GİRİŞ
İnsanlar, yaşam ile ölüm arasında ruhlarıyla birlikte bir çocuk misali oyun oynuyordu. Ama ruh iki diyar arasında mesken kursa da beden sadece bir yerde yaşardı. Ya da yaşamazdı.
Bedenim yaşıyordu. Sanırım yaşıyordu, emin değildim. Kestiremiyordum.
Dimağım hiçbir şeyi kestiremiyordu. Yaşıyor muydu, yoksa o da ölü müydü? Keşke o da ruhumun yanına gitseydi. Ruhum ölüyken, bedenim neden yaşasındı ki? Sözde birbirlerine prangalılardı. Peh!
Titrek bir nefes aldıktan sonra bakışlarımı yatağımın sağ tarafında olan pencereye çevirdim. Kirli beyaz renkli olan perdeden kırık ışıklar odanın içine yansımaya başlamıştı bile. Yeni bir güne daha kucak açmıştı bedenim. Bir gün daha ruhumdan uzak yaşayacaktı.
Umursamadan ayaklarımı yataktan sarkıtıp kirli parkelerin onları da kirletmesine izin verdim. Günlerdir kimsenin burayı temizlemesine izin vermiyordum. Verseydim şayet onu görebilirlerdi. Görsünler istemedim. Kalbimi, bedenimi yaşatma sebebimi görsünler istemedim. Görselerdi onu benden alırlardı. Gördükleri an, bedenim ölürdü ve ruhum, bir hiç gibi ortalıklarda sürünmek dışında hiçbir şeye kucak açamazdı.
Ruhum diğer diyarda, ölümün yanındaydı. Bedenimi yok etselerdi, burada bıraksalardı mütevellit duygularım bana mezar olurdu. O mezarda ise sadece ben gömülürdüm. Kalbim benden uzak olurdu. Olsun istemedim. Beni kalbimden ayırsınlar istemedim. Korktum, çok korktum.
Yavaşça yataktan destek alarak ayaklanmaya başladım. Sarsıla sarsıla pencerenin yanına doğru yürümeye çalıştım. Bir ağrı vardı vücudumda. Ah doğru! Odama girmek isteyenlerle savaşırken kendime istemeye istemeye zarar vermiştim. Neyse, sorun yok. Sonuçta ben iyiydim, değil mi?
Hayır, değildim.
İyi olamıyordum.
Onu çok özlüyordum. Evet, yanımda saklıyordum onu ama bazen gidiyordu işte. Gidince üzülüyordum. Neden beni üzüyordu ki hem o? O beni üzmezdi, hayır. Boş boş konuşuyordum işte. Kimse sen izin vermedikçe seni üzemezdi. Hem o, zaten beni üzmek istemezdi. O beni seviyordu çünkü. Seven sevdiğini üzmezdi, üzmemeliydi. Buna hakkı yoktu, olamazdı.
Pencerenin yanına geldiğimde pervazdan destek alarak ağırlığımı ona verdim. Bronz renkli uzun ve dalgalı saçım yine açıktı ve sırtımın yarısını kaplıyordu. Üzerimde dizime kadar uzanan düz, beyaz, geniş bir elbise vardı. Her zamanki gibi giydiğimdi işte. Sıradan. Ama ben, sıradan değildim. Sıradan olmaktan nefret ederdim hem.
Gereksiz ama beni oyalan düşüncelerimden uzaklaşıp dışarıyı izlemeye başladım. Yine herkes aynıydı, herkes hep aynı şeyi yapıyordu. Ah ne sıkıcıydık biz değil mi? Bayağılıktan kaçamıyorduk. Hayat elimizden kayıp gidiyordu ve biz hiçbir şey yapmıyorduk. Yarın belki bizimle hiç olmayacaktı. Belki bu parlayan Güneş’i bir dahaki gün göremeyecektik. Bu bulutları bir dahaki gün bir şekle benzetemeyecektik. Belki bir yarın senin için gelmeyecekti. Bugün belki senin dün dediğin son yarınındı.
Belki bugün hayatının sonuydu.
Unutmamalıydık. Bir gün yarın olmayacaktı birimize, bunu unutmamalıydık.
Unutmamalıydım.
Her gün yüzünü gördüğüm ama adını bilmediğim, bu gezegende “insan” olarak nitelendiren türler ama onlarla aynı türlerde olup onlara farklı bir sıfatla hitap edilen kişilere bir kez daha baktıktan sonra yüzümü buruşturup arkamı dönmek için hareketlendim ama belimi saran eller buna izin vermedi.
Gülümsedim.
Gelmişti.
Yine benimleydi.
“Geldin,” dedim gülümseyen sesimle. “Ama zaten hep buradaydın değil mi?”
Yanağıma uzanıp öptüğünde onun kokusunu bir kez daha içime çekmeye çalıştım ve bir kez daha alamadım.
Yine gülümsedim. Acıyı.
Burada olması yeterdi, kokusu olmasa da olurdu.
“Buradaydım,” dedi güven verici bir sesle. “Hep burada olacağım.”
“Olacaksın, olacağım.”
Yavaşça ona doğru dönmeye çalıştığımda belimi saran kollarını çekmişti. Yüzüm tamamen ona dönmüştü. Birbirimize bakıyorduk. Gözlerim gözlerine mühürlenmişti. Toprak gözlerine yoğunlaştım. Ben o toprak gözlerine bedenimi gömebilecek kadar çok seviyordum onu.
Gökyüzü gözlerim toprağa çok uzaktı ama değil mi? Gökyüzü toprağa değmiyordu ki. Ama olsun, benim gökyüzüm onun toprağını görse yeterdi.
Yeterdi değil mi?
Onun burada olması, benim ona bakıyor olmam yeterdi, değil mi?
Biz bize yeterdik. Ama biz artık, biz değil gibiydik sanki.
Ama benim gökyüzüm neden ağlıyordu ki şimdi? Gökyüzüm yağmur başlatmıştı. Hayır, hayır. Yağmuru durdurmalıydım. Yağmur yağarsa toprak ıslanırdı.
Toprakları ıslansın istemedim.
“Yine ağlıyorsun,” dedi, üzülmüştü. Sesinde hissediyordum bunu. Elleri gözyaşlarıma değdiğinde gülümsedim. Acı bir gülümsemeydi bu. Gözyaşlarımı onun elleri silemiyordu. Lanet olsun! Bu canımı yakıyordu.
Hayır kelimeler, içimde gizlenmelisiniz. Buradan çıkış yok.
Hızlıca ellerinden kurtulup yine kendi ellerimle sildim gözyaşlarımı.
“Ağlamadım ki,” dedim aniden yüzüme getirdiğim gülümsemeyle. “Yağmur yağmak istemiş gökyüzümde, ben ne yapabilirdim ki?” Dudaklarımı büzerek ellerimi iki yana açtım. Bu halime tatlı tatlı sırıtmıştı.
“Peki, öyle olsun bakalım,” dedi ve aniden elimden tutup beni kendine doğru çekti. Başım göğsünün üzerindeki yerini alınca en içten gülümsememi gönderdim biçare dudaklarıma. Zira, günlerdir gülümsemeye susamıştı. Bahtsız bedevi gibiydi, bir serap misali gülümsemeye koşup sarılmak için ilerlese de yolun sonunda karşılaştığı her zamanki gibi bir hiç oluyordu.
Günlerdir dudağımdaki yeşeren gülümsemeler birer seraptı. Lütfen bu da öyle olmasındı.
Bana sıkı sıkı sarılıyordu. Ben de ona öyle. Ona sarılmak ne güzel nimetti böyle. Kollarım onsuz sanki kışın en soğuk ayazını yaşıyordu. Şimdi içim sıcacıktı.
Dudaklarını saçlarımın üzerinde hissettim. Bir buse kondurmuştu oraya. Her zaman saçlarıma bir buse kondurduktan sonra “Sen benim başımın tacısın, Yasemin’im, yasemin kokulum,” derdi. Yine demişti.
Kafamı yavaşça kaldırarak çenesine uzandım ve içimi eskiden gıdıklayan ama artık hissedemediğim sakallarına bir buse kondurdum.
“Tüm hayatım boyunca sana böyle sarılarak kalabilirim, Yiğit.”
İkimiz de sustuk sonra. Birbirimize sarıldık doya doya. O benim kokumu dinledi ben ise onun varlığını izledim. Sessizlik; en çok onun yanında, ona bakarken güzeldi.
Sonra o gitti, içeriye birileri girdi ve ben, tekrardan uyutuldum.
Yarın yine gelecekti ve ben, yarın onu bırakmayacaktım.
O en çok benim yanımda olunca güzeldik biz.
Sustum.
Konuşmadım.
İçimde gizlenen kelimeleri yine sustum. Çünkü o varken en çok susmayı seviyordum ben. Susmak güzeldi. Kelimeler prangalıydı yüreğimde zaten. Acıtıyordu. Ama ben acIdan zevk alıyordum. Acı bana zevk veriyordu. O yüzden kelimeler hep içimde gizlenecekti.
Kelimeler hep, içimde gizlenecekti…
***
Gerçeklerin ruhani vücudu, hayallerin imkansızlığıyla karşı karşıya gelmesi ve ardından birbirlerine sert bir şekilde çarpması sonucunda oluşan büyük patlama, tüm duygularımı ve fikirlerimi bertaraf etmişti.
Aklım ve kalbim bu patlamada ölmüştü.
Şimdi ben hangisini dinleyecektim?
Bilmiyordum.
Artık hiçbir şey bilmiyordum. İçimde gizlediğim kelimeler vardı gerçeklerin de içinde saklandığı. Ama onu oradan çıkarmaya cesaret edemiyordum. Acıdan zevk aldığımı söylemiştim ya hani, yalan. Asıl acı neydi biliyor musunuz? Söyleyeyim ben.
Asıl acı, o kelimelerin dudağımdan çıkıp kulaklarımda intihar etmesine gözlerimle şahit olmaktı. Kelimelerimi işittiğim an dayanamazdım, yıkılırdım. Onlar gizlenmezse şayet acı,sanki hâlâ yaşıyormuşum gibi öldürürdü beni.
Gözlerimi yavaş yavaş aralamaya çalıştım vücudumda kol gezen acıyı ve içimi yakan düşünceleri umursamadan. Kirpiklerim ağır ağır göz bebeklerime görünmeye başlamıştı bile ama tekrar kapatmıştım. Gözlerimi açmaya gücüm yokmuş gibi hissediyordum. Tekrar denedim, sonunda başarmış, odadaki aydınlığı gözlerime armağan edebilmiştim.
Saatin kaç olduğundan haberim yoktu aynı hangi tarihte olduğumuzdan haberim olmadığı gibi. Sadece mevsimleri takip edebiliyordum.
Sahi, kaç mevsim geçmişti kendimi bilmeyeli?
Bilmiyordum. Artık saymaktan yorulmuştum.
Yavaş yavaş yataktan destek alarak oturur pozisyonu almaya çalıştım. Ellerimi çarşafı sıkıca kavradığında vücudumdaki yorgunluğun sebebini düşünmeye çalışıyordum.
Ama hatırlayamıyordum.
Umursamadım.
Sırtımı yatağın başlığına yasladığımda demirden olan bu yatağın oluşturduğu gıcırtı gümbürtüsünü yok saydım. Üzerime kimin örttüğünü bilmediğim çarşafı yavaşça kaldırarak bir kenara bıraktım. Açık olan saçlarım önüme doğru gelince onları tekrar geriye gönderdim.
Ayaklarımı hareket ettirerek parkeyle buluşturduğumda soğukluğunu bütün vücudumda hissetmiş aynı zamanda irkilmiştim.
Bu sefer temizdi parkeler. Birkaç gün önce odama giren temizlik görevlisi, tüm söylenmelerime rağmen temizlemişti her yeri. Beni ve söylenmelerimi umursamadığını fark ettiğimde burada sadece benim odama yerleştirilmiş olan piyanonun başına oturmuş, saatlerce onu çalmıştım. Bir ara Yiğit de gelip benimle çalmıştı ama sonra tekrar gitmişti yanımdan.
Olsun.
Sonuçta gelmişti.
Yine gelecekti.
Kendimi kandırıyordum.
Hayır hayır… Kelimeler içimde gizlenmeli.
Günlük rutinlerimden bir diğerini yapıp tekrar pencerenin başına ilerledim. Dışarıdaki “insanları” izliyordum. Yine biri bir banka oturuyordu. Biri tuhaf tuhaf hareketler yapıyordu, biri heykelin başındaydı, biri kendinden bihaber davranıyordu. Herkes her zamanki gibi “normal” idi.
Az sonra tekrar pencerenin başından uzaklaşmak için hareketlendim. Bu sefer belimi saran elleri hissedemedim. Birkaç gündür hissedemiyordum.
Mutsuzdum.
Yoktu.
Birkaç gündür o piyano çalışımızdan sonra onun yüzünü bir daha görememiştim.
Günlerdir ağlıyordum. Beni kimse sakinleştiremiyordu. Ona ihtiyacım vardı sadece ama bunu kimse anlamıyordu. Anlayamazlardı da. Benim yaşadığımı benden başkası anlayamazdı.
Kimse kimsenin yaşadığını yaşamadığı sürece anlayamazdı. Herkes her şeyi söylerlerdi ama kimse hiçbir şey yapmazdı. Anlamadığı her şey hakkında konuşurlardı. Acıyı, kederi, üzüntüyü… Her şeyi ama her şeyi kendi pencerelerine göre değerlendirirlerdi. Ama bilmiyorlardı ya da kabullenemiyorlardı bu duyguların farklı pencerelere ev sahipliği yaptığını. Duygular herkesin evinde farklı hissedilirdi. Bir sokakta yaşayan aileler gibiydi her bireyin içinde beslediği duygu birikintisi. Her birinin hikâyesi aileler gibi farklıydı. Ama çoğu aile gibi kendi evinden izlerdi ve öyle değerlendirirdi her şeyi.
Ah insan, ah… Çoğunluk diye hitap edilmenize rağmen bireysel olarak sadece var olduğunuzu kendinize lense etmeye çalışan tek türsünüz. Ah insan, ah, keşke artık kabullenebilsen başka düşünceleri, hisleri, acıları… Keşke artık sadece sen olmadığını kabul etsen.
Bak insan, bana da insan diyorlar. Hani seninle aynı türdendim ben? Sen üzülmüyor musun benim gibilere başka bir hitapta bulununca? Kalbin hiç acımıyor mu bizi bu sıfatla çevrendeki insanlara anlattığında? Biz niye sizlerin gözünde hep farklı biriymişiz gibi görünmek zorundayız? Baksana ben de etten kemiktenim; bak benim de bir bedenim, artık sayenizde hissedemediğim bir ruhum var.
Ben de insanım. Ama sizin gibi değilim işte size göre. Bu umurumda bile değil biliyor musunuz? Umurumda olan tek şey, körelmiş duygularınızın benim duygularımın da olduğundan bihaber olması ve bu yüzden onlarla dalga geçme meziyetinde bulunmanız. Hiç kimse hiç kimsenin duygularını küçük görme hakkına sahip değil, olamaz da.
Bak insan, bak, benim duygularım da var, bak. Bak nasıl da canımı yakıyor onu görememek. Bak nasıl da ölüyorum ben yavaş yavaş onsuzken.
Bak ben de kabullenmek zorunda kalıyorum bazı şeyleri.
Yok oluyorum öyle aniden.
Piyano çaldığım gün birden gelmişti yanıma. Panik olduğumdan bakışlarımı odanın içinde gezdirip temizlik görevlisinin burada olup olmadığını kontrol ettim. Onu görürse yanımdan uzaklaştırmak için birilerini çağırabileceğini, sonra beni yine uyutacaklarını hissediyordum.
Onu benden alsınlar istemedim.
Neyse ki ben piyano çaldığım sırada odadan çıkmıştı. Şimdi yanımda sadece o vardı. Hep de o olsundu yanımda. Sadece o olsundu.
Ona gülümsedim. O da bana gülümsediğinde birlikte Bethoven’dan bir parça çaldık. Ama onun çaldıklarını duyamıyordum artık. Sanki sadece ben çalıyor gibiydim.
Bunu umursamadım.
Yanımda olması yeterdi.
Sanırım yeterdi.
Ama yetmiyordu.
Bakışlarım o ile piyano tuşları arasında gidip geliyordu. Yüzünde gördüğüm bir hüzün silsilesi vardı. “Ne oldu,” dedim ellerimi piyanodan çekip müziği yarıda bırakarak. “Neden üzgünsün?”
“Artık gitmeliyim, yasemin kokulum.” Toprakları ıslanmıştı. Anlam veremiyordum. Zaten hep gidiyordu, sonra da geliyordu. Bunun için üzülmesine gerek yoktu ki.
“E yine gelirsin,” dedim sakince. Ellerimi yanaklarına doğru götürdüğümde bir şeylerin ters gittiğini anlamıştım. O günü kastetmiyordu değil mi? Bana bunu yapamazdı, bu kadar çabuk gidemezdi.
“Ha-hayır.” Oturduğum yerden ayaklanıp geriye doğru adım attım panikle. “Bu kadar erken değil, Yiğit. Olmaz, kaldıramam. Yiğit sensiz yaşayamam ben.” Ağlamaya başladım yüreğimi parçalarcasına. Sırtımın duvara değdiğini hissettiğimde durmak zorunda kaldım ve yavaşça akan gözyaşlarımın arasından ona doğru baktım. Ayaklanmış yanıma doğru yaklaşıyordu.
“Yasemin’im, artık hayatını yaşamalısın. Bu odada böyle kalman canımı yakıyor. Benim yüzümden kendine bu acıyı çektirme,” dediğinde sesindeki kırılganlığı yüreğimin en derinliğinde hissettim. Ama kabul edemezdim, onsuzluğu yüreğime fısıldayamazdım.
“Olmaz,” dedim elimi hızlıca iki yana sallayıp ağladığımda. “Ben bu odada mutluyum, Yiğit. Yanımda sen varsın, bu bana yetiyor. İnan bana, yetiyor. Sen gidersen ben bu dünyaya sığamam.” Derin derin nefes alıp verdim aynı zamanda gözyaşlarımı elimin tersiyle silerken. “Sen benim sığındığım tek yuvamsın, Yiğit. Beni evsiz bırakma. N’olur beni sensiz bırakma.” Ellerini tuttuğumda ikimiz de aynı anda yere çömelmiştik gözyaşları içinde. Ellerim ellerini hissetmemişti. Ellerim yine ellerini hissedememişti.
“Zamanımız tükendi, Yasemin’im. Lütfen, lütfen beni anlamaya çalış.” Avuçlarımı dudaklarına doğru götürdüğünde oraya bir buse bıraktı. Ben… Ben yine hissetmedim, ben yine hissedemedim.
“Yiğit,” dedim kırık bir sesle. “Yapamam. Sensiz yaşayamam. Ben de seninle gelsem… Olmaz mı?” Kafamı yana eğip ona baktım beklenti dolu bir ifadeyle.
“Bunu yapmayacaksın.” dedi hiddetle. “Yaparsan seni affetmem.” Sesi kızgın çıkmıştı ama sonra yavaş yavaş yumuşattığı yüzüyle bana burukça gülümsemişti.
Yavaşça yüzüme doğru uzattığı eli yanağımdaki yerini bulduğunda ben yine hissedemedim. “Annenin yanına gitmelisin, onları daha fazla üzme. Biz tekrar karşılaşacağız.” Diğer elini de yanağıma yerleştiğinde yüzüm tamamen avuçlarının arasındaydı. “Sen benim kaderimsin.”
“Gitsen de düzelemem ki, Yiğit. Sen bunu anlamıyor musun? Ben bu hastaneden çıkamam.” Gökyüzümü topraklarının derinlikleriyle buluşturdum ve kafamı çaresizce iki yana salladım. “Sensiz yapamam.”
“Yapabilirsin. Sen benim tanıdığım en güçlü kadınsın, Yasemin’im. Sen her zorluğun üzerinden gelirsin. Hem… Hem senin öğrencilerin var. Onları yarı yolda bırakmak sana yakışmıyor. Hayatlarına bir çiçek ekmelisin. Yüzlerce çiçek yetiştirerek dünyayı güzelleştirmelisin. Bunu en güzel sen yaparsın benim çiçeğim. Ben her zaman senin kalbinde olacağım,” dediğinde yanağımın üzerindeki ellerini çekip tekini kalbime götürdü. Ben ise onun sözleri arasında kendimi unuttum. “Bana ihtiyacın olduğunda buradan seslen. Ben hep orada olacağım, Bunu biliyorsun.”
Elini kalbimin üzerinden çektikten sonra “Yaşamalışsın,” dedi. “Benim için ama en çok da kendin için yaşamalısın.” Alnıma yine hissedemediğim bir öpücük kondurmuş ve ardından ayaklanmıştı. Geri geri adımlar atarken “ Hoşça kal,” diye fısıldamıştı. Gidiyordu. Beni bırakıyordu. Hayır! O beni öldürüyordu.
“Gitme!” Hızlıca ayaklandım. “Lütfen, gitme.” Çaresiz serzenişimi yok sayarak kafasını olumsuz anlamda iki yana salladı.
“Seni seviyorum, Yasemin. Seni çok seviyorum.”
“Ben de sen çok seviyorum.”
Ve kapıyı açıp gitti.
Günlerdir o kapıyı bir daha açmasını ve bana gelmesini beklemiştim ama öyle bir şey hiç olmamıştı. Artık gelmeyecekti. Benim hazır olduğumu düşünüyordu ama öyle değildi. Hayatım bir anda elimden çekilip alındıktan sonra kapatıldığım bu yerde, gelecek için hazır olamazdım. Bende bunu bekleyemezdi.
Doğum ile ölüm arasına yerleştirilen bir şey vardı. Hayat. Herkes sadece bir kere o köprüden geçerdi. Ben ise bu odada yaşamaya başlamama sebep olan olaydan sonra ikinci kere geçmek için hazırlanıyordum. Onunla bu odada olmak benim yeni hayatımdı ama o, o köprüden beni aşağıya atmıştı. Benim ikinci hayatım yoktu ama o, beni başka bir köprüye fırlatmıştı. Bu odadan sonraki hayatıma başlamam için beni yalnız bırakmıştı ve köprüden geçip gitmişti.
Bilmiyordu.
Bu odadan sonraki hayatımın olamayacağını bilmiyordu. Ondan vazgeçmeyeceğimi, onsuz yaşayamayacağımı bilmiyordu.
Benim ikinci kez öldüğümü bilmiyordu.
Özür dilerim hayatım dediğim adam. Bu sefer seni dinlemeyeceğimi için özür dilerim. Benden nefret etsen de beni affetmesen de peşinden geleceğim eksik parçam. Seni çok seviyorum ve yanına geliyorum.
Kaybettim bana verdiğin yeni hayatı ama seni kaybedemem.
Lütfen bekle beni, yanına geliyorum.
Yavaşça yatağımın yanına yaklaşıp yastığımın altına sakladığım cam parçasını ellerimin arasına aldım. Dün akşam yemek getirdiklerinde bilerek bardağı kırmıştım ama bunu yanlışlıkla yapmışım gibi davranmıştım. Görevlilerden biri dağınıklığı ve kırıla parçaları topladığında ona fark ettirmeden bir parçayı alıp piyanomun tuşlarını kapatan kapağın arkasına saklamıştım.
Ellerim titriyordu. Birazdan geleceklerdi ve bana ilaç vereceklerdi. Bana onun olmadığını söyleyeceklerdi. Beni kandıracaklardı.
Yavaşça camı bileğime doğru götürdüm. Keskin baskısını hissettiğimde yavaşça gözlerimi kapattım ve bunu yapabileceğime kendime inandırdım. Sana geliyorum, Yiğit.
Camı hareket ettirmeye başladığımda kapının aniden açılma sesini işitmemle durmuştum. Gelen kişiyi görünce bir anlık şok olmuştum. Keşke şimdi gelmeseydin, beni böyle görmeseydin. Bakışlarımı gelene çevirdiğimde özür diler gibi gözlerine baktım.
“Yasemin, ne yapıyorsun?” dedi panikle. Bana doğru bir adım attığında geri çekildim ve “Gelme,” diye bağırdım. Kapıdan içeriye birkaç kişi daha girmişti .Biri doktorum olduğunu söyleyen kadındı, diğerleri ise bana ilaçlarımı getiren hemşirelerdi.
“Yiğit’in yanına gideceğim,” diye ağlamaya başladım. “Beni engelleyemezsiniz.” Gözlerimle her birini işaret ettim. “Hiçbiriniz.”
“Sakin olmalısın, Yasemin. Hadi elindekini bana ver ve konuşalım.” Kafamı olumsuzca iki yana salladım. Onunla konuşmak istemiyordum. Sadece Yiğit’i İstiyordum.
“Bana o ilaçları vermelerini söyleyeceksin yine.” Ağlayarak kafamla hemşireleri gösterdim. “Uyutacaksınız beni.”
“Hayır hayır. Öyle bir şey yapmayacaklar. Bak ben de buradayım. Annen yanında bir tanem. Lütfen bunu bana yapma kızım. Haydi elindekileri bana ver.” Onu günlerdir görmüyordum. Hep yanıma gelirdi. Saçlarımı okşayıp bana çocukken söylediği ninnileri söyleyip giderdi. Ama birkaç gündür sesini duymuyordum. Şimdi burada olması, sesini işitmem, karşımda bana çaresiz ve korkakça attığı bakışları görmek zorunda kalmam beni dumura uğratmıştı. Onun önünde gidersem eğer o da benim gibi olur muydu? O da bir odaya kapatılıp ilaçlarla zamanını tüketir miydi?
Hayır, öyle bir şey olmayacaktı. Annem benim gibi değildi, o güçlüydü.
“Anne,” dedim ağlayarak kafamı yana yatırırken. “Onu çok özledim. Günlerdir gelmiyor anne. Beni bıraktı ama ben onu bırakamam. Anne onsuz nasıl yaşayacağımı bilmiyorum. Ona çok alıştım. Anla beni.”
“Yapma. Yasemin’im yapma. Yiğit bunu istemezdi. Beni bırakmanı istemezdi. Beni düşün. Ben senin annenim. Seni ben büyüttüm. İlk kelimeni söylediğinde, ilk adımını attığında, okula ilk başladığında her anında yanında, seninleydim. Sen de gidersen ben ne yaparım? Lütfen artık sana yardımcı olmamıza izin ver.” Akan gözyaşlarımın izin verdiği kadarıyla ona bakmaya çalıştım. Yıkılmış görünüyordu. Babam öldüğünde ben ve ablam varız diye hayata daha sıkı tutunmaya çalışmıştı. Yıllar ona tekme atsa da o geri çekilmeyi ve o tekmeyle savaşmayı öğrenmişti. O benim gördüğüm en güçlü kadındı. Ama şimdi… Benim yüzümden mi böyle yorgun bir haldeydi? Ama ben onun gibi değildim ki, onun gibi güçlü kalamazdım.
Ben içime gizlediğim kelimeleri bile kendime fısıldayamıyordum.
Yiğit yanılıyordu. Ben güçlü değildim.
“Özür dilerim,” dedim fısıltı dolu bir sesle. “ Çok özür dilerim, anne.”
Camı tekrar hareket ettirmeye başladığımda annem “Hayır hayır, dur,” diye bağırmaya başladı bir iki adım bana doğru atarak. Doktor benimle konuşuyordu elimdekini bırakmamam için ama onu işitemiyordum bile. Sadece yorgun bakışlarımı anneme gönderiyordum. Belki bakışlarımdan anlardı ne kadar acı çektiğimi.
“Yasemin eğer bunu yaparsan seni asla affetmem.” Ağlıyordu. “Yasemin senden sonra aynısını ben de yaparım.”
“Anne lütfen… İzin ver gideyim.” Kafasını ağlayarak iki yana sallayıp “Olmaz,” diye yakardı. “Seni kaybedemem.”
Ona tekrardan özür dilercesine bakıp elimdeki cama yoğunlaştım. Hoşça kalın, insanlar. Bugün deli diye itham ettiğiniz biri bu dünyaya veda ediyor. Umarım mutlu olursunuz. Hoşça kalın insanlar; bugün, duygularını bir hiç gibi gördüğünüz bu insan sizden uzaklaşıyor. Umarım mutlu olursunuz.
Hoşça kalın insanlar.
Gidiyorum ben.
Hoşça kalın…
Tags: #akıl arkadaş aşk ruh