ VE KURUMLAR TAMAMEN HAYAL ÜRÜNÜDÜR. GERÇEK KİŞİ VE KURUMLARLA HİÇBİR İLGİSİ BULUNMAMAKTADIR.
Yetişkin içerikli ve sıradan olmayan hikâyelerden hoşlanmıyorsanız lütfen başlamayın. Psikolojinizi etkileyebilecek satırlarla karşılaşabilirsiniz, her ihtimâli göz önünde bulundurarak baştan uyarımı yapmak istedim.
K E L E K tanıtım videosu için Youtube’ta “Ters Köşe” kanalına bakabilirsiniz.

Soğuk ve bir o kadar da karanlık olan bir kış akşamı, eski gecekondunun kapısında ki bozulmak üzere olan zil, üst üste üç kez çaldı. Bakışlarım anında kapıya kaysa da, rüzgarın uğultusuna karışan zil sesini bir süre daha oturduğum yerden dinledim. Bir dakika aralıklarla üç defa tekrarlanan bu sesler hiç hayra alamet değildi. Alacaklılar kapıya dayanmış olmalıydı. Aksi takdirde bu denli ısrarın başka bir açıklaması olamazdı.
Gitmeyeceğini tam yedinci dakikada kavramış gibi bakışlarımı duvardaki küllü sarı renkli, oval şeklindeki saatten ayırdım ve tekrar kapıya bakıp sertçe yutkundum. Sobanın yanmamasına rağmen kuruyan dudaklarımı dilimle ıslatıp, elimdeki kitabın kapağını kapattım ve yavaşça ayağa kalkıp, kitabı arkamda kalan koltuğun üzerine bıraktım.
Yavaş adımlarla ilerleyerek evin salonundan doğrudan sokağa açılan ahşap renkli kapıya yaklaştım ve tek gözümü kapayarak, kapı deliğinden dışarıya baktım. Kapı önünde gördüğüm yüzle ufak çaplı bir afallama yaşayarak geriye çekildim ve bir süre daha kapıya bakmaya devam ettim. Fazla mı yorgundum? Zira gözlerim beni yanıltıyor olmalıydı.
Bakışlarım kapının altın rengini git gide kaybeden kulpuna ulaştığında, birkaç saniye sonra elim de kulpa ulaştı ve kulpu buz kesmiş kemikli parmaklarımla sertçe kavradım. Diğer elimle kiliti açarak kulpu çevirip kapıyı sonuna kadar açtığımda, karşımda ki yüzü görmemle birlikte tekrar kala kaldım.
Karşımda bir yetmiş boylarında, mavi gözlü, esmer, buğday tenli bir kız duruyordu. Kirpikeri ve kaşlarıyla aynı tonlardaki göğüslerinin altına kadar gelen kahverengi saçları, özenle taranmış, ince ince buklelenmişti. Sürdüğü kırmızı ruj bile gözlerinin güzelliğini söndürememişti. Evet, bu kızı ilk defa görüyordum ama şaşırmak için çok haklı bir nedene sahiptim. Çünkü, bu kız bana genetik kopyam gibi benziyordu.
Tek fark benim gözlerimin koyu kahve oluşuydu.
Dışarıdan yüzüme doğru çarpan sert rüzgara katılan kar taneleri ve fırtınanın uğultusu ona işlemiyor gibiydi. Belli ki, karnı tok, sırtı pekti; benim gibi yaşamadığı belliydi.
“Ki…kimsin sen?”diye fısıltı hâlinde konuşmayı başardım, dakikalar süren sessizliğin ardından.
“Seninle konuşmam gereken çok önemli bir konu var, sevgili Nilay Kuzguncu…”diye kendinden emin bir ifadeyle konuşurken, aynı anda başını dikleştirerek, tek kaşını havaya kaldırdı.
Adımı bilmesine şaşırsam da, tek bir miniğimi bile oynatmadan kenara çekilerek içeriye geçmesine izin verdim. Siyah uzun pardesüsünün altına giydiği siyah, dizüstüne kadar uzanan süet çizmelerinin topuklarının eskimiş parkelerde çıkardığı tok sesler eşliğinde, yanımdan geçerek salonda birkaç adım yürüdü ve ani bir kararla üçlü koltuğun tam karşısındaki koyu yeşil eskimiş koltuğa oturdu.
Ellerini koltuğun koçanlarına koyup, bir ayağını diğerinin üzerine aşırırken, kedi gibi sessiz adımlarla arkasından yaklaşıp bir süre ona baktım. Görüntü olarak bana çok beziyordu ancak yürüyüşümüz bile benzemiyordu. Kendine has kokusu salonu daha o girmeden doldurmuştu.
Arkasından sessiz adımlarla dolanarak önüne geçtim ve tam önündeki soluk sarı renkli, üçlü koltuğun sağ köşesine yerleştim. Bakışlarım pencereden dışarıya anlık kaydığında, sokak lambasının aydınlattığı beyaz lüks arabasını net şekilde görebildim. Arabanın yan tarafinda yağan kara ve rüzgara rağmen duran bir adam vardı. O adam da özel şoförü olmalıydı.
Bakışlarım önümde dik bir şekilde oturan kadına kaydığında, yüzümü sorgular anlamda sarstım. Kadının yüzünde ürkütücü bir gülümseme oluştuğunda, savunma mekanizmam vücudumu geriye doğru çekti ve sırtımı koltuğa yaslayıp, buz kesen avuçlarımı dizlerimde gezdirdim.
“Baştaki sorum hâlâ geçerli…” Dedim düz bir sesle. Bakışları dudaklarıma kaydı ve tekrar gözlerime bakarak yüzündeki gülümsemeyi sildi.
“Öncelikle şunu belirteyim, benimle konuşurken başka yöne bakma ve dudaklarını olabildiğince kıpırdatarak konuşmayı dene…”
Soğuk sesiyle söylediklerine bir anlam yükleyemesem de, geçiştirmek adına başımı onaylar anlamda salladım. Derin bir iç çekerek bakışlarını benden kaçırdı ve fakir hanemde bir tur döndürdükten sonra tekrar gözlerime bakıp gülümsedi.
“Ben Kamelya. Ünlü iş adamı Aykar Melikzade’nin yegane veliahtı…” Dedi kendinden emin bir ifadeyle.
Hâlâ anlatmasını bekliyor oluşumu belli ederek başımı bir kez eğdim ve ona bakmaya devam ettim.
“Seninle bir anlaşma yapmaya geldim,” dedi ve küçümser bakışlarıyla beni baştan aşağıya süzüp gülümsedi. “Eminim bu anlaşmadan ikimiz de memnun kalacağız.”
Bakışları hiç hoşuma gitmese de, olduğum zor durumda işime gelecek bir anlaşmayı elimin tersiyle itemezdim.
“Para…”dedi. Anında kalp atışlarım hızlandı ve sertçe yutkunup dudaklarımı araladım. “Para herkesin ihtiyacı olan bir şey, öyle değil mi Nilaycığım?”
“Öyle,”dedim durgun bir sesle. “Öyle de, ne alaka şimdi?”
Yüzünde yandan bir gülümseme oluşurken, bakışları dudaklarımdan gözlerime çıktı. “Şu alaka, kız kardeşinin kanser hastası olduğunu biliyorum ve onu tedavi ettirecek yegane akrabası; ki bu sen oluyorsun. Öyle bir paraya sahip değilsin, haksız mıyım?”
Beni tanımasını bir kenara atıp, kardeşimi ve hastalığını nasıl biliyor oluşuna şaşırarak kaşlarımı çattım. Hep söylüyorum, para her derde deva diye. Şu an karşımda oturan ve bana ikizim gibi benzeyen kadının parası da onun işini halletmeye yetecektir elbette.
“Siz nereden biliyorsunuz?” dedim çatık kaşlarımla onu baştan aşağıya süzerek. Gelmeden önce beni iyice araştırmış olmasını göz önünde bulundurarak buna fazla şaşırmamam gerekiyordu.
“Bunları bir kenara bırakalım ve esas konumuza geçelim. Ne dersin?”
Buz gibi soğuk sesiyle sarf ettiği kelimelerden oluşan cümleden firar eden teklife, sabırsızca başımı onaylar anlamda salladım.
“Benim yerime geçeceksin, Kamelya Melikzade olacaksın ve evlenmek zorunda olduğum adamla, Atilla Karahan’la evleneceksin… Karşılığında güzel bir ev, lüks bir araba ve en önemlisi kardeşinin sağlığına kavuşmasını sağlayacağım…”
Söylediklerini ağzım açık şekilde dinleyerek, anlamaz şekilde kaşlarımı çattım. O kadar hızlı anlatmıştı ki, ne istediğini, neden istediğini tam olarak anlayamamıştım.
“O adamla evlenmek istemiyorsun, onu sevmiyorsun ve ailenin veliahtı olarak babana karşı gelip de mirastan mahrum kalmaktan korkuyorsun. Doğru mu anlamışım?”
“Lütfen aynı cümleleri yavaşça söyler misin?” Dediğinde, kaşlarımı daha da çatıp yüzümü buruşturdum. “Duyamıyorum,” dediğinde çatılı kaşlarım düzeltirken, yüzümde şaşkın bir ifade yarandı. Sağ elini kaldırdı. Saçlarının arasına sokarak kulağına yaklaştırdı ve saçlarının arasında saklanan, kulağına takılmış olan cihazı çıkararak bana gösterdi.
“İşitme engelliyim, şu pahalı cihaz ve hiçbir ameliyat işe yaramadı. Paranın bile çözemeyeceği sorunlar vardır, Nilaycığım…” Dedi içten şekilde gülümserken.
İşte o an karşımdaki kadına karşı olan tutumun tamamen değişti. Sebepleri vardı. Evlenmek istememesinin altında yatan çok başka nedenler vardı.
“O adamla evlenmek istemiyorsun, onu sevmiyorsun ve ailenin veliahtı olarak babana karşı gelip de mirastan mahrum kalmaktan korkuyorsun. Doğru mu anlamışım?” bu sefer cümleyi yavaşça ve dudaklarımı olabildiğince kıpırdatarak söylemeyi denedim. “Ama az önce söylediğin şeyden sonra fikrim değişti. Sanırım başka bir neden var ve ben bunu bilmeliyim…”
“İlk tahminlerin yanlış,”dedi bakışlarını benden kaçırarak. Derin bir iç çektiğinde sanki hüzünlenmiş ve bu sebeple bakışlarını kaçırmış gibi hissettim.
“Aslında seviyorum, hem de çok. Ama son zamanlar onun benden bir şey sakladığını düşünmeye ve şüphelenmeye başladım. Şu an nişanlıyız ve ben nişanlımı gerçekten seviyorum. Bu yüzden,”diyerek mavi gözlerini gözlerime çevirdi. “Yerime geçtiğinde ona dokunmayı aklından bile geçirme…”
“Henüz kabul etmedim.”dedim alaycı bir tavırla. Kelimeleri yavaş yavaş söylerken, bakışları dudaklarımdan ayrılmıyordu. “Kabul edersem, bu şartlarını o zaman önüme dizersin. Şimdi bana her şeyi tüm çıplaklığıyla anlat, belki de birbirinizin tek dermanıyızdır…”
Koltuğun koçanlarına koyduğu uzun kemikli parmaklarını yavaşça ritimli şekilde kıpırdatarak, düşünceli şekilde gözlerime bakıyordu. Bir kartalın keskin tırnaklarını andıran uzun tırnakları, simsiyah mat ojeler ile kaplıydı. Sağ eliyle omzundaki kahverengi bukleleri sırtına doğru savurarak, bir kobra misali öne doğru eğildi. Mavi gözlerinin üzerindeki siyah gölgeler, çarpıcı güzelliğine füsunkâr bir dişilik katıyordu.
“Bak Nilaycığım… Belki bir gün, belki bir ay, belki de bir yıl kadar olacak bu süreçte, benim için şu elimde gördüğün kulaklıktan daha fazlası olmanı istiyorum. Benim kulağım olmanı istiyorum. Sen benim kulağım olursan, ben sana her şey olurum. Her şey…” Dedi üstüne basa basa.
“Bunu başka birine yaptıramaz mıydın? Mesela bir hizmetçiye falan, ne bileyim bulurdun birini. İlla senin yerine geçecek, sana tıpatıp benzeyen birini aramak yerine, böyle kolay bir yola da başvurabilirdin…”
Kendimden emin bir şekilde sarf ettiğim kelimeler sanki hiçbir şeymiş gibi gülümseyerek başını iki yana salladı. Yüzünde acı bir gülümsemeyle sırtını tekrar koltuğa yasladı ve bakışlarını benden ayırıp sobaya çevirdi.
“Düşünmedim mi sanıyorsun? Ama Atilla sandığın kadar salak bir adam değil. Hatta aklının, hayalinin alamayacağı kadar zeki. Onu bir ses kaydedici, kamera veya casusla kandırmak öyle sandığın kadar kolay değil…”
Bakışları beni bulduğunda tekrar iç çekti. Sık sık iç çekmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyordum. Bunu ancak elimizde olmadan gerçekleşen, önünde çaresiz kaldığımız olaylar karşısında ki kabullenişimizden kaynaklı olduğunu belki de en iyi ben biliyordum.
Dişlerini birbirine sıkarak devam etti.
“Önümde telefonla konuşuyor, yüzünü benden kaçırıyor. O an onu duymadığıma emin olduğu için, önümde her şeyi rahatça konuşuyor ve lanet olsun ki, ben tek bir kelimesini bile duyamıyorum….”
Elini yumruk yaptığını gördüğümde acıyarak kaşlarımı büktüm. Ne kadar güçlü durmaya çalışsa da, canının yandığını görebiliyordum.
“Tek o da değil, bu aralar sanki herkes yüzüme gülüp, arkamı döndüğüm anda saçma sapan konuşuyor gibi hissediyorum…” Dedi histerikçe gülerek. Canının acıdığını dolan gözlerinden sezip, başımı önüme eğerek dudağımı ısırdım.
“Ben sana kötü bir şey yaptırmayacağım,” dediğinde başımı kaldırıp tekrar gözlerine baktım. “Sen bana bir iyilik yapacaksın ve ben de kimin yalancı, kimin yabancı olduğunu öğrenmiş olacağım… Karşılığında ise kardeşinin hayatı kurtulmuş olacak…”
Ellerimle yüzümü sıvazlayarak yorgun gözlerimin aydınlanmasını ve aynı zamanda ferahlamayı diledim. Ancak bu pek mümkün olmadı ve ellerimi dizlerimin üzerinde birleştirerek vücudumu dikleştirdim. Karşımdaki kadının gözlerine bakıp, anladığımı bildirerek başımı onaylar anlamda salladım.
Ani bir kararla ayaklandığında, ayağa kalkıp ona doğru yaklaştım. Kendimi aynanın karşısına geçmiş gibi hissediyordum ama yansımamın hiçbir zaman böyle güzel görünmediğine emindim. Elini siyah pardesüsünün cebine attı ve az sonra bir kart çıkararak bana uzattı. Bakışlarım karta ve tekrar gözlerine kaydı. “Karar vermen için sadece 24 saatin var. Eğer teklifimi kabul etme kararı alırsan, beni ara…”
Elimi yavaşça kaldırıp bana uzattığı kartı alarak üzerindeki ad, soyad ve numaraya baktım. Tekrar gözlerine bakıp bana uzattığı elini sıkarak tokalaştım. Memnun bir ifadeyle arkasını dönüp ellerini cebine koyarak kapıya doğru ilerledi. Kapının önünde durduğunda yanına gidip kapıyı açtım ve son kez gözlerimiz birbirini buldu.
İçeriye vuran rüzgar onun saçlarını sola doğru savururken, rüzgara karışan kar taneleri mavi gözlerinin önünden geçerek eve doluştu. Topuz yaptığım saçlarımın içinden çıkan birkaç tutam sağa doğru savrulurken, içeriye sızan rüzgar iliklerime kadar buz kesmemi sağladı. Fakat bu gece aklımdaki düşünceler üşümemi ekarte edebilecek kadar güçlüydü.
Sarsılmaz duruşuyla karşımda dikilen kadın son kez samimiyetten yoksul bir gülümsemeyi yüzüne yerleştirdi ve sağa dönerek evden çıktı. Bakışlarımla onu şoförünün kapısını açtığı arabasına binene kadar takip ettim. Araba hızla uzaklaşırken, elimi kapının kulpuna koyup, dışarıya attığım çıplak ayağımı içeriye alıp, yüzümde garip bir gülümsemeyle içeriye girdim ve kapıyı usulca kapattım.
Buz gibi evde çıplak ayaklarla dolaşmak aptallıktı belki de, ama ben boğulduğum için eve geldiğimde çorap dâhi giyemiyordum. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir iş bulamamıştım. Bu yüzden tüm gün bir kafede garsonluk yapıyordum. Paraya çok ihtiyacım olduğu zamanlar, uykuma haram katarak geceleri bulaşıkçılık bile yapıyordum ancak kız kardeşim Ayşe’nin tedavisi için gereken parayı toplamak benim için imkansız gibi bir şeydi.
Şansımın getirdiği nokta daha ilk evrelerinde hasta olduğunu fark etmemizdi, ancak annem bizi bırakıp gittiği günden bu yana durumu daha da kötüye gitmeye başladı. Annem babamın ölümünden beş yıl sonra âşık olduğu adamla evlenmesine karşı çıktığım için, bizi terk edip gitti.
Ona göre bencildim ama bana göre o adamın niyeti annem değildi. Benimle aynı eve girmek için, annemi kullanmak istiyordu. Ama sözümün geçeceği yaşta olduğum için çok şanslıydım ve annem bu sert tutumun karşısında daha fazla ısrar edememişti.
İlla ki, o adamla evlenmek istediğinde, ona gidebileceğini ben söylemiştim. Bana göre böylesi daha sağlıklıydı. Hâlâ da üzülmüyor ve bu kararımdan pişmanlık duymuyorum…
Kedi gibi sessizce, tabanlarımı yere koymadan attığım adımlarım, kırık beyaz yarısına kadar bulanık camla kaplı olan kapının önünde son buldu. Titreyen elimi kapının kulpuna koyarak yavaşça açtım ve vücudumun yarısını içeriye sokarak, odanın diğer duvarına yaslanmış olan yatağın tam ortasında yatan kız kardeşimi acı bakışlarla süzdüm.
O beni görmedikçe, ben ona gizlice baktığım her an ağlamakla meşguldüm. Morale ihtiyacı var. Doktor öyle dedi. İyi bir bakıma ve morale ihtiyacı var. İyi biliyorum ki, moral olmadıkça bakımın hiçbir önemi yok. Ben gidersem ona kim moral verecek? Kamelya benim yerime geçtiğinde, benim hayatımı yaşayıp, ona benim gibi davranacak mı? Yoksa kim olduğunu bilmediğim birini bakıcı diye yanına dikip, buralardan uzaklaşmayı mi seçecek bilmiyorum.
Ama bildiğim tek şey şu ki, ne kadar çırpınsam da kardeşime asla veremeyeceğim hayat, Kamelya’nın iki dudağının arasından çıkacak kelimelere bağlı…
Dökülen saçlarının yerine bağladığım çiçekli bandanaya baktığımda, yüzümde buruk bir gülümseme oluştu. Bu bandanayı annemin evde bırakıp gittiği elbiselerden birini keserek yapmıştım ve Ayşe sadece bu bandanayı takmakta ısrar ediyordu.
Yavaşça içeriye geçip yatağın yanından dolanarak yaklaştım ve ellerimi yatağa koyarak eğildim. Dudaklarımı yavaşça alnına bastırdığımda hissettiğim soğukluk tüm vücudumu ürpertti. Teni buz gibiydi.
Geri çekilip şaşkın bakışlarımla soluk yüzünü süzerken, dudaklarım sessizce kıpırdadı. Elimin tersini yavaşça alnına ve yanağına koyduğumda, yaşam belirtisine dair aradığım sıcaklığı bir türlü bulamadım.
“Güzelim…”diye fısıldayarak, benim için zor da olsa iki parmağımı boynuna koyarak nabzını aradım. Birer kipriğinin kaldığı büyük kahverengi gözlerini araladığında, tuttuğum nefesimi dışa verip yüzüme büyük bir gülümseme yerleştirdim.
“Abla…”diye huysuzca mırıldanarak etrafına ve tekrar bana bakıp gözlerini birkaç kez kırptı. “Ne oldu?”
Gözlerim dolsa da daha çok gülmeye çalışarak geriye çekilip başımı iki yana salladım.
“Yok bir şey güzelim, bir an beni bırakıp gittin sandım…” deyip dolan gözlerimi kaçırdım.
“Ama ben seni bırakıp gitmem ki…” Dediğinde bakışlarımı yüzüne çevirip, sağ gözümden akan damlayı parmak uçlarımla silerek gülümsedim.
“Hatırlıyor musun,”deyip yutkunarak dudaklarımı ıslattım. “Annem de hep öyle derdi. Hatta babam da. Ama şu an yoklar ve ben artık bu lafa inanmıyorum. Yani sorun sende değil, tamamen bende…”diyerek başımı iki yana salladım.
“Paranoyak mı oldun acaba? Ben neden seni bırakıp gideyim? Sen ki, ablaların en fedakârı, en iyisi, en güzelisin…”
“Öyle miymişim?”dedim şımarmış gibi gerilerek.
“Şımarık,” diyerek gözlerini devirdiğinde, eğilip yorganı açarak karnını gıdıklamaya çalıştım. Amacım bir az da olsa onu ısıtmaktı ve bu konuda bayağı başarılı da olmuştum.
Geceyi her zamanki gibi Ayşe’le koyun koyuna geçirdikten sonra güzel bir sabaha uyanmıştım. Ayşe küçük bir kız değildi, ama on dört yaşında olmasına rağmen hasta olduğu için bakıma ihtiyacı vardı. Bu konuda Kamelyayla anlaşabilirsem, oyununu kabul de edecektim. Giderken gözümün arkada kalmaması için bir anlaşma yapmalı ve mutlaka haftada bir kez onun ziyaretine gelmem gerekiyordu. Aslında bu oyunun fazla süreceğini düşünmüyordum. Çünkü, zaten sağar olduğumu düşündükleri için yanımda mutlaka bir açık vereceklerdir ve bu sürecin çok uzun olacağını sanmıyorum. Ama Kamelya’nın sevgili nişanlısı Atilla’yla ne yapacağım konusunda en ufak bir bilgim yok. Herhalde Kamelya tüm yakınları ve kendisi hakkında bana bu bilgileri verecektir. Ama ben bir açık vermeden önce, onların açıklarını bulabilir miyim, işte bu tamamen muamma.
Salondaki pencerenin önünde durarak cebimdeki kartı ve telefonu elime alarak üzerindeki numarayı tuşlamaya başladım. Telefonu tam kulağıma götürecek ken, aklıma gelen şeyle birlikte duraksadım. Telefonu tekrar indirip kapatarak numarayla bir süre bakıştıktan sonra pencereden dışarıda yağan kara bakarak dudağımı kemirdim.
Sağar bir insan neden numara verip, ‘beni ara’ desin ki?
Bakışlarımı tekrar telefona indirip, ani bir kararla mesaj kutusunu açtım ve numarayı oraya girdikten sonra anlaşmayı kabul ettiğime dair mesaj yazıp numaraya yolladım.
Belki de aramamı görmesi yeterli olacaktı, ama telefona baktığında mesajımı görmesi ve bir an önce buraya gelmesi için sabırsızlanıyordum. Ayşe’nin durumunun hiç iyi olmadığını biliyordum ve bu beni günü günden bitiriyordu.
Sessizce akan göz yaşlarımı, Ayşe’nin sesini duyduğumda hızlıca temizleyerek arkamı döndüm.
“Abla bu elbise artık çok büyük.” diyerek yanıma yaklaştı. Bakışlarımı üzerinde emanet duran kırmızı, fırfırlı elbisesinde gezdirip, acı bir gülümsemeyle gözlerine baktım.
Dudaklarını büzdü ve huysuzca tepindi. Başımı iki yana sallayarak onu kollarımın arasına alıp kendime bastırdım. Başına uzun bir öpücük kondurup, onunla birlikte sağa sola sallanarak gülümsedim.
“Sana çok güzel elbiseler alacağım. Söz veriyorum ablacığım…”
Mırıltımı ciddiye almamış gibi geri çekilerek gözlerime baktı.
“Gerçekten mi?” Başımı onaylar anlamda salladım. “Ama paramız yok ki…”
Gözlerim yer yer dolsa da, kendimi toparlamak adına boğazımı temizleyip gülümsememi genişlettim.
“İş buldum, iyi bir iş. Artık hem güzelce tedavi olacaksın, hem istediğin gibi güzel yemekleri yeyip içecek, hem de güzel elbiseler giyeceksin. Ablan her şeyi halledecek. Söz veriyorum…”
Bizim ne öyle anneye, ne de üvey babaya ihtiyacımız yoktu. Ben kardeşimi hak ederek kazandığım parayla büyütmek ve ona güzel bir hayat vermek istiyordum. Bizim başımızda bir erkek olmasına ihtiyacımız da yoktu. Bu düşünceden oldum olası nefret ettiğim için, evliliğe de karşıyım.
Sanki hayata gelme amacımız sadece evlenip, çocuk doğurmak ve kocamıza hizmet etmekmiş gibi kazınmıştı aklımıza. Hem de daha küçükken.
Bu yüzden kendimi hazır hissettiğimde bir çocuk ve beni hizmetçisi gibi görmeyecek bir adam istedim hep. Malûmumuz bu devirde ki yaşam şartları ve çoğu erkeğin zihni bu düşüncemin hayalden ibaret kalacağını destekleyip duruyordu.
Dakikalar saatleri kovalar ken ne bir mesaj, ne de kapı zilinin sesini duymasam da, sabırla beklemeye devam ediyordum. Kamelya bu işi önceden planlamış olmalıydı ve tüm planlarından bir gün içinde vazgeçeceğini düşünmek istemiyor, ya da inanmak istemiyordum.
Nihayet kapı zili çaldığında içimde yeşeren umut tohumları filizlenmeye başladı. Doğrudan kapıya doğru koşup, hiç düşünmeden kapının kulpunu çevirerek açtım. Kamelya’yı karşımda gördüğümde, memnun bir ifadeyle kenara çekilerek geçmesini bekledim ancak o kapıda dikilmeye devam etti.
“Benimle geliyorsunuz.” dedi gülümseyerek. Kaşlarımı anlamaz şekilde çattığımda, arkasından içeriye giren takım elbiseli, uzun boylu bir adam yanımdan geçerek içeriye girdi.
“İçerideki odadaki kızı al.” Diyen Kamelya’nın emrine uyarak içeriye ilerlediğinde, onu durdurmak istedim ancak son anda kendimi tutup yönümü Kamelya’ya çevirdim.
“Böyle apar topar olmak zorunda mıydı? Daha kardeşime hiçbir şey anlatmadım bile…” Dedim. Kelimeleri yavaşça ve üzerine basa basa söylediğim sırada dudak hareketlerini takip etti ve başını onaylar anlamda sallayarak gözlerime baktı.
“Üzgünüm ama ben sabırsız biriyim. Bu günden sonra benim yerime geçeceğine göre, sen de sabırsız biri olmalısın…”
“Ama böyle çok ani oldu, adam kaçırıyormuşuz gibi…”
Az sonra içeriye giren adam kucağında Ayşe’le odadan çıkarak yanımdan geçti ve kapıdan çıkarak arabaya doğru ilerledi. Ellerimi kapının pervazına koyarak dışarıya baktığımda, dünkü arabayla birlikte arkasında siyah bir minibüs olduğunu gördüm.
Bakışlarım Kamelya’yı bulduğunda elini kaldırarak işaret etti ve beyaz arabadan inen bir adam, aldığı poşetlerle yanımıza geldi. Adam poşetleri bana uzattığında tereddüt etmeden aldım ve poşetlerden birini açarak içine baktım. İçinde kıyafet olduğunu görüp şaşkın bakışlarımı Kamelya’ya çevirdim.
“Bunları giy, saçlarını aç ve güzelce tara. Benim saçlarımdan birkaç santim kısa,” diyerek düşünceli saçlarını örgü yaptığım saçlarımda gezdirdi. “Kestirdiğimi düşünürler…”
Aniden aklına bir şey gelmiş gibi elini cebine attı ve küçük bir kutu çıkararak bana uzattı.
“Lensleri takmayı unutma…”deyip göz kırptığında, başımı yavaşça onaylar anlamda sallayarak kutuyu elinden aldım.
“Hemen geliyorum.” Diyerek arkamı dönüp, poşetlerle birlikte içerideki odaya girdim. Posetlerdeki kıyafet ve çizmeleri çıkararak hayranlıkla baktım. Dar, mini ve siyah kadife elbiseyi üzerime geçirip aynada kendime baktığımda, kendimi ilk defa bu kadar güzel gördüğümü düşündüm. Kamelya’nın zevki tartışmaya kapalıydı. Altına dün kendinin de giymiş olduğu çizmelerin benzeri olan siyah çizmeleri giydiğimde, aynada gördüğüm kadın artık ben değildim.
Son olarak saçlarımın örgüsünü açıp, taradıktan sonra lensleri takıp aynadan uzaklaşarak kendimi baştan aşağıya süzdüm. İşte şimdi tam olarak Kamelya Melikzade’nin genetik kopyası olmuştum. Ama bu yeterli değildi. Poşetlerden çıkan makyaj malzemeleriyle hafif bir makyaj yaparak, son olarak kırmızı ruju dudaklarıma yedirdim. Büyük ihtimâl sadece kırmızı ruju seviyor ve her zaman bunu sürdüğü için bana da getirtmişti.
Büyük poşetin içindeki siyah uzun pardesüyü çıkarıp üzerime geçirdikten sonra, içeriye kalan saçlarımı dışarıya çıkarıp omuzlarımın üzerine attım. Aynada son kez kendime baktıktan sonra odadan çıkıp, doğrudan evden çıkarak arabasının yanında duran Kamelya’nın yanına doğru ilerledim.
Yanında durduğumda yönünü bana çevirdi. İşte şimdi kendimi aynaya bakıyor gibi hissediyordum. Bana bu denli benziyor oluşuna hâlâ inanamıyordum. Konuşmadan sadece gülümseyerek başıyla arabayı işaret ettiğinde, şoför arabanın arka kapısını açtı ve Kamelya arka koltuğa yerleşti. Kapıyı kapatan şoför arabanın arkasından dolanarak diğer kapının önüne geldi ve benim binmem için kapıyı açtı. Kısa bir tereddüt yaşasam da, Ayşe’nin de arabada olduğunu ve artık geri dönüş olmayacağını kendime hatırlatarak arabaya yerleştim.
Kapı kapandığında hemen ardından şoförün arabayı çalıştırmasıyla geri dönülmez bir yola girdiğimi fark ederek, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Artık buradan dönüş yolu yoktu ve Ayşe’nin iyiliği için bunu yapmaya mecburdum. Kendimi düşünecek kadar bencildim ama Ayşe’yi riske atacak kadar değil. Belki de çoktan onu da beraberinde riske atmıştım. Çünkü, daha önce hiç görmediğim ve hiç tanımadığım bir kadına inanarak kardeşimi teslim ettim. Şimdi onun kurguladığı bir oyunu oynamaya ve hiç tanımadığım insanların arasında yaşamaya gidiyorum. Bu başlı başına bir riskti zaten…
?
Ormanlık alana girdiğimizde tedirgin şekilde arkamı dönüp, ellerimi arka koltuğa yaslayarak camdan peşimizde olan siyah minibüse baktım. En azından Ayşe’nin henüz yakınlarımda olmak içimi ferahlatmaya yetti. Önüme dönüp derin bir nefes alarak ellerimi kucağımda birleştirdim. Araba aniden durduğunda bakışlarımı yanımda put gibi oturan Kamelya’ya çevirdim.
“Yolun bundan sonrasını bensiz devam ediyorsun.”diyerek bakışlarını gözlerime çevirdi. Yüzünde içten gülümsemesiyle elimi ellerinin arasına alıp okşayarak, “Kardeşini merak etme, söz veriyorum ona çok iyi bakacağım…” dedi. Gözlerini sıkıca kapatıp açarak bana güven verir cinsten gözlerime derince baktı.
Hüzünlü gözlerimle ona bakarken sertçe yutkunup başımı onaylar anlamda salladım. Kamelya konuşmayacağımı anlayıp, benden izni aldığında elimi bırakıp arabadan yavaşça indi. Kapıyı kapatıp siyah gözlüklerini gözüne takarak camdan bana baktı ve hemen ardından yüzündeki gülümsemeyi sildi.
Yan dönüp arkadaki minibüse doğru ilerlediğinde bakışlarımla onu takip ettim. Siyah minibüsün kapısı açıldı ve Kamelya minibüse bindiğinde, kapı hemen kapandı. Aynı anda iki arabanın da motor sesi yükseldi, fakat benim içinde olduğum araba yola devam ederken, Kamelya’nın ve Ayşe’nin içinde olduğu siyah minibüs, ormandaki bir yola saparak, hızla gözden uzaklaştı.
Kolumdaki hiçbir zaman çıkarmadığım anneannemden yadigâr olan saate bakıp, sıkıntılı bir soluk vererek kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Artık gerçek anlamda dönüşü olmayan o yola sapmıştım ve ormanın bitiminde bir açıklıkta ki evin sınırlarına girmiş bulunmaktaydım.
Eve yaklaşırken Kamelya’nın söylediklerini hatırladım. Bana sadece nişanlısı hakkında bilgi vermiş olması garipti. Sonuçta ailesinin yanında pot kırma ihtimâlim vardı ama o sadece nişanlısı Atilla hakkında bilgi vermişti. Söylediğine göre Atilla’nın heybetli bir görüntüsü var ve bu yüzden onu gördüğümde ürkmemem için beni uyardı.
Nasıl bir heybete sahip olabilir ki? Kamelya gibi güzel bir kızın âşık olduğu adam, büyük ihtimâlle yakışıklı, genç bir adamdır ve bence kesinlikle mübalağa ediyordu.
Evin geniş bahçesinden içeriye girerken, bahçedeki korumaları görmemle normal karşılamaya çalışsam da, bellerindeki silahları görmemle büyük bir duygu karmaşasının ortasına yuvarlandım. Burası Kamelya’nın söylediğine göre, Atilla ve Kamelya’nın evlendikten sonra oturacakları, Atilla’nın hâli hazırda oturduğu evdi.
Araba evin yaklaşık on metre kadar önünde durduğunda, kapı önünde duran korumalardan biri hızlı şekilde gelerek kapıyı açtı ve kenara çekilerek inmemi bekledi. Ona samimi şekilde gülümsemeye çalışarak arabadan indiğim anda, soğuk rüzgâr saçlarımı geriye doğru savurdu. Pardesünün önünü sıkıca kapatarak daha birkaç adım atmışken, üçüncü kattaki cam duvarın arkasında durmuş, bana bakan bir siluete rastladım.
Kar taneleri gözlerimi acıtıyor ve görüş açımı bulanıklaştırıyordu ancak az sonra adam camdan uzaklaştığında tamamen görüş alanımdan çıktı.
Yanımdaki koruma eliyle evi işaret ettiğinde onu başımla onaylayarak eve doğru ilerlemeye devam ettim. Sağar olduğumu unutmamak için kendime içimden hatırlatmalar yaparak kapının önüne geldim ve anında açılan kapıdan içeriye doğru adımladım.
Kamelya buraya daha önce hiç gelmediğini ve sırf bu gün için Atilla’nın onu evi görmeye davet ettiğini söylemişti. Bu yüzden eve göz gezdirmem ve yabancı gibi davranmam bir sorun teşkil etmiyordu.
Kapıyı açan hizmetçi kız gözden hızla uzaklaşırken, az önce yanımda olan koruma şimdi bana yol göstermek için önden yürüyerek merdivenleri tırmanıyordu. Genellikle ahşap renklerle bezeli evin, açık kahve tonlarındaki merdivenleri yukarıya doğru burgu şekilde uzanıyordu. Fazla detaycı şekilde incelemeden, Atilla’yı merak ettiğim için hızlı adımlarla önümdeki korumayı takip ettim.
Koruma üçüncü katta durup penceresi evin önüne bakan odalardan birine yaklaştığında, artık camdan gördüğüm kişinin Atilla olduğuna emin oldum. Belki de düşündüğümden çok daha zor bir görevi üstlenmiştim. Kamelya Atilla’dan uzak durmam gerektiği konusunda uyarıda bulunmuştu, demek ki yakınlaşmışlardı. Şimdi ona soğuk yaparsam, adam işkillenmez mi? Ve çok daha berbat bir sonuca varacak olan o soru; ya Kamelya’yla, yani benimle birlikte olmak istiyorsa ve onu eve bu sebepten çağırmış ise?
Koruma duraksayıp eliyle kapıyı gösterdiğinde, yüzündeki ürkütücü ifade tenimi ürpertse de, fazla açık vermemeye çalışarak kapıya doğru ilerledim. Duraksayıp sağ elimi kaldırarak, yumrup yapıp kapıya iki kez tıklattım. Daha sonra sağar olduğumu hatırlayıp, kendime sessiz bir küfür savurarak kapının kulpunu kavradım ve sertçe açarak içeriye adımladım.
Tıpkı ben aşağıdayken olduğu gibi, yine cam duvarın karşısında duruyordu. Ellerini giydiği siyah takımının ceplerine koymuş, başı dik bir şekilde dışarıyı seyrediyordu. Anlamıyorum. Bu kadar sakin bir adamın nesi korkutucuydu? Tamam, vücudu birazcık iriydi ve boyu da normale göre uzundu ancak normal bir insandı işte. Belki de anormal olan karakteriydi…
“Demek geldin…”dediğinde sesinin sanki boğazlıyorlarmış gibi boğuk şekilde çıkması, tüm vücudumu ürpertti.
Yine de kendimi toparlayıp hiç duymamışım gibi boş boş bakmaya devam ettim. Muhtemelen o da duymamamı umursamadan bir nevi kendi kendine konuşuyordu.
“Özlettin kendini…”dedi, yine aynı ürkünç ses tonuyla. İtiraf etmeliyim ki, Kamelya bayağı haklı. Adamın ses tonu bile ürkütmeye yetiyor.
Yine aynı şekilde duymamazlıktan gelerek boş boş bakmaya devam ettim. Ama bu sefer ona cevap verip kendimi riske atmamak adına, yüz yüze gelmemiz için yanına doğru adımladım. Çizmelerin çıkardığı tok sesler eşliğinde, aramızdaki büyük ahşap masanın yanından dolanarak ona yaklaştım.
Sol çaprazında durduğumda gülümsemeye çalışarak elimi yavaşça omzuna yerleştirdim. Buna şaşırmış gibi yüzünü hafif yan dönse de, yüzünü hâlâ net olarak görebilmiş değildim.
Sol elini yavaşça cebinden çıkardığında bakışlarım iri parmaklarını bezeyen siyah taşlı, gümüş yüzüklere kaydı ve yutkunarak elimi yavaşça omzundan geri çektim. Ani bir hareketle elini belime dolayıp sırtımı cam duvarla buluşturduğunda, neye uğradığımı şaşırıp küçük bir çığlık attım.
Sol elini belimden çekmezken, sağ elini kaldırıp diğer yanımdan cama yasladığında, ürkek bakışlarım yavaşça yüzüne tırmandı. Gözlerim gözleriyle buluştuğunda tüm vücudum sarsıldı. Yüzünün yarısını kaplayan yara iziyle birlikte sağ gözü menekşe rengindeydi. Diğer gözünün simsiyah oluşu , bu gözünün görmediğini açıklıyordu ancak iki gözü da sağlam görünüyordu.
İşte şimdi korkmak için somut bir nedenim vardı.
Yüzünü yüzüme eğerek ani bir hareketle belimdeki elini çekip boynuma sardı. Boğazımı nefesimi kesecek kadar sıktığında, parmaklarımı bileğine sarıp ondan kurtulmaya çalıştım ama daha çok bunu neden yaptığını kendi kafamda çözmeye çalışıyordum.
“Düğün günü beni bırakıp giderken, bir gün ayağıma geleceğini düşünmemiş miydin Kamelya’m?”
Sanırım… Kamelya’nın bana anlatmayı unuttuğu… Hayır, hayır, bilerek anlatmadığı bazı gerçekler vardı…
“Yakalandığında başına gelecekleri biliyordun ve buna rağmen kaçtın… Bu sana yetmedi!”diye tısladı dişlerinin arasından. “Bu sana yetmedi ve sen tüm işlerimi bozup, sırlarını ortaya döktün! Sana güvenmiştim! Sana hak etmediğin hâlde güvenmiştim!”
Boynumdaki elini çekip bu sefer çenemi kavrayarak yüzümü yukarıya kaldırdı ve dudaklarını dudaklarıma yaklaştırdı. Yüzünde şeytani bir gülümseme yarandığında , dizlerim korkuyla tir tir titremeye başladı.
“Şimdi söyle bana! Beni sevmediğini yüzüme söyle! Çünkü artık sevip, sevmemen umrumda değil! Sen…”diyerek duraksadı ve manyak gibi başını iki yana eğip tekrar yüzüme yaklaştı. “İstesen de, istemesen de bu hiçbir zaman kendine layık görmediğin adamın karısı olacaksın ve ben sana, beni bu zamana kadar reddetmenin bedelini ödeteceğim…”
?
2.Bölüm
?
Çenemi bırakıp, öfkeyle soluyarak geri çekildiğinde, olduğum yerde şok içinde ona bakmaya devam ettim. Yüzü, söyledikleri, düştüğüm durum… hangisi daha korkunçtu karar veremedim. Ben ne biçim bir oyunun içine düştüm böyle?
Geri geri adımlayıp beni öfkeli bakışlarıyla süzerken, ona ben Kamelya değilim, ben sana hiçbir şey yapmadım demeyi çok istesem de, içimdeki ses Ayşe elinde diyerek beni durdurdu. Atilla hayal kırıklığıyla harmanlanmış, öfkeli bakışlarıyla yüzümü süzdükten sonra arkasını dönüp yerleri titreten adımlarıyla odadan çıkıp, kapıyı sertçe kapattı. Ben bu sesten bile irkilip gözlerimi sıkıca kapattım, bu oyunu nasıl sürdürebilirdim ki?
Öfkemi boğdum. Düşünmem lazımdı. Kamelya’yla bir an önce konuşmam gerekiyordu. Ne eksik anlatması, bariz şekilde bana tuzak kurmuştu. Bunu yanına bırakacak değildim. Madem onun elinde Ayşe vardı, benim elimde de gerçekler vardı.
“Hepiniz göreceksiniz.” diye fısıldadım, sırtımı cam duvardan ayırarak. Omzumun üzerinden geriye dönüp bahçeye baktım. Birkaç koruma bana bakıyordu. Önüme dönüp harekete geçtim. Hızlı adımlarla kapıya doğru yürüyüp, kendimi odanın dışına attım. Mantıklı hareket etmem gerekiyordu ama Ayşe’nin onun elinde olduğu ve onun ne kadar tehlikeli bir kadın olduğu düşüncesi bile beni çılgına çeviriyordu.
Atilla nereye kaybolmuştu bilmiyordum ama ortaklıklarda göremiyordum. Hemen yan taraftaki merdivenlere yönelip aşağıya inecekken, beyaz önlüklü, beyaz gömlekli genç bir kadın önüme çıktı. Başını kaldırıp yüzüme baktığında, yüzünde tedirgin bir ifade yarandı. Ah tabii ya… Kamelya bana bile bunu yaptıysa, kim bilir onlara ne yapmış ki, ya korkuyor, ya da nefret ediyorlar. İtiraf etmeliyim ki, kadının zekâsı beni şaşırttı ama görecek el mi yaman, bel mi.
“Hoş geldiniz Kamelya hanım,” dediğinde, “Hoş buldum.” diye yanıtladım. Açık vermemem gerekiyordu ama ben bu kadının ismini bilmiyordum. Tam bu an arkadan merdivenleri tırmanan genç adam, kadının yanında durup omzuna dokundu. “Serpil, sofrayı hazırla kurt gibi acıktım…” dedi. Kadın, “Emredersiniz Emir bey.” deyip aşağıya indiğinde, derin bir nefes aldım. Şimdi ikisinin de adını biliyordum.
Adam yüzünü tekrar bana çevirip iki basamak daha çıkarak önümde durdu ve, “Kimleri görüyorum.” dedi ukalaca. Uzun, fit biriydi. Kirli sakallara ve esmer tene sahipti. Koyu kahverengi gözleri ışıl ışıl parlamasına rağmen, o da bana nefretle bakıyordu. Acaba ona ne yaptım? Yani Kamelya ne yaptı?
“Merhaba, Emir.” dedim, normal davranmaya çalışarak. Bir basamak daha çıktığında yüz yüze geldik. Yüzündeki gülümsemeyi bir anda sildiğinde, içimi derin bir korku bürüdü. Gerilemek istesem de Kamelya bunu yapmaz diyerek olduğum yere mıhlandım.
“Dalga mı geçiyorsun?” dedi gözlerimin içine bakarak. “Nerede benim hisselerim?” diye sorduğunda, yeni bir şok daha geçirdim. Yuh Kamelya! Gerçekten yuh!
“Bilmem.” diye yanıtladım, soğuk kanlılığımı koruyarak. “Sence nerede?”
“Bak beni deli etme!” diyerek üzerime geldiğinde,
“Emir!” diye bağıran Atilla, beni onun pençelerinden kurtardı. Geriye çekilip, muhtemelen arkamda duran Atilla’ya baktı ve tekrar aşağıya indi.
Arkamı dönüp Atilla’yı gördüğümde, sanki burada olduğunu daha yeni fark etmişim gibi şaşkınca baktım.
“Benimle gel.” dedi. Dudaklarına ve tekrar gözlerine bakıp, başımı onaylar anlamda salladım. Arkasını dönüp indiği merdivenleri tekrar tırmandığında, onu takip ettim. Belirsizliği izliyordum. Her an tetikte olmalıydım. Uykuda bile.
Çünkü, büründüğüm kişilik buralarda taşlanacak bir kişiydi. Şeytan’ın insan cildine girmiş hâliydi.
İkinci katta bir yere girecek diye düşünürken yan tarafa dönüp merdivenleri tırmanmaya devam etti. Bakışlarımı geniş sırtından ayırmadan onu takip ediyordum ve onun beni götüreceği yerden deli gibi korksam da, sonuç olarak benimle evleneceğini söylemişti. Yani Kamelya’yla. O hâlde karısı yapacağı birine henüz zarar vermezdi. Vaktim vardı.
Bir üst kata çıktı. Merdivenleri teker teker aşarken, adımlarım yavaşladı. Çünkü merdivenlerin ucundan başlayan karanlık bir koridor vardı, yan taraflardaki meşale gibi koyulmuş küçük spot lambalar hariç, aydınlatma bile yoktu. Koridorun ucunda iki kanatlı büyük, siyah renkli bir kapı vardı. Üzerinde anlamlandıramadığım harfler, nakış işlemeler vardı.
Atilla oraya doğru adımlarken, benim durduğumu fark edip o da durdu. Omzunun üzerinden bana baktığında, sertçe yutkunup son basamakları da çıktım. Bunu gördüğü anda önüne dönüp koridorda ilerlemeye devam etti. Korksam, hatta titresem de güçlü durmaya çalıştım.
Ayşe için güçlü durmam gerekiyordu. Onu tedavi ettirirdi, o kadar da gaddar bir kadın değildir herhalde öyle değil mi? Umarım değildir ve umarım katlandıklarıma değer.
Atilla kapının önüne ulaştığında, iki adım sonra durup emin olmak için etrafima baktım. Ama kapı yoktu. Tek kapı, önünde durduğumuz o büyük kapıydı. Atilla’nın karanlık yüzüne açılan kapı. Önüme dönüp Atilla’nın ensesine baktım. O da bana bakmasa da yüzünü hafif yana çevirip, tekrar önüne döndü.
Gerim gerim gerilen vücudumla zor ayakta duruyordum. Ben buraya ait değildim ve şimdi hak etmediğim cezalara maruz kalmaktan korkuyordum.
Atilla kapıyı açtı ve elini kilidini açtığı kapının üzerine koyup, içeriye doğru itti. Kapı sanki yıllardır açılmamış gibi geliyordu, ya da her gün buraya geliyormuş gibi. İçerisi de tıpkı koridor gibi karanlıktı, hatta daha karanlık. Bu gözümü korkutmuyordu, çünkü ben karanlıktan korkmuyordum ama Atilla’nın ne yapacağını düşündükçe, korkmadan edemiyordum.
Atilla açtığı kapıdan yavaş adımlarla içeriye girip gözden kayboldu. Kapıdan içerisi kocaman uzay boşluğu gibi, sanki içeriye girdiğim anda beni yutacak gibi geliyordu. Uzun süre sessizliğimle birlikte bekledim. Ama ne bir ses geldi, ne de bir kıpırtı oluştu.
Gel demesini bekleyemezdim, ben duymuyordum ki… Kendimi toparlayıp derin bir nefes çektim içime. Birkaç defa daha nefes aldım, sanki bu son nefeslerimmiş gibi. Hazırladım kendimi olası kötülüklere ve zorluklara. Adımladım bir bilinmezliğe. Bedenim, görüş açım tamamen karanlığa gömüldüğünde, kendi etrafımda dönüp açık kalan kapıya baktım. Tam bu an kapı şiddetle kapandığında, irkilerek iki elimi de kalbimin üzerine koydum.
Şimdi bulunduğum – bulunduğumuz ortam zifiri karanlıktı. O buradaydı ama göremiyordum. Kendi eksenimde dönerek etrafa baktım. Dikkatli şekilde adımladım. Odayı keşfe çıkmıştım ki, dizim hafifçe sehpa gibi bir şeye çarptığında durdum. Eğilip elimle kontrol ettiğimde, düşündüğüm gibi sehpa olduğunu fark ettim. Dizimi kenarına sürterek etrafından dolayıp, ellerimi ileri uzatarak yürümeye devam ettim.
Dizlerim bu sefer daha yumuşak bir yere çarptığında, eğilip ellerimle kontrol ettim. Burası ise muhtemelen yataktı. O kadar karanlıktı ki, kendi ellerimi, burnumun ucunu bile göremiyordum. Biraz daha bu karanlıkta kalırsam, belki de kör olacaktım.
Yatağa arkamı dönüp üzerimdeki paltoyu çıkararak yatağa oturup, paltoyu yanıma bıraktım. Ellerimi kucağımda birleştirip beklemeye başladım. O da bu odadaydı, gerçi yalnız olmak daha güvenliydi ama sonuçta duymuyordum. Konuşabilirdi. Konuştuklarını ona karşı kullanabilirdim. Hem zaten Kamelya’nın verdiği görev de buydu.
Akrep ve yel kovan birbirini kovalarken, öylece oturmuş bekliyordum. Atilla konuşmuyordu. Belki de artık odada bile değildi, başka bir çıkıştan çıkıp gitmiş de olabilirdi. Bilmiyordum ama elimden başka bir şey de gelmiyordu. Ceza olsun diye beni buraya atıp gitmişti işte.
Gözlerim karanlığa bir türlü alışmıyordu. Çünkü, odaya sızan en ufak bir ışık bile yoktu ki, gözlerim alışınca o ışıktan medet umayım. Kaç saat geçti bilemedim. Yavaşça yatağa uzanıp, paltoyu üzerime örttüm. Bakışlarımı tavana dikip, bir süre daha boş boş baktıktan sonra en iyisinin uyuyup dinlenmek olduğuna kanaat getirerek gözlerimi kapadım.
?
Gözlerimi yeniden açtığımda karşılaştığım karanlık, tüm olanların bir rüyadan ibaret olmadığını kanıtlayınca büyük bir hayalin zirvesinden aşağıya yuvarlandım. Her yanım kırıldı. Harabeye dönen ruhumun ihtiyacı olan her umut zerresi, kalp odacıklarımı birer birer terk ediyor, kaçtığım her yerde dönüp dolaşıp, bir kez daha başa dönüyordum.
Kurumuş boğazım ve zil çalan midem bile beni daha da zorlamak ister gibiydiler. Sahiden kaç saat geçmişti ve Atilla neredeydi? Yani cezam bu muydu? Bence bu kadarıyla kalacak değildi. Tam olarak açıklamasa da, bildiğim kadarıyla Kamelya gitmeden ona ve merdivenlerde karşılaştığım o Emir denen adama bayağı zarar vermişti. Hiçbir şey yapmadan duracağını sanmıyorum. Bu hiç mantıklı olmazdı.
Doğrulup oturarak, yataktan ellerimle destek alıp sırtımı yatak başlığına yasladım. Tam olarak emin olmasam da, kapı tam ilerideydi. O kapı ne zaman açılacak diye bekliyordum. Belki burada kalmak daha iyiydi. En azından canım yanmıyordu. Ayşe. O nasıl acaba? Kamelya duymuyor bir kere, yerime nasıl geçebilir ki?
Acaba gerçekten duymuyor mu? Ben bunu neden daha önce düşünmedim ki… Her sözü yalandı, bu neden gerçek olsun ki? Belli ki, böyle bir oyunu çok düşünmüş, plan kurmuş olmalıydı. Çok da güzel bir plandı, kendini acındırmayı damarımdan tutmayı başardı.
Yeri geldiğinde düşmanına bile helal demeyi bileceksin. Düşmanım zeki. Bu işimi çok zorlaştıracak ama olsun, vazgeçmek yok. Hakkım olanları alacağım. Verdiği görevi yerine getirip, bana vadettiklerini alacağım.
Dakikalar, belki de saatlerce beklemeye devam ettim. Ara ara tekrar uyudum, düşerim diye yataktan çıkıp gezmedim. Bu gergin bekleyiş, aklıma çok kötü şeyler getiriyordu… Mesela, Kamelya Ayşe’ye zarar verir mi, nasıl olsa Nilay o eve girdi, artık çıkamayacak düşüncesiyle onu yalnız bırakır mı?.. Sorular beynimin içine gümüşten bir mızrak gibi saplanıp, geçen her saniye kalbimin sıkışmasına neden oluyordu.
Dayanmalıyım. Başka çarem yok. Artık ben Nilay Kuzguncu değil, Kamelya Melikzade’yim. Ben o kötü kadınım. Kimsenin sevmediği, o kötü kadın.
Zaman bazen durmuş, hiç ilerlemiyor gibi geliyordu. Birkaç saat mi, yoksa birkaç gün mü geçmişti bilmiyordum. Karnım bayağı acıkmıştı, susamıştım da. Peki, Atilla neredeydi? Beni buraya bırakıp gitmiş miydi yani? Gerçi alınmamam gerek, kim bilir Kamelya ona daha bilmediğim neler yaptı. Sabretmem gerek. Elbet zamanla her şeyi yüzüme vurmak için bile olsa söyleyecektir, böylece olanları anlarım.
Gerçi, umarım buna gerek kalmaz. Umarım Atilla’nın bir açığını bulur, buradan çeker giderim.
Aklıma bir anda cebimdeki telefon geldiğinde, hızla doğrulup oturdum. Kamelya bana sinyalinin bulunamayacağı, gelen giden arama ve mesajlara sızılmasının engellendiği bir telefon vermişti. Gerektiğinde onunla bu telefondan iletişime geçmem gerekiyordu.
Hemen paltomun ceplerini yoklamaya başladım. Nihayet bulduğumda, ekranı açar açmaz kapının kilit sesini duyup, telefonu hızlıca paltonun cebine geri koydum. Kapı açılıp odaya ışık dolduğunda, acıyan gözlerimi kısarak elimle gözlerime gölgelik yaptım.
Bir tıkırtı sesi duydum ama gördüğüm şey sadece bir gölge oldu. Biri eğilip yere bir şey bıraktıktan sonra tekrar dışarıya çıkıp kapıyı kapattı. Üzerimdeki paltoyu kenara iterek ayaklarımı yere sarkıttım. Yavaşça yataktan çıkıp, sarsak adımlarla kapıya doğru yürüdüm. Yere bırakılan şey her neyse, dikkatli yürümeye çalıştım. Kapının yanına tahminimce az kaldığım zaman dizlerimin üzerine çöküp, elimle yeri aradım. Yine yanılmış, erken çökmüştüm. Sol elimi yere destek gibi koyarak dizlerimin üzerinde sürünürken, sağ elimle önümü kontrol ediyordum. Sonunda elim sert bir şeye çarptığında, hemen kavrayıp kendime doğru çektim. Yere oturup, parmaklarımı tepsinin içinde gezdirdim. Bir bardağa dokunur dokunmaz, hemen parmaklarımı etrafına dolayıp kaldırarak dudaklarıma götürdüm. Karanlıkta farkında olmadan bardağı ön dişlerime vurduktan sonra umursamadan kana kana içmeye başladım. Birkaç yudum aldıktan sonra suyun tuzlu olduğunu fark edip, yüzümü yana çevirerek püskürttüm ve öksürmeye başladım. Resmen saatler sonra verdikleri bir bardak suya bile tuz koymuşlardı…
Kolumla dudaklarımı silip, birkaç defa daha öksürerek bardağı tepsinin içine aşırdım. En azından dudaklarım, ağzım ıslanmıştı ama şimdi daha çok yanıyordum. Sağ elimi tepsinin içinde gezdirerek bir kaseye rastladığımda, korkarak kaseyi kavrayıp yukarıya kaldırdım. Burnuma götürüp kokladığımda pişmiş et kokusunu alıp, kaseyi dizimin üzerine yaslayarak içindeki et parçalarından bir tane alarak ağzıma attım. O da tuzluydu ama yenilmeyecek kadar kötü değildi. Gücümü kaybetmemek için yemeğe mecburdum. Şimdilik başka çarem yoktu.
Kasedeki etleri yedikten sonra tepsinin içine bırakıp, yavaşça ayağa kalktım. Arkamı dönüp dikkatlice geldiğim yönde geri giderek, takılarak da olsa yatağa oturmayı başardım. Paltoyu bulup üşüyen bacaklarımın üzerine örttüm ve cenin pozisyonu alarak birkaç defa daha öksürdükten sonra zamanın geçmesi için yine gözlerimi kapatıp, uyumaya çalıştım.
O tuzlu su oraya boşuna koyulmamıştı. Atilla, bundan sonra yediğin içtiğin boğazına dizilecek demek istiyordu. Bunu anlamak o kadar da zor değildi ama bilmiyordu ki, asıl zehir olan şey çok yakında kendi hayatı olacaktı.
?
“Sevgilim…” kulağıma fısıltı hâlinde dahil olan kelimeler, vücudumu ürpertiyle titretti. Gözlerim anında açıldı.
Sıcak bir nefes boynuma dökülüyordu. “Burada niye uyuyorsun? Bizim yatağımız dururken…”
Etraf mı karanlıktı, yoksa söylediği kelimeler mi bilemedim. Zira aydınlık olsa bile, duyduklarım beni yeniden karanlığa çağırırdı. Sanırım korktuğum şey başıma gelecekti. Atilla benimle beraber olmak istiyordu. Belki de daha önce olmuştu.
Tepki vermedim, sadece nefesini hissediyormuşum gibi elimi yukarıya götürüp yüzüne dokundum. Sakallarına dokunan parmaklarım yukarıya kadar tırmandı ve yarasına dokunduğum anda içim burkuldu. Acaba Kamelya onu gerçekten beğeniyor muydu? Yoksa bu da mı yalandı?
“Atilla.” diye fısıldadım. Nefesi dudaklarımın üzerine dökülüyordu. “Affet beni, kendi ayaklarımla geldim. Gelmeye bilirdim…”
Parmaklarım yanağında gezinirken, o zaten duymadığımı düşünerek susuyordu.
“Çok üşüyorum,” dedim. “Burası çok soğuk. Çok susadım. Beni seviyorsan, nasıl kıyabiliyorsun?”
Pekâlâ, saçma bir soru gibi görünebilir ama belki ağzından bir şey kaçırır. Nasıl olsa duymuyorum ve karanlıktayız. Elbet bir şeyler söyler.
Parmaklarını yanağımda gezdirerek çeneme indirip, yüzümü yukarıya doğru kaldırdığında, dudaklarımı birbirine bastırıp sessizce bekledim. İki parmağını dudaklarımın üzerinde gezdirirken, içimde bir şeylerin kıpırdadığını hissettim. Bu hafif dokunuşlar bana tesir etmemeliydi. Bunlar sadece bir büyüydü.
Az sonra manyakça gülmeye başladı… Bu korkunçtu. Korkunç bir gülüş. Acı çeker gibi, acı verir gibi. İşkence gibi.
“Ah, Kamelya’m…” diye fısıldadı, boğuk sesiyle. “Keşke duyabilsen de, ben de sana, seni ne kadar sevdiğimi söyleyebilsem…”
İşte bu işime yarayacak bir şey.
“Ama benim seni seviyor olmam, malesef seni iyi bir insan yapmıyor.”
Haklısın, doğru söze ne diyebilirim ki? Bu adama nasıl kıydın Kamelya? Keşke biri beni bu kadar sevseydi, sanırım ömrüm boyunca bırakmazdım.
Alnını alnıma yaslayıp, baş parmağını elmacık kemiğimin üzerinde gezdirdi.
“Sen beni beğenmiyorsun,” dedi. “İstesem o yarayı siler, bir lens takarım olur biter ama istemiyorum… O yara senden bana bir hatıra, verdiğin yara bile kabûlüm…” diye fısıldadı, yanağımı okşayarak.
Yeni bir şok daha yaşasam da, tepki vermemeye çalıştım. Bunu da mı sen yaptın Kamelya? İnanamıyorum! Artık diyecek bir söz bulamıyorum!
“Hiç öpmedim seni,” dedi.
Şaşkındım.
“Bekledim. Dokunmadım.”
Bu adamı nasıl üzmüş, nasıl kıymış?
“Seni geçtim… Kimseye dokunmadım. Kendimi sana sakladım. Keşke bilsen. Keşke duysan beni. Keşke inansan…” diye fısıldadı dudaklarımın üzerine.
Duymadığımı düşünüyorsun Atilla ama merak etme, ben duydum. Kamelya’yı aşkına inandıracağım. Sizi barıştıracağım. Gerçi o seni hak etmiyor ama sen çok seviyorsun, belki sevgin onu değişir.
O da arkasından iş çeviriyorsun diye düşünmüş, belki de size bu yüzden bile kötülük yapmış olabilir. Objektif bakınca, herkesin kendince haklı nedenleri olabilir. Onlar birbirlerinden habersizler. Birinin aracı olması gerek. Benim görevim burada biter… Atilla gittiği anda Kamelya’ya mesaj atıp her şeyi tek tek anlatacağım.
Atilla’nın parmakları dudağımın üzerinden boynuma doğru indiğinde, bir anda boğazımı sıkmasıyla tüm düşüncelerden sıyrılıp ellerimi kalın bileğinin etrafına sardım.
“Atilla… Ne yapıyorsun?” diye boğuk çıkan sesimle konuşarak, onu üzerimden atmaya ve boynumdaki elini açmaya çalıştım ama fayda etmiyordu.
“Hep bekledim, artık beklemeyeceğim. Bu gece birlikte olacağız. Bu beğenmediğin adamla, bizim odamızda, bizim yatağımızda…”
Sanki bir anda delirmiş gibiydi. Ona daha neler yapmış bilmiyorum ama bu gece olmadan, Kamelya’ya her şeyi anlatmam gerekiyordu. Yoksa hiç iyi şeyler olmayacaktı. Hem de hiç…
?
3.Bölüm
Neden korkar, neyden kaçarsan o ararmış seni sokak sokak. Kesersen kendi hükmünü, hayattan adallet de beklememelisin… O, duymayan birini aynı zamanda kör bırakacak kadar acımasız, ölüm kapısını tıklatsa gülümseyecek kadar soğukkanlıydı…
Duymuştum söylediklerini ama tepki veremezdim. O duyduğumu bilmiyordu, kendimi ele vermemek için tepkisiz kalmaya çalışıyordum lakin içimde kopan fırtınaların haddi hesabı yoktu.
Üzerimden kalktığında, nefeslerim yeniden eski sıklığında birbirini kovalamaya devam etti. Sağ elimi avucunun içine alıp çektiğinde, doğrulup oturdum ve ayaklarımı yataktan aşağıya sarkıtıp, ayağa kalktım. Bu karanlıkta o yolunu nasıl buluyordu bilmiyordum ama hiçbir şey göremiyordum.
O önde ilerliyor, tuttuğu elimle beni de yavaşça yürütüyordu. Birkaç adım sonra durdu ve soluklarını yeniden yüzümde hissettim. Sessizce yutkunup, konuşmak için araladığım dudaklarımı, onun belimi kavramasıyla birlikte yeniden birbirine bastırdım. Kavradığı bel oyuntumdan büyük avucuyla baskı yaparak bedenlerimizi birbirine yasladığında, nefesimi tuttum ancak sıradan çıkan kalp atışlarımı kontrol etmek için fazla güçsüzdüm.
Az sonra belimdeki elini yukarıya doğru kaydırıp enseme çıkardığında, dokunuşlarının etkisiyle ürperdim. Eğer ki, beni baştan çıkarmaya çalışıyorduysa bu konuda oldukça başarılıydı. Her dokunuşu, her kelimesi ne kadar bana yönelik olmasa da içimi dışımı garip bir hisle titretiyordu.
Bir anda gözlerimin üzerinde hissettiğim kadife bez parçasına parmak uçlarımla dokunup, beklemeye devam ettim. Anlaşılan görüntüsü yüzünden onu görmemi istemiyordu. Ya da işitme engelli olduğumu düşündüğü hâlde, bir de kör ederek cezalandırıyordu.
Tekrar sağ elimi kavrayıp yürümeye, beni de yürütmeye devam etti. Kapının sesini duydum, ardından tekrar adımlamaya devam etti. Odadan çıkmıştık ama benim için hiçbir şey değişmemişti.
“Nereye gidiyoruz?” diye sordum.
“Odamıza,” diye yanıtladı hemen. “Sanki duyacaksın.” dedi sonra. Benim bile kalbim kırıldı, Kamelya’yı düşünemiyorum.
Sana ne yapmışsa iyi yapmış böyle davrandığın için kadın senden şüphe edip gitmiş ama giderken de seni bitirip gitmiş!
Yürümeye devam edip, bir süre sonra durdu. Elimi bırakıp uzaklaştığında, bir anda boşlukta kaldım.
“Atilla…” dedim ellerimi ileri uzatarak.
“Sesime gel…” dedi. Bir de dalga geçiyordu. “Unuttum,” dedi sonra. “Duymuyordun sen…”
Sanki bunları Kamelya’ya değil de bana söylemiş gibi sinirlendim.
“Biliyor musun?” dedim ileri doğru adımlayarak. “Yaptığım hiçbir şey için pişman değilim… Hak etmiştin, iyi ki yapmışım…” dedim adımlamaya devam ederek. Sesinin geldiği yönü biliyordum ama o yana doğru dönmeyip, dümdüz yürüdüm.
“Biliyorum… Zaten pişman olup özür dilesen de bir şey değişmeyecek, Kamelya’m…”
Bunları bir kenara yazıyorum Atilla Karahan, bana olmasa bile Kamelya’ya, biricik nişanlına hesap vereceksin.
“Bir de benimle dalga geçiyorsun,” dedim sanki onu duymuyormuşum gibi, adımlamaya devam ettim. “Sağar birini, bir de kör bırakıyorsan, bu senin acizliğin. Benim değil…”
Bir anda ayağım boşluğa düştüğünde, kollarım refleks olarak kalktı ve bedenim uçurumun kenarındaymışım gibi titredi… Ama tam bu anda bir el belime dolandı ve beni son anda geriye doğru çekti. Sırtım yeniden onun sert göğsüyle buluştuğunda, ellerimi belime doladığı elinin üzerine koyup derin bir nefes alarak başımı geriye yatırıp, omzunun üzerine koydum.
Bir anda nefes nefese kalmıştım.
“Biliyorum,” dedim. Kamelya’nın yaptığı her hatayı ben telafi etmek zorundaydım belki ama ben bu iş için fazla dik başlıydım… “İyi biri değilim, ama sen de sütten çıkma ak kaşık değilsin. Bir savaş varsa ortada, bil ki, savaşlar iki taraflıdır. Tek taraflı olanlar sadece saldırıdır…”
Sustu. Nefesi kulağımın üzerine dökülürken, merdivenlerin ucunda, hayatımın onun avuçlarında olduğunu biliyordum. Bence ona yalvarmak yerine, böyle davranmak daha etkili olacaktı. Yine de ne tepki vereceğini merak ediyordum.
Parmaklarının saçlarıma tırmandığını hissettiğimde, o görmese de yüzümde rahatlar bir ifade oluştu. Gözlerimde saatlerdir kalan lensler gözlerimi oldukça acıtıyordu. Şu anlık tek temennim, gözlerimi açınca o lenslerin dışarıya fırlamamasıydı.
Bezi gözlerimden çekip beni serbest bıraktığında, kirpiklerimi kırpıştırarak gözlerimi araladım ama hiçbir farkı olmamıştı. Hâlâ etraf karanlıktı. Ellerimi ileriye uzatarak kendi etrafımda döndüğümde, parmak uçlarım onun vücuduna dokundu. Avuç içlerimi göğsüne bastırarak ona yaklaşıp, görüş açımın netleşmesi için bekledim. Birkaç dakika içinde görüntü yavaş yavaş netleşti ama onun yüzünü görmek, belki de karanlıkta kalmaktan daha ürkütücüydü.
Sağ gözü cam gibiydi, şimdi daha da dikkatli bakıyordum ama sanki ilk defa görüyormuşum gibi de değil… Belli etmemeye çalışıyordum. Sağ gözünün etrafını kaplayan yara izi, ameliyatla gidebilecek bir şeydi. Üstelik Atilla gibi birinin maddi durumu da yeterliydi ama o, Kamelya’nın verdiği yarayı bile sahiplenmişti.
Nilay artık bu adamı bir sevip, bir sövmekten vazgeçsen diyorum…
Dengemi sağlayıp ellerimi üzerinden yavaşça sıyırıp geri çekilirken, ona sanki özlemişim gibi baktım. Oyunculuğumun iyi olup olmaması tartışılırdı ama olduğu kadarıyla inandırıcı olmaya çalışıyordum.
Elini kaldırıp yavaşça omzumun üzerine dökülen saçlarıma götürdü ve onları parmak uçlarıyla omzumun gerisine attı. Bakışları yüzümde gezinirken, benim odak noktam onun cam gözü ve yarasıydı.
“Fazla sakinsin,” dedi. Yutkundum. Bakışarımı dolgun dudaklarına indirdim. Ses tonu, konuşması büyüleyiciydi. Sanki insanı efsunlamakta utsa gibiydi. “Sen böyle sakin değildin. Deli doluydun, o hâline âşık olmuştum. Yoksa o hâllerinde mi yalandı?”
Bakışlarımı tekrar gözlerine çıkardım. Sanırım kendi karakterimin tam aksi gibi davranmam gerekiyordu. Kamelya benim gibi kuru ekmeğe muhtaç değildi, elbette mutlu şen-şakrak olacaktı. Ben nasıl olacaktım ki?
“Cezamı çekmek istiyorum,” dedim gözlerinin içine bakarak. “Önce hıncını al, ama sonra iyi olalım. Razıyım.” dedim gözlerimi bile kırpmadan.
Ah, aslında ikinizde umrumda değilsiniz. Umrumda olan tek kişi Ayşe ve ben onu bir an bile olsun düşünmeden edemiyorum. Umarım iyidir.
Konuşacağını anladığımda yeniden dudaklarına baktım. “Tören gününe kadar, yanımda kalmak sana yeterince iyi bir ceza olacaktır zaten.” dedi. Bakışlarımı hızla gözlerine çıkarıp, kaşlarımı çattım. Ne töreninden bahsediyordu? Düğün? Peki, neden düğün değil de tören diyordu?
“Peki, ya sonra?” dedim tekrar dudaklarına bakarak. Ama o cevap vermemeyi seçip, tekrar elimi tuttu ve benimle birlikte merdivenlere doğru ilerledi. Omzumun üzerinden o odanın aralık kalan kapısına baktım. Kamelyanın verdiği pardesü orada kalmıştı, telefon da cebinde. Kamelya’nın numarası ezberimde yoktu, bu yüzden o telefona ihtiyacım vardı.
Önüme dönüp ses çıkarmadan Atilla ile beraber ilerlemeye devam ettim. Herhalde cezam bununla kalmayacaktı daha doğrusu Kamelya’nın cezası, bu yüzden tedirgindim ama zarar verecek olsa beni neden tutsun ki? Düşsem zevk ala da bilirdi ama o tutmayı seçti.
Zemin kata indiğimizde, koridordan geçerken yandaki aynalara baktım. Aynalar çatlak gibi dizayn edilmişti. Sanırım Atilla’nın aynalarla arası iyi değildi. Gerçi ben olsam, ben de öyle olurdum.
Beraber salona girdiğimizde, loş bir ışıkla aydınlanan şaşaalı salondaki uzun yemek masası dikkatimi çekti. Yani oturup yemek mi yiyecektik? Atilla elimi bırakıp, sandalyeyi çekerek oturmam için bana baktığında, tedirgin şekilde geçip oturdum. Sanki bugün bana o tepsiyi yollayan kendisi değilmiş gibi…
Daha sonra masanın yanından ağır adımlarla diğer tarafa yürüdü ve siyah ceketinin düğmesini açtıktan sonra sandalyeye yerleşirken, bakışları gözlerime kaydı. Şamdanların arasından gördüğüm yüzünde tek bir mimik bile kıpırdamıyordu. Bu adam ya gülmeyi bilmiyordu, ya da Kamelya onda gülecek hâl bırakmamıştı.
Biraz sonra iki garson ve merdivenlerde gördüğüm genç kadın gelip, ikimiz için de servis yaptılar. Ne yalan söyleyeyim kurt gibi acıkmıştım, üstelik ben hayatımda böyle yemekler de yememiştim. Tabağıma baktığımda, garip, deniz kabuğu gibi bir şeyler vardı. Çatalı elime alıp, onu çaktırmadan eşelemeye başladım. Nasıl yenildiğini bilmiyordum ki… Hemen yanındaki küçük et parçalarından alıp, yavaş yavaş yemeye başladım.
Kadehe doldurulan suya baktığımda, aklıma içirdikleri tuzlu su geldi ve bu an bakışlarım Atilla’nın gözleriyle buluştu. “Yine tuz yoktur herhalde?” diye sordum, imalı şekilde.
Tepkisizce durdu ama bu uzun sürmedi. “Nilüfer!” dedi sert bir sesle. Bir kadın geldi ve ellerini önünde birleştirerek, bir Atilla’ya, bir bana baktı. “Buyurun efendim.”
“Nişanlıma götürdüğün suya tuz kattın mı?” diye sordu Atilla, gözlerimin içine bakarak.
“Evet efendim.” diye yanıtladı kadın.
Nasıl bunu söylemeye cesaret ediyordu ki? Tamam belki Kamelya’yla sorunlu olabilirdi ama bunu Atilla’ya böyle kolay söylemekte cesaret işi olmalıydı.
“Aferin,” diyen Atilla’ya doğru döndüm ve dudaklarına baktım. “Çekilebilirsin.” dediği kadın, tekrar mutfağa döndü.
“Ne bekliyordun?” diye sordu Atilla, “Haberimin olmadığını falan söyleyeceğini mi? Sen eskiden bu kadar aptal değildin…”
Benimle oynamaktan bıkmayacak, zevk alacak anlaşıldı ama ben buna ne kadar dayanabilirim bilmiyorum.
“Afiyet olsun.” dedi, yemeğine başlayarak. Bir süre onu şaşkınca izledim. Gözlerinde, yaptıklarından aldığı zevkin parıltılarıyla bakıyordu gözlerime.
“Doğum gününde benden istediğin hediyeyi hatırlıyor musun?” diye sordu.
Tam da sırasıydı yani. Bu kadar kısa sürede Kamelya oturup bunu mu anlatacaktı bana? Nereden bileyim yani?
Anlamamışım gibi dudaklarına baktım. Umuyordum ki, sorusunu yinelemezdi.
“Sen karı çok seversin, o gün yaz günü olmasına rağmen senin için bulunduğun bölgeye kar yağdırmıştım. Ondan sonra sevgili olmuştuk. Ve sen yine karlı bir günde gelip beni buldun…” dedi.
Bizi sevenler de mahallenin duvarına spreyle adımızın baş harfini yazar işte. Öyle yani…
“Hatırlıyorum,” diye mırıldandım. “Karı sevdiğim kadar seni de sevdim, iki sevdiğim bir arada olsun istedim. Ondan bugün geldim.” dedim, gözlerinin içine baka baka. Cam gözünün üzerindeki kaşı havalandı, yüzünde memnun bir ifade yarandı.
“Sen ne söylersen inanırım,” dedi.
Dudaklarına bakmaya devam ettim ama bu kadar uzun süre bakmak ve o dolgun dudakların görüntüsü bana hiç iyi gelmiyordu.
“Ve sen hep güzel şeyler söylersin, kandırmayı seversin…” diye devam etti, önüne dönerek.
“Bence yemeğini sağlam ye, çünkü gece enerjiye bayağı ihtiyacın olacak…” diye eklediğinde, bir anda kanım çekilmiş gibi hissettim.
Vazgeçmemişti demek ki. Kahretsin Kamelya! Bu adamın koynuna falan girmek istemiyorum ben!
“Çilek mi, üzüm mü?” diye sordu. Anlamaz gibi baktım. Bakışlarını tekrar gözlerime çevirdi. “Çikolataya ne dersin?” Neden bahsediyordu ki?
“Anlamıyorum.” diye yanıtladım. Elimdeki çatalı bırakıp, kadehi kaldırarak birkaç yudum aldım.
“Hangisini daha çok sevdiğini söyle.” dedi.
Kısa bir an düşündükten sonra, “Çilek,” diye yanıtladım. “Çilek ve çikolata.” Gerçi uzun zamandır yememiştim ama seviyordum. Neden sorduğunu hâlâ anlayamadığım için, boş boş bakıyordum.
“Sen devam et.” deyip dudaklarını peçeteyle temizledikten sonra sandalyesini geriye itip ayağa kalktı.
Nedenini söylemeden mutfağa geçtiğinde, dediğini yapıp karnımı doyurdum ve bol bol su içtim. Edeceği işkence her ne olursa olsun, kardeşim için katlanmam gerekiyordu. Hem, en ufak bir hatası bile bana yeterli olacaktı. Kendine fazla güveniyordu.
Karnımı iyice doyurduğum sırada Atilla masaya geri döndü. Tekrar sandalyeye yerleşip, o da yemeğini yemeye devam etti. Doyup durduğumda, isminin Nilüfer olduğunu öğrendiğim kadın yanıma geldi ve yüzüme doğru eğildi.
“Efendim, Atilla bey size odanıza kadar eşlik etmemi istedi.” dediği sırada dudaklarına bakıp, birkaç saniye sonra başımı onaylar anlamda salladım. Neden böyle sır verir gibi söylediğini anlamıyordum ancak normal karşılamaya çalıştım. Kamelya olsa böyle davranırdı.
Ayağa kalkıp yemeğine devam eden Atilla’ya son bir kez baktıktan sonra kadını takip ederek salondan çıktım. Bugünü sağ salim atlatmak istiyordum. Belki Kamelya’yla konuşup, Atilla’nın onu ne kadar sevdiğini söylersem geri dönüp, beni de bırakırdı. Hâlâ aklımda aynı düşünce geziyordu; acaba Atilla’yı gerçekten seviyor muydu, yoksa sadece beni kandırmak için mi söylemişti… Anladığım kadarıyla onların güzel bir sevgililik ve nişanlılık dönemi olmuş. O zaman aralarını bozan tek şey Kamelya’nın şüpheleri mi?
Duygularını bir yandan anlayabiliyorum ama beni bu duruma atıp, kardeşimi rehin tutan bir kadına acıyacak kadar da saf değilim. Bir gün elbet hesaplaşacağız. Şimdilik sadece sabrediyorum ve Atilla’yla birlikte sabrımın taşacağı günü bekliyoruz…
Tags: #gizem #gerilim #psikoloji #sır #yalan #ilahiyat#aile #romantik #sevgi #kelek #lenahzade
Wattpad’e attığın yeni bölümleri buraya da atar mısın?