Hz. Muhammed Tolstoy'un Saklı Kitabı

 

1.BÖLÜM

HZ. MUHAMMED

(L. N. Tolstoy, 1908 yılında, “Abdullah El-Sühreverdi”nin Hindistan’da basılmış “Hz. Muhammed’in Hadisleri” kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir kitapçık derlemiş, bunu Rusya’nın “Posrednik” adlı yayınevinde bastırmıştır. Kitap, 1908 yılının ekim ayında “Muhammed’in Kur’an’a Girmemiş Hadisleri” isminde okuyucuya sunulmuştur. 1. Bölüm Tolstoy’un derlediği bu hadis kitapçığından oluşmaktadır. Kitapçığın ismi metodolojik olarak yanlış olduğu için daha sonra Hz.Muhammed olarak değiştirilmiştir.)

“Kalbimizde Allah’ın nuru vardır, onun adı da vicdandır.”

Tolstoy

Evrensel Tavsiye Tolstoy’un İslâm Peygamberi Hz. Muhammed’e açık hayranlığını önceki bölümlerde dile getirmiştik. Ona bu hayranlığı Hz. Muhammed’in hadislerini okuması kazandırmış ve bunun üzerine Hindistanlı İslâm düşünürü Sühreverdi’nin hazırladığı hadis kitabını incelemiştir. Okurken not alıp, Hz.Muhammed’den mahrum olan Rus halkına ve kendisini hemen her konuda örnek alan diğer okuyucu kitlesi ile dost ve arkadaşlarına da Hz. Muhammed’i tanıtmak ve sevdirmek istemiş olmalı ki, “evrensel tavsiye ve uyarılarla” dolu bu hadis kitapçığını veya risalesini hazırlamıştır. Hz. Muhammed’in sevgiye ait sözleri ve davranışları, hoşgörü, ahlâk, adalet, doğruluk ve daha birçok evrensel değerin yine Tolstoy’un ifadesiyle “aklı başında” bir insanı celp ve cezp etmemesi zaten düşünülemezdi. O da bu inceliği yakalamış, cihanın görüp göreceği en zeki ve duru vicdanlı insanlardan biri olarak, bu teşhis ve tespiti yapmış ve insanlarla paylaşacağını umut etmişti şüphesiz. İşte, dâhi yazarın bu dileği de bugün elinizde onun seçtiği bir demet hadisle ve bu kitapçıkla gerçekleşmiş oldu.

***

Hz. Muhammed

“Allah’ım Sana Olan Sevgimi Bana Bağışla”

“Hurma ağacının altında uyumuş olan Hz. Muhammed uyanınca, elinde bir kılıçla habersizce başucunda dikildi ve;

“Ey Muhammed, seni benden kim kurtaracak?” dedi.

Hz. Muhammed:

“Allah!” diye cevap verdi. Dü’sûr’un kılıcı yere düştü. Onu Rasülullah aldı ve;

“Asıl şimdi seni benden kim kurtaracak?” dedi.

Dü’sûr, “Hiç kimse!” dedi. Rasülullah onu serbest bıraktı ve “Kalk işine git” dedi. Dü’sûr giderken, “Sen benden daha hayırlısın” dedi. Resul-i Ekrem:

“Ben buna senden daha hak sahibiyim” dedi. Dü’sûr:

“Ben de Allah’tan başka ilâh olmadığına ve senin Allah’ın Resulü olduğuna şahadet ediyorum” diyerek Müslüman

oldu. Hz. Muhammed’in de en sadık arkadaşlarından biri oldu.”

* * *

“Allah’ım! Sana olan sevgimi, bana bağışla. Sevdiklerinin

sevgisini de kalbime koy. Öyle yap ki, ben senin layık

 

Tolstoy

bildiğin, sevdiğin işlerin uygulayıcısı olayım. Öyle yap ki, senin sevgini benim için, bana, aileme ve servetime olan sevgimden üstün eyle.”

“Allah’ım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli istiyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.”

* * *

“Hakikat insanlar için ne kadar acı olsa da, hakikati söyleyin!”

* * *

“Din kardeşin zalim de mazlum da olsa ona yardım et.”

Bir adam:

“Ya Rasülallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zalimse nasıl yardım edeyim, söyler misiniz?” dedi.

Resul-i Ekrem:

“Onu zulümden alıkoyar, zulmüne engel olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir” buyurdu.

* * *

“Kim bir hayır işlerse, ona onun on misli vardır veya daha da artırırım. Kim bir kötülük işlerse, ona da onun misli

vardır. Ya da tamamen affederim. Kim bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım; kim bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kim bana yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım. Kim bana hiçbir şeyi ortak koşmamak şartıyla dünya dolusu günahla gelirse, ben kendisini o kadar mağfiretle karşılarım.” 

* * *

“Allah’ım, beni miskin (fakir) olarak yaşat, miskin olarak ruhumu kabzet, kıyamet günü de miskinler zümresiyle

birlikte haşret.”

 

Hz. Muhammed Hz. Ayşe ileri atılarak sordu:

“Niçin ey Allah’ın Resulü?”

“Çünkü dedi, onlar cennete, zenginlerden kırk bahar önce girecekler.

Ey Ayşe! Fakirleri sev ve onları (rivayet meclisine) yaklaştır, ta ki kıyamet günü Allah da sana yaklaşsın.”

“Allah’ım! Beni fakirlerle yaşat, fakirlerle öldür ve fakirlerle birlikte haşreyle.”.

* * *

“Allah Teâlâ’nın en hoşuna giden şey, insanın, kendi çalışmasıyla elde ettiği azıcık kazancından, gücü yetmeyenlere

yardım etmesidir.”(7).

* * *

“Hiçbir kimse öfkesini yutmaktan daha güzel bir içki içmemiştir.”

* * *

“Sizden biriniz, kendisi için arzu edip istediği şeyi, din kardeşi için de arzu edip istemedikçe, gerçek anlamda iman

etmiş olmaz.”

* * *

“Cehennem, nefse hoş gelen şeylerle kuşatılmış; cennet ise, nefsin istemediği şeylerle çepeçevre sarılmışhr.”.

* * *

Allah Teâlâ buyurmuştur ki: “Ey insan! Yalnız benim kanunlarıma uysan, bana uyar ve benzersin. Diyorsun ki, “Bu

böyle olmuş, şöyle olacak…”

Yani insan, hayatın ve tabiatın kanunlarına uygun hareket etse, Allah Teâlâ’nın iradesine de uygun hareket etmiş

olur ve istediklerini elde eder.” (Abdullah El-Suhreverdi)

* * *

 

Tolstoy

“Çok fazla yiyip içerek kendi kalbinize yüklenmeyin.”

* * *

“Allah arzı yarattığı zaman, arz sallanmaya (tıpkı bir hurma ağacı gibi sağa sola) yalpalar yapmaya başladı, bunun üzerine dağlarla onu sabitleştirdi ve böylece arz istikrarını buldu. Melekler dağların şiddetine hayrette kaldılar.

“Ey Rabbimiz, dediler, dağlardan daha şiddetli bir mahlûk yarattın mı?”

“Evet, buyurdu. Demiri yarattım.”

“Demirden daha şiddetli bir şey yarattın mı?” dediler.

Hak Teâlâ: “Evet! Dedi. Ateşi yarattım.”

“Ateşten daha ağır bir şey yarattın mı?” diye yine sordular.

Hak Teâlâ: “Evet, dedi, suyu yarattım!”

“Sudan daha şiddetli bir şey yarattın mı?” dediler.

Hak Teâlâ tekrar cevap verdi: “Evet, rüzgârı yarattım.”

“Rüzgârdan daha şiddetli bir şey yarattın mı?” diye yine

sordular.

Hak Teâlâ: “Evet insanoğlunu yarattım” dedi ve devam

etti:

“Eğer o, sağ eliyle sadaka verir, sol eli görmeyecek kadar gizlerse (daha şiddetlidir).”

* * *

Allah Teâlâ buyurur: “Ben, gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim ve insanı yarattım.”

* * *

“Kimseyi kırma. Biri seni kırar ve ayıplarını, kötülüklerini açığa vurursa, sen de onun kötülüklerini açıklayıp yayma.”

* * *

 

Hz. Muhammed

“Allah Teâlâ bazı şeyleri farz kıldı, onları ihmal etmeyin. Bazı günahlara yaklaşılmaması için sınırlar koydu, o sınırları

aşmayın. Bazı şeyleri haram kıldı, o haramları çiğnemeyin.

Bazı şeyleri de unuttuğu için değil size olan merhameti sebebiyle dile getirmedi, onları da araştırıp kurcalamayın.”

* * *

“Kim Allah’ın yarattıklarına karşı merhametli olursa, Allah da ona merhametli olur. İnsanların iyilik ve kötülüklerine

bakmayarak onlara iyilik et. Başkalarına iyilik yap ki kötülüklerine engel olasın” 

* * *

“Hz. Muhammed’den sordular ki:

“Dinin esası ne üzerine kurulmuştur?” O da şöyle cevap verdi:

“Kendiniz için istediğinizi başkaları için de isteyin; kendiniz için istemediklerinizi başkaları için de istemeyin.” 

* * *

“Bir Müslüman’ın samimiyetinin ölçüsü, onun gücünün yetmediği şeylerde çaresiz kalmasıdır.” 

* * *

“Allah Teâlâ, her iki tarafına duvarlar yapılmış birtakım yollar yapmış, duvarların üzerlerinde perdeler asılmış, açık

kapılar kurulmuş, bir yol yapmıştır. Bu yolun başlangıcında durmuş bir bekçi, kapılara doğru gidenlere şöyle diyor:

“Doğruca gidin ve hiçbir tarafa sapmayın.” Sonra yukarıda duran bekçi: “Şu kapıdan içeri girmeyin, yoksa içine düşersiniz.”

Bu yol, hayat yoludur. Açık kapılar Allah Teâlâ tarafının tehlikeli görülmüş amellerdir. Kapıları kapatan perdeler Allah’ın koyduğu sınırlardır. Birinci bekçi Allah’ın kelâmıdır.

İkinci bekçi ise, her insanın kalbindeki Allah korkusudur.”

 

 

Bir adam; “Sırat-ı müstakim (doğru yol) nedir?” diye sordu. Hz. Peygamber ona şu cevabı verdi:

“Hz. Muhammed, bizi sırat-ı müstakimin bir başında bıraktı.

Bunun öbür ucu ise cennete ulaşmaktır. Bu ana yolun sağında ve solunda başka tali yollar da var. Bunlardan her

birinin başında bir kısım insanlar durmuş oradan geçenleri kendilerine çağırıyorlar. Kim bu dış yollardan birine saparsa, yol onu ateşe götürecektir. Kim de sırat-ı müstakime (dosdoğru yola) giderse, o da cennete ulaşacaktır.” İbnu Mes’ud bu açıklamayı yaptıktan sonra şu âyeti okudu: “İşte bu benim sırat-ı müstakimimdir, buna uyun. Başka

yollara sapmayın, sonra onlar sizi Allah’ın yolundan ayırırlar…”

* * *

“Her Müslüman’ın sadaka vermesi gerekir” buyurdu.

Kendisine:

“Ya bulamayan olursa?” diye soruldu.

“Eliyle çalışır, hem şahsı için harcar, hem de sadaka verir” cevabını verdi.

“Ya çalışacak gücü yoksa?” diye soruldu.

“Bu durumda, sıkışmış bir ihtiyaç sahibine yardım eder” dedi.

“Buna da gücü yetmezse?” dendi.

“İyiliği veya hayrı emreder” dedi.

“Bunu da yapmazsa?” diye tekrar sorulunca:

“Kendini başkasına kötülük yapmaktan alıkoyar. Zira bu da bir sadakadır” buyurdu.

* * *

“Şehvetle bakmak zinadır. Erkek olan meclise bir kadının kendini göstermek için süslenip gitmesi ve ihtirasla bakması da zinadır.”

* * *

 

Hz. Muhammed

Vâbisa İbni Ma’bed diyor ki, Resul-i Erkem’in huzuruna varmıştım. Bana:

“İyiliğin ne olduğunu sormaya mı geldin?” dedi.

“Evet” dedim. O zaman şunları söyledi:

“Kalbine danış.”

“İyilik, kalbin uygun gördüğü ve yapılmasını onayladığı şeydir. Günah ise içini tırmalayan ve başkaları sana yap diye

nice nice fetvalar verse bile içinde şüphe ve tereddüt uyandıran şeydir.”(

“Siz, kendi dininize sahip çıkmadıkça Allah’ın saltanatına varis olamayacaksınız ve birbirinizi sevmedikçe isteğinize

kavuşamayacaksınız.” 

* * *

“Mülayimlik ve itaat, imanın alâmetleri; boşboğazlık ve cerbezeli konuşmalar ikiyüzlülüğün alâmetleridir.” 

* * *

“Zalimlerle birlikte olmaktansa, kendi başına, yalnız kalmak daha iyidir. Kendi kendine olmaktansa hayırlı insanlarla

birlikte olmak daha iyidir. İlim öğrenmek isteyene ilim öğretmek susmaktan iyidir. Boş konuşmaktansa susmak iyidir.” 

* * *

“Öfkesini açığa vurmaktan çekinip, onu boğanları Allah daima mükâfatlandırır.” 

* * *

“Herkesin ameli, onun davranışlarındaki niyetine göre değerlendirilir. (Ameller niyetlere göredir)”  

* * *

“Allah Teâlâ, kendi kazancıyla yaşayanları, kendisine dost yapar.”.

* * *

 

Tolstoy

“Gerçek üzere olan o kimsedir ki, kötülüğe karşı sabırlıdır ve kırılmayı unutur.” 

* * *

“Gerçek tevazu, bütün iyiliklerin başıdır.” 

* * *

“Tevazu ve anlayış olmadan iman olmaz.” 

* * *

“İyilikleri paylaşma konusunda ısrarlı olun.” (

* * *

“Ben ışığa doğru koştum, ışıkta da yaşıyorum.”

* * *

“En hayırlınız odur ki, iyilik bulunca Allah’a şükreder, kötülüğe maruz kalınca sabreder. O daima Allah tarafından

mükâfatlandırılır.” 

* * *

“Doğru yolu bulmuş insanlar, tartışmaya girmeselerdi bu yoldan sapmazlardı.” 

* * *

“Allah’ın en büyük düşmanları, mü’min oldukları halde haksız yere zulmedip cana kıyanlardır.” .

* * *

“Kabir, ahiret menzillerinin ilkidir.”(38)

* * *

“En mukaddes savaş, insanın (nefsine) kendine galip gelmesidir.” 

* * *

 

Hz. Muhammed

“Bir saat çalışmak, bir yıl keyif çekmekten iyidir.” (40).

* * *

“İbadet, dua eden mü’minin ruhunun yükselmesi ile Allah’a kavuşmasıdır.” 

* * *

“Ölüm bir köprüdür, dostu dosta kavuşturur.” (

****

“Fakirliğim, benim övünç kaynağımdır.” (

* * *

“Mü’min, Allah’a sadık olarak, onun hükmüne ve rahmetine razı, ümitle yaşar.” (

* * *

“Gözlerin zinası bakmaktır, dilin zinası konuşmaktır. Nefis de temenni eder ve iştah duyar. Uzuvlar da bunu doğrular

veya yalanlar.”

* * *

“Allah Teâlâ’nın en sevmediği şey, erkek veya kadınların ibadetlerinde gösteriş yapmasıdır.” 

* * *

“Allah Teâlâ, kendi kazancıyla geçinenlere merhamet eder, dilenerek geçinenlere değil.” 

* * *

“Kim daha çok sıkıntı içindeyse, onun mükâfata da bir o kadar büyük olur. Kim daha fazla belâlara maruz kalmışsa

onun mükâfatı daha fazladır. Gerçekten Allah Teâlâ, kimi daha çok severse onu daha fazla belâlara uğratır.” (

* * *

 

Tolstoy

Hz. Muhammed namazını kılınca arkasından âdeti olarak şöyle dua ederdi:

“Allah’ım! Sana imanımın sağlamlığı için dua ediyorum. Doğru yolla gideceğime hazır olduğum için dua ediyorum.

Senin merhametine ve yardımına güvenerek sana secde ediyorum. Sana dua ediyorum ki, beni hatalarımdan temizleyip, temiz bir kalp, doğruyu konuşan bir dil verdin. Sana dua ediyorum ki, bana iyilik yapmayı tavsiye edip kötülükten ve hatalardan koruyorsun. Senden gizli ve açık yaptığım günahlarımı bağışlamanı istiyorum.” 

* * *

Biliyor musunuz ki, bizim dinimizin aslını bozup onu düşüren nedir?

“Tefsirci ve tahlilcilerin yanlışları; riyakâr nakilcilerin yozlaştırıp tartışmaları ve yoldan sapmış hükümdarların

buyruklarıdır.”

* * *

“Kadın erkeğin ikinci parçasıdır.”

* * *

“İlim, unutulursa kaybolur, liyakatsizlerin elinde yok olur. Gerçek âlim odur ki, bilgisini hayata tatbik eder.” 

“Allah Teâlâ ilmi insanların hafızalarından silip unutturmak suretiyle değil, fakat âlimleri öldürüp ortadan kaldırmak

suretiyle alır. Neticede ortada hiçbir âlim bırakmaz. İnsanlar bir kısım cahilleri kendilerine lider edinirler. Onlara

birtakım meseleler sorulur; onlar da bilmedikleri halde fetva verirler. Neticede hem kendileri sapıklığa düşer, hem de insanları saptırırlar.” 

33

Hz. Muhammed

“Fazla geçmez bir zaman gelir ki, kendi dininizin adından

başka bir şey kalmayacak. Kur’an’dan, onun görüntüsünden

başka bir şey kalmayacak. O zaman camilerde artık

ilim ve din öğrenilmeyecek, Allah’a kulluk yapılmayacaktır.

Din adamları, ilim adamları, insanların en kötüsüne dönecek,

münakaşa ve münazaralar onlardan çıkacak ve insanlar

dinden çıkıp geri dönecekler.” (54).

* * *

“İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır. İlmi, ehil olmayana

öğretmek, domuzların boyunlarına cevher, inci ve altın

takmaya benzer.” (55).

* * *

“İlim üç şekilde olur: Bunlardan biri, şüphesiz gerçektir,

onun ardınca git. Diğeri yoldan çıkarır, ondan sakın. Üçüncüsü

ise, bilinmeyen konulardadır, bunun da cevabını Allah’ın

indinde ara.” (56).

* * *

“Mü’minler ölmezler. Onlar yalnız fani dünyadan ebedi

âleme göçerler.” (57).

* * *

“Gerçek mü’min, iyi günleri için Allah’a şükreder, başına

bir belâ geldiği zaman da Allah’a sığınır.” (58).

* * *

“Allah’a tevekkül et (güven), ancak deveni sağlam kazığa

bağlamayı da ihmal etme.” (59).

* * *

“Dünya ve dünyanın bütün nimetleri değerlidir. Ancak onun

nimetleri içinde en değerlisi, Saliha (iyi) kadınlardır.” (60).

* * *

34

Tolstoy

“Biliyorum ki, ‘Allah’tan başka her şey fanidir.’ Sözünü

‘Lebid’den başka kimse söylememiştir.” (61).

* * *

“Doğruluğa sığının, yalandan kaçının!” (62).

* * *

“Gerçek mü’mine, kimseyi rezil etmek, yaramaz işler yapmak,

bir kazanç sağlamayan sözler söylemek yakışmaz.” (63).

* * *

“İnsanların kusurlarını, özellikle böyle kusurlar kendinde

varsa, onların yüzüne vurmaktan sakın!” (64).

* * *

“Daha fazla susup, ruhun hayra (iyiliğe) yönelmesine

kavuşmaktan daha güzel bir şey yoktur.” (65).

* * *

“Konuşunca doğru söyleyin; söz verince yerine getirin;

borçlarınızı ödeyin; kendi fikir ve işlerinizde sapıklığa düşmeyin;

ellerinizi israftan ve kötü şeylerden koruyun.” (66).

* * *

“Allah Teâlâ, halim selim, saygılı ve mütevazı olmayı

emrediyor ki, kimse başkasına zulmetmesin.” (67).

* * *

“O kimse ki, bizi zulmetmeye çağırır, o bizden değildir.

Kendi halkını cehalette, yalan içinde bırakanlar da bizden

değildir. Kendi halkını zorluğa ve sıkıntıya maruz bırakanlar

da bizden değildir.” (68).

* * *

“Muhabbet, insanı sevdiğine karşı sağır ve dilsiz yapar.” (69).

* * *

35

Hz. Muhammed

“Kendisi için istediğini, mü’min kardeşi için de istemeyen

gerçek mü’min değildir.”(70).

* * *

“Müslüman, diğer Müslümanların elinden ve dilinden

zarar görmediği kimsedir. Mü’min de, halkın, can ve mallarını

kendisine karşı emniyette bildikleri kimsedir.”(71).

* * *

“Diliyle insanları kıranları, ibadetleri temizlemez.”(72).

* * *

“Namaz kılıp oruç tutmaktan ve iyilik etmekten daha

güzeli nedir bilir misiniz?

Dargınları barıştırmak. Çünkü kin, nefret ve düşmanlık

insanı Allah’ın vereceği her mükâfattan mahrum eder.”(73).

* * *

“Allah Teâlâ, akıl ve zekâdan daha güzel, daha iyi bir

şey yaratmamıştır. İnsanlara verdiği serveti de onların hatırına

veriyor. Allah’ı anlamak da zekâdan doğar.”(74).

* * *

“Allah Teâlâ, kendisi mülayimdir ve mülayim davranır.

O, mülayimlere verdiğinden, sert ve haşin kimselere vermez.”

(75).

* * *

“Güçlü, azametli (kuvvetli) insanlardır ki, insan liyakatini

azaltmaz. Aksine kendi gazabından çekinir.”(76).

* * *

“Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil, gönül tokluğudur.”(

77).

* * *

36

Tolstoy

Abdullah İbnu Mes’ûd şöyle dedi:

“Rasülullah bir hasır üzerinde yatıp uyumuştu. Uykudan

uyandığında, hasır vücudunun yan tarafında iz bırakmıştı.

Biz:

“Ya Rasülallah! Sizin için bir döşek edinsek, dedik. Bunun

üzerine Resul-i Ekrem:

“Benim dünya ile ilgim ne kadar ki? Ben bu dünyada bir

ağacın altında gölgelenen, sonra da oradan kalkıp giden binitli

bir yolcu gibiyim” buyurdular.”(78)

* * *

“Kendinizden fazla zengin ve güzel insanları seyrederken,

kendinizden aşağıda olanları da unutmayın.” (79).

* * *

“Sizden biri, mal ve yaratılışça kendisinden üstün olana

bakınca, nazarını bir de kendisinden aşağıda olana çevirsin.

Böyle yapmak, Allah’ın üzerinizdeki nimetini küçük görmemeniz

için gereklidir.” (80).

* * *

“Bir adam gelerek;

“Ey Allah’ın Resulü! Ben seni seviyorum” dedi. Rasülullah:

“Ne söylediğine dikkat et!” diye cevap verdi. Adam:

“Vallahi ben seni seviyorum!” deyip, bunu üç kere tekrar

etti.

Rasülullah, bunun üzerine adama:

“Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni

sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha süratli gelir.” (81)

* * *

“İnsanın her bir eklemi için her Allah’ın günü bir sadaka

vermesi gerekir:

37

Hz. Muhammed

İki kişinin arasını bulman, (haklarında adaletle hükmetmen)

bir sadakadır.

Bir kimseye bineğine binerken yardımcı olman veya yükünü

hayvanına yüklemesine yardım etmen bir sadakadır.

Güzel bir söz söylemek sadakadır.

Namaza giderken attığın her adıma bir sadaka sevabı

vardır.

Gelip geçenleri rahatsız eden bir şeyi yoldan alıp atman

bir sadakadır.”(82).

* * *

Allah Teâlâ şöyle buyurdu: “Her kim (ihlâs ile bana kulluk

eden) bir dostuma düşmanlık ederse, ben de ona karşı

savaş ilân ederim. Kulum kendisine farz kıldığım şeylerden,

bence daha sevimli herhangi bir şeyle bana yakınlık kazanamaz.

Kulum bana (farzlara ilâveten işlediği) nafile ibadetlerle

durmadan yaklaşır, nihayet ben onu severim.

Kulumu sevince de (adeta) ben onun işiten kulağı, gören

gözü, tutan eli ve yürüyen ayağı olurum. Benden her ne isterse,

onu mutlaka veririm; bana sığınırsa, onu korurum.” (83).

* * *

“Yerin sürtünme kuvvetiyle demiri temizlediği gibi, Allah

Teâlâ’yı bilip iman etmek de insanın kalbini temizler.” (84)

* * *

“Her bir maruf (iyilik) sadakadır.” Başka bir rivayette:

“Kardeşini güler yüzle karşılaman, kendi kovandan kardeşinin

kabına su vermen de birer maruftur (iyiliktir).” Şeklindedir.

(85).

* * *

38

Tolstoy

“(Bir keresinde) Rasülullah’a (ayrı düştüğü) çocuğuna

duyduğu özlemden dolayı rastladığı her çocuğu kucaklayan,

göğsüne bastırıp emziren bir kadının da aralarında bulunduğu

bir esir grubunu getirdiler. Resul-i Ekrem çevresindekilere

(o kadını işaretle):

“Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?”

diye sordu.

“Asla, atmaz!” dedik.

Bunun üzerine Hz. Peygamber:

“İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan

şefkatinden daha merhametlidir” buyurdu. (86).

* * *

“Herkes için yaratılan bir şeyi yalnız kendi hesabına kullanan

kimse, suçlu ve kanun karşısında sorumludur.” (87).

* * *

“İşçinin hakkını alnının teri kurumadan (yorgunluğu

geçmeden) veriniz.”(88).

* * *

“İnsanlara nezaketli ol, kabalık etme. Onlarla iyi geçin,

onlardan nefret etme. Sana Yahudiler ve Hıristiyanlar rast gelip

cennetin anahtarını sorsalar, onlara anlat ki, cennetin anahtarı,

‘Allah’ın varlığına ve birliğine, şahadet etmektir’ de.” (89).

* * *

“Kardeşine karşı göstereceğin tebessümün bir sadakadır.

İyiliği emredip kötülükten sakındırman sadakadır. Yolunu

kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü sakat

kimse için görüvermen sadakadır; yoldan taş, diken, kemik

(gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kovandan kardeşinin

kovasına su boşaltman sadakadır.”(90).

* * *

39

Hz. Muhammed

“İnsanlara merhamet edin ki, Allah da size merhamet etsin!”

(91).

* * *

“Bir insanı güzel bir sözle teselli etmek, başkasına hak

ve adaleti sevdirmek, yazılı talimatlara, istemeyerek ve isteksizce

riayet etmekten iyidir.” (92).

* * *

“Hükmünüzde olan alaycıyı/tahkirciyi affetmeniz, Allah

karşısında fazla derecede değerlendirilir.” (93).

* * *

40

Tolstoy

Kaynaklar

(1) Ahmet Davudoğlu, Sahih-i Müslim tercüme ve şerhi, X, 55; İsmail

Mutlu, Peygamberimizin Mucizeleri, s. 420.

(2) Tirmizi, Da’avât 74, (3485).

(3) Tirmizi, Fiten 26, (2192).

(4) Buhârî, Mezalim 4; İkrah 6. Ayrıca bk. Tirmizî, Fiten 68.

(5) Müslim, Zikir 22.

(6) Tirmizi, Zühd (2353).

(7) Karş: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C.II, s. 290;

317.

(8) Karş: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C.V, s.

325-337.

(9) Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyamet 59; Nesâî,

İman 19,33; İbnu Mâce, Mukaddime 9.

(10) Buhârî, Rikak 28; Müslim, Cennet 1; Ebû Dâvûd, Sünnet 22;

Tirmizî, Cennet 21; Nesâî, Eymân 3.

(11) Kaynağı bulunamadı.

(12) Benzerleri için bkz: Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm,

C.IV, s. 363-376.

(13) Tirmizi, Tefsir, Muavvizateyn 2, (3366).

(14) el-Acluni, Keşfü’l-Hafa, II, 132 (2016).

(15) Kaynağı bulunamadı

(16) Dârekutnî, es-Sünen, IV, 184. Ayrıca bk. Hâkim, el-Müstedrek,

IV, 115″(15)

(17) Karş: Tirmizi, Birr 16, (1925); Ebü Dâvud, Edeb 66, (4941).

(18) Karş: Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19,

(3,115); Tirmizî, Sıfatu’l-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9,

(66).

(19) Kaynağı bulunamadı.

41

Hz. Muhammed

(20) (En’âm, 6:152) (Ayet, Rezîn İbnu Muâviye’nin ilâvesidir).

(21) Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55, (1008).

(22) Ramuzü’l-Ehadis, 2: 341 (6). Karş: Buharî, isti’zân 12, Kader 9;

Müslim, Kader 20, (2657); Ebü Davud, Nikâh 44, (2152).

(23) Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 227-228; Dârimî, Büyü’ 2.

(24) En yakın için bkz: Tirmizi, Kıyamet 46, (2490); Müslim, Cennet

63, (2865).

(25) Bkz. Kars: Tirmizi, Kıyamet 46, (2490); Tirmizî, Birr 77,

(2019).

(26) Karş: Tergib ve Terhi Tercümesi (Hadislerle İslâm), IV, 431-

446.

(27) Taberani, Mucemü’s-Sağir Tercüme ve Şerhi (İsmail Mutlu),

c. II, s. 289.

(28) Buhârî, Bed’ü’l-vahy 1, îmân 41, Nikâh 5, Menâkıbu’l-ensâr

45, İtk 6, Eymân 23, Hiyel 1; Müslim, İmaret 155. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd,

Talâk 11; Tirmizî, Fezâilü’l-cihâd 16; Nesâî, Taharet 60; Talâk 24,

Eymân 19; İbni Mâce, Zühd 26

(29) En yakın için bkz: Mürşid, 3.0, Hadis no: 7212.

(30) En yakın için bkz: Buharî, Tefsir, Hâ-mim, es-Secde (Fussilet)

1.

(31) En yakın için bkz: Tirmizî, Birr ’77, (2019).

(32) En yakın için bkz: Tirmizî, Birr ’77, (2019).

(33) Kaynağı bulunamadı.

(34) Kaynağı bulunamadı.

(35) Müslim, Zühd 64, (2999).

(36) Tirmizî, Tefsir, Zuhruf, (3250); İbnu Mâce, Mukaddime 7.

(37) Kaynağı bulunamadı.

(38) Tirmizi, Zühd 5, (2309).

(39) Fedâiıu’l-Cihad 2, (1621).

(40) Kaynağı bulunamadı.

(41) En yakın için bkz: Tirmizî, Daavât 112, (3542).

(42) Süyuti, Kabir Âlemi Tercümesi, s. 39.

(43) En yakın için bkz: Tirmizi, Zühd 36, (2351).

(44) Kaynağı bulunamadı.

(45) Buharî, isti’zân 12, Kader 9; Müslim, Kader 20, (2657); Ebü

Davud, Nikâh 44, (2152).

(46) Karş: Buharî, Tefsir, Nun ve’1-Kalem 2, Tefsir, Nisa 8, Tevhid

24; Müslim, İmân 302, (183).

(47) Kaynağı bulunamadı.

(48) Kars: Muvatta, Kelâm 8, (2,986); Tirmizi, Züht 57, (2400).

42

Tolstoy

(49) Karş: Buhâri, Teheccüt 1, Daavât 10 Tevhid 8, 24, 35; Müslim,

Salâtu’l-Müsâfirin 199, (769); Muvatta, Kur’ân 34, (1, 215, 216); Tirmizi,

Daavât 29, (3414); Ebü Dâvud, Salât 121, (771); Nesâi, Kıyâmu’1-Leyl 9,

(3,209,210).)

(50) Benzer bir hadise rastlanmadı.

(51) Kaynağı bulunamadı.

(52) Karş: Buhari, İlim 34, İ’tisam 7; Müslim, ilm 13, (2573); Tirmizi,

ilm 5, (2654).

(53) Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13. Ayrıca bk. Buhârî, İ’tisâm 7;

Tirmizî, İlim 5; İbni Mâce, Mukaddime 8

(54) Kaynağı bulunamadı.

(55) İbnu Mace ve diğerleri, Tergib ve Terhi Tercümesi (Hadislerle

İslâm), C. I, S. 129.

(56) Kaynağı bulunamadı.

(57) Kaynağı bulunamadı.

(58) Müslim, Zühd 64, (2999).

(59) Tirmizi, Kıyamet 61, (2519).

(60) Müslim, Radâ’ 64, (1467); Nesai, Nikah 15, (6, 69).

(61) Kaynağı bulunamadı.

(62) Karş: Tirmizi, Kıyamet 61, (2520); Nesai, Eşribe 50, (8, 327,

328).

(63) Karş: Tirmizî, Tefsir, Hucurat (3264); Ebu Dâvud, Edeb 71,

(4926).

(64) Karş: Buhari, Edeb 57, 58; Müslim, Birr 28-34, (2563 – 2564);

Ebu Dâvud, Edeb 40, 56, (4882, 4917); Tirmizi, Birr 18, (1928); 85,

(2033).

(65) Kaynağı bulunamadı.

(66) Karş: Buhâri, İman 24, Mezâlim 17, Cizye 17; Müslim, İman

106, (58); Ebu Dâvud, sünnet 16, (4688); Tirmizi, İman 14, (2634); Nesâi,

İman 20, (8,116).

(67) Karş: Buhârî, İstitâbe 4, İsti’zân 22, Edeb 35; Müslim, Birr 48,

Selâm 10. Ayrıca bk. Tirmizî, İsti’zân 12; İbni Mâce, Edeb 9.

(68) En yakın için bkz: Müslim, İman 164, (102); Tirmizî, Büyü 74,

(1315); Ebu Dâvud, Büyü, 52, (3452); İbnu Mâce, Ticarât, 36, (2224). Metin,

Müslim’inkidir.

(69) Ebu Dâvud, Edep 125, (5150).

(70) Buhârî, İman 6; Müslim, İman 71, (45); Nesâî, İman 19, (3,

115); Tirmizî, Sıfatui-Kıyamet 60, (3517); İbnu Mâce, Mukaddime 9,

(66).

(71) Tirmizî, İman 12, (2629); Nesâî, İman 8, (8,104,105).

(72) Karş: Tirmizi, Birr 85, (2033).

43

Hz. Muhammed

(73) Karş: Tirmizî, Salât 266, (360); Müslim, Birr 36, (2565); Muvatta,

Hüsnü’]- Hulk 17, (2, 908); Ebu Dâvud, Edeb 55, (4916); Tirmizi, Birr

76, (2024).

(74) Kaynağı bulunamdı.

(75) Karş: Buhârî, İstitâbe 4, İsti’zân 22, Edeb 35; Müslim, Birr 48,

Selâm 10. Ayrıca bk. Tirmizî, İsti’zân 12; İbni Mâce, Edeb 9.

(76) En yakın için bkz: Buhari, Edeb 76, Müslim, Birr 107, (2760);

Muvatta, Hüsnü’1-Halk 12, (2,906).

(77) Buhârî, Rikak 15; Müslim, Zekât 130. Ayrıca bk. Tirmizî,

Zühd 40; İbni Mâce, Zühd 9.

(78) Tirmizî, Zühd 44.

(79) Buhari; Rikâk 30; Müslim, Zühd 8, (2963); Tirmizi, Kıyamet

59, (2515).

(80) Buhari; Rikâk 30; Müslim, Zühd 8, (2963); Tirmizi, Kıyamet

59, (2515).

(81) Tirmizi, Zühd 36, (2351).

(82) Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72,128; Müslim, Zekât 56. Ayrıca bk.

Müslim, Müsâfirîn 84, Ebû Dâvûd, Tatavvu 12, Edeb 160

(83) Buhârî, Rikak 38

(84) Kaynağı bulunamadı.

(85) Buhârî, Edeb 33; Müslim, Zekât 52, (1005); Ebu Dâvud, Edeb

68, (4947); Tirmizî, Birr 45, (1971).

(86) Buhârî, Edeb 18; Müslim, Tevbe 22. Ayrıca bk. Ebû Dâvûd,

Cenâiz 1; İbni Mâce, Zühd 35.

(87) En yakın için bkz: Buhâri, İstikrâz 2; Buhârî, Hums 7.

(88) Tergib ve Terhib Tercümesi: Hadislerle İslâm, C. IV, s. 169.

(89) Kaynağı bulunamadı.

(90) Tirmizi, Birr 36, (1957).

(91) Buhâri, Tevhid 2, Edeb 27; Müslim, Fedail 66, (2319); Tirmizi,

Birr 16, (1923).

(92) Kaynağı bulunamadı.

(93) Kaynağı bulunamadı.

44

2. BÖLÜM

MEKTUPLAR

Hz. Muhammed’in Öğretileri

Rus yazarı L. N. Tolstoy, 1908 yılında, ‘Abdullah El-Sühreverdi’nin

Hindistan’da yayımlanmış ‘Hz. Muhammed’in

Hadisleri’ kitabını okumuştur. Tolstoy, okuduğu hadislerden

bir kitapçık tertip etmiş, bunu Rusya’nın ‘Posrednik’ adlı yayınevinde

(1908 Ekim) “Muhammed’in Kur’an’a Girmemiş

Hadisleri” ismini koyarak bastırmıştır. Tolstoy’un kendisi

bir dindar olarak çeşitli dinî konulan iyi biliyordu. Onun İslâm’a

bakışı, özellikle 15 Mart 1909 yılında, Azeri kökenli

General İbrahim Ağa ile evli olan Rus asıllı bayan Yelena Vekilova’ya

yazdığı mektuptan da anlaşılıyordu.

Dönemin Rusya’sında, çocukların, kendi halkının (Azeri-

Türk toplumu) huzuru için İslâm’ı kabul etmek istemeleri

halinde; anne ve baba farklı dine mensup dahi olsa çocuklarının

din değiştirmeleri konusunda baskı yapmazmış. Yelena

Vekilova, bu yaklaşımdan hareketle durumu düşüncelerine

değer verdiği çağdaşı Tolstoy’a bildirip çocuklarının kimliklerine

hangi dinî yazdırmasının daha iyi olacağını, “bu konuda

ne tavsiye edersiniz, acaba ben ne yapayım?” diyerek

danışmıştır. Tolstoy da bu çağrıya cevap vermekte gecikmemiştir.

47

Hz. Muhammed

‘En son ve en büyük din olan İslâm…’

Tolstoy

Tolstoy’un Cevap Mektubu

“… Muhammediliğe, Provoslav (Rusya’da Hıristiyanlığın

bir kolu) dininden daha fazla önem vermelerine gelince,

ben bütün kalbimle buna katılıyorum. Bunu söylemek ne kadar

tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan

(Hıristiyanlıktan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor.

Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında

olan her Provoslav (Hıristiyan) ve her bir insan, şüphe ve tereddüt

etmeden Muhammediliği; tek Allah’ı ve onun Peygamberini

kabul ederdi.

Neden? Çünkü zor ve anlaşılmaz bir ilâhiyatçılık olan Toritsa(*)

(Baba-Oğul ve Kutsal Ruh), sırlarla dolu Meryem Ana,

Mukaddesler ve onların resimleri, tasvirleri ve zor ayinlerle dolu…

Başka türlü de olamazdı. Yani Muhammediliğin, dinî öğretilerin

aslının yerine geçen birçok batıl inançların, kilise inançlarına

çevrildiği bir dönemde, kilise inancından yüksekte durmaması

mümkün değildi. Şuna dikkat edelim ki:

Muhammedilik, Hıristiyanlıktan 600 yıl sonra ortaya

çıkmıştır. Dünyada her şey gelişiyor, mükemmelleşiyor. Her

bir insanın geliştiği gibi bütün insanlık da gelişip mükemmelleşiyor.

İnsan hayatının anlamı, esası, onların dinî anlayışları-

(*) – Rusça bir kelime olan Troitsa, teslis yani üçleme demektir. Hıristiyanlıktaki

teslis inancı, Baba (Allah), Oğul (Hz. İsa) ve Kutsal

Ruh’tan (Meryem) oluşur.

48

Tolstoy

dır. Dinin mükemmelleşmesi ise, onun anlaşılmasını kolaylaştırmaktan

ve her türlü gizli kalan düşünceleri açıklamaktan

ibarettir.

Dini değerlerin ve gerçeklerin perde arkası, karanlık yerlerinin

açıklanıp aydınlatılması, en eski devirlerden beri insanlığın

büyük düşünürleri tarafından yapılmış, hayata geçirilmiştir.

Onların, bütün büyük dinlerin esaslarını koydukları

hesap edilmiştir. Her şeyden önce bizce bilinen dinlerin, böyle

yani dinin en yüksek değerleri, “Veda”nın (Hinduizm) kitaplarında,

daha sonraları Hz. Musa’nın, Buda’nın, Konfüçyüs’ün,

Lao-Tse’nin, Hz. İsa’nın ve Hz. Muhammed’in öğretilerinde

verilmiştir. Yani dinlerin bütün kurucuları, dinî eski

anlamından çıkarmış onları daha derin, daha kolay ve akla uygun

hale getirenler de insanlar idiler. Ancak yine de “insan”

idiler ve bu yüzden de gerçeği, onu bütün aydınlığı, derinliği

ve eskiden kalan herhangi bir yanlışlıktan temizlenmiş halde

ifade edememişlerdir.

Düşünsek ki, bu insanlar yanlış yapmıyorlardı ve onun

için onların kendilerinin çok aşağısındaki öğrencileri, gerçeği

derinliğiyle kavrayarak, tabii ki süslemek amacıyla, herkese

göre geçerli hale getirmek için birçok lüzumsuz ve özellikle de

tuhaf şeyler ilave ederek çevirmişlerdir. Bunun sonucunda da

insanların birçok gerçeği görmesi zorlaşmıştır. Dinler ne kadar

incelenirse, bir o kadar fazla ilâhiyatçının açıkladığı gerçeklerin

böyle aslından uzaklaştırılıp değiştirilmesi ise gerçeklerin

yüzünü örter, karartır.

Bu konularda en eski dinlerde her şeyden fazla tuhaflıklar ve

her çeşit batıl inançlar, uydurmalar (hurafeler) vardır ki, bunlar

da doğruyu saklıyor, perdeliyor. Bu da, ağırlıklı olarak eski dinlerden

olan Budizm, Brahmanizm, Konfüçyüs dininde Taoizm gibi

beşeri dinlerle Hıristiyanlık ve Musevilikte ve çok az da olsa en

son ve en büyük din olan İslâm’da da vardır… “(*)

(*) – Tolstoy’un, 15 Mart 1909’da Yelana Vekilova’ya yazdığı mektup;

“Literaturniy Azerbaydjan” Dergisi, No: 12,1978, sayfa 114.

49

Hz. Muhammed

‘Kalbimizde Allah’ın nuru vardır,

onun adı da vicdandır.’

Tolstoy

Lev Tolstoy’a Mektup

Aradan altı yıl geçer. Ancak ne İbrahim Ağa’nın baba

yüreği sakinleşir ne de Yelena Vekilova’nın ana kalbinin rahatsız

çarpıntıları kesilir. Onların intizarının esas sebebi,

oğullarının hangi dine hizmet edeceğidir. Allah, onlara

üçüncü evlâdı da vermiştir. Kızları Reyhan da artık on üç yaşındadır.

“Nereye gidip kimden akıllı bir maslahat almalı?”

diye düşünmektedirler. Resmî devlet daireleri ve din adamları,

içinden çıkılmaz bir duruma düşen aile meselesine bu

yönde bir yardım edememektedir.

General İbrahim Ağa’nın Petersburg Teknoloji Enstitüsü’nde

tahsil yapan büyük oğlu Boris (Faris)’i ve Moskova’daki

Alekseyev Askeri Okulu’nda subay olan kardeşi

Qlebi (Galip)’i de düşündüren ciddi bir durum söz konusudur:

“Biz kimiz, hangi millete mensubuz? ” şeklindeki inanç

sorgulaması…

Bu açıklanamaz sorgulamalar karşısında iki kardeş sık

sık anne ve babaya müracaat edip sorunlarına çare arıyorlardır.

Evlâtlardan Fâris (Boris) Vekilov bakın bu durumu nasıl

anlatıyor;

50

Tolstoy

“Benim yaşım 19 olmuştu. Ders meşguliyetleri ile beraber

Muhammed’in dinine geçme fikri de beni bırakmıyordu.

1904 – 1905 yıllarındaki şartlar bu niyetimin hayata geçmesine

yardım etmeliydi. Kötü niyetli Rus – Japon savaşı, halk

kitleleri arasındaki inkılâbı ruh haliyle Çar hükümetini bazı

liberal kararlar almaya mecbur etmişti.

1904 yılında “Din özgürlüğü hakkında manifesto (karar)”

yayınlandı. Herhangi bir sebepten dolayı ana baba dininden

dönmüş olanlara tekrar o dine dönmeye izin verilmişti,

insana öyle geliyordu ki, uygun dilekçe vermek yeterliydi

ki konu hallolsun. Tecrübeli insanlar, olan ebeveynim

Petersburg’a gelişimin ilk yılında Pravoslav (Hıristiyan) dininin

savunucularının aracısız yakınlığında bu meseleyi kaldırmaya

maslahat görmediler. Annemin Lev Tolstoy’a yazdığı

mektupta da dikkatli davranması düşüncesi hakimdi. Hoş

olmayan olaylardan yakayı kurtarmak için niyetimin hayata

geçirilmesini bir o kadar geciktirdik. Babam (İbrahim Ağa

Vekilov) ve annem Yelena Vekilova şu karara varmışlar ki,

anlayışlı yazar Lev Tolstoy’dan başka hiç kimse bu ciddi aile

meselesine akıllı bir cevap veremezdi.”

2 Mart 1909 yılında, anne Yelena Vekilova, Tiflis’ten

Tolstoy’a bir mektup yazar ve aile bireylerinin inanç arayışlarını

anlatır.

“Bizim çok sevdiğimiz hocamız Lev Nikolayeviç!

Mektubumla sizi rahatsız ettiğim için, size karşı özür dileyecek

söz bulamıyorum. Biliyorum ki, benim gibi sizden akıl

almak isteyenler çoktur. Bütün bunlara bakmayarak ben de size

müracaat ediyorum. Çünkü hayat benim karşıma gücümün

yetmediği bir konu çıkarmıştır.

Ben kısaca isteğimi size anlatmaya çalışacağım. Ben elli

yaşındayım. Üç çocuk annesiyim. Kocam da Müslüman’dır.

Ancak nikâhımız kanunidir (yani dinî nikâh yapmadık). Ço-

51

Hz. Muhammed

cuklarımız Hıristiyan dinine inanıyorlar. Kızım on üç yaşında,

oğlumun biri yirmi üç yaşında ve Petersburg Teknoloji

Enstitüsü’nde okumaktadır. Diğeri yirmi iki yaşında, o da

Moskova’daki Alekseyev Askeri Okulu’nda subaydır. Oğullarım,

babalarının dinine geçmek için benden izin istiyorlar.

Ben ne yapmalıyım? Ben biliyorum ki şimdi bu mümkündür

ve aynı zamanda bizde yaşayan yabancı vatandaşlarla kötü

ilişkileri de biliyorum. Onlarda bu fikrin uyanmasına sebep

küçük ailevi meseleler değil. Ne maddi çıkar beklentisi, ne de

makam mevki tutkusu da onları bu konuya sevk etmiyor. Ancak

karanlıkta kalan Tatar (Azeri-Türk) halkına yardım etmek

maksadını taşıyorlar. Onların halkla birleşip kaynaşmasına ve

yardımlaşmasına dinleri engel oluyor. Ama ben korkarım ki,

kendi düşüncemle onları kötü bir yola sevk edeyim. Ben kendi

derdimle baş başayım… Ah… Eğer ben kendi dertlerimi ve

çektiklerimi, savaşlarımı size yazabilseydim… Ben kendi evlâtlarını

delicesine seven bir annenin gözyaşları ile yazıyorum.

Artık azaptan aklımı yitirmiş halde sizden akıl isteme

durumuna geldim. Siz, yalnız siz, kendi aklınızla hayatımızın

bugünkü şartlarından bunun nasıl neticeleneceğini duyabilirsiniz.

Benim derdim size küçük ve basit görünebilir. Ancak bana

dehşetli azaplar vermektedir.

Lev Nikolayeviç, siz bize, bizim gibi küçük insanlara hiçbir

zaman yürekten gelen değerli tavsiyelerinizi esirgemediniz.

Bunu bildiğim için cesaret edip sizi kendi isteğimle rahatsız

ettim. Beni teselli ateşine atın. Çok çok özür dilerim ki sizin

kıymetli vaktinizi aldım. Bu adımı atmaya beni mecbur eden

şey delicesine analık sevgisidir.”

Bütün kalbiyle size bağlı olan

Yelena YEFİMOVNA VEKİLOVA

Tiflis, Uçebnıy Pereulok I, Ev 8.

52

Tolstoy

‘Müslümanlık Hıristiyanlık

karşısında üstündür.’

Tolstoy

Lev Tolstoy’un Cevabı

Tolstoy, 15 Mart 1909 yılında “Yasnaya Polyan”dan gönderdiği

cevap niteliğindeki mektubunda şöyle diyordu:

“Yelena Yefimovna (Vekilova)’ya

Sizin oğullarınızın Tatar halkının bilgilenmesine yardım

etme arzusunu takdir etmemek olmaz. Böyle olduğu halde

Muhammed’in dinini kabul etmenin de ne derece lâzım olduğunu

da anlatamam. Genellikle size demeliyim ki, hükümete

itiraf etmeden, insanın hangi dine mensup olması hakkında kime

olursa olsun artık kendinin bilgi vermesini gerekli sayıyorum.

Buna göre de sizin oğullarınızın Muhammed’in dinini

Hıristiyanlıktan üstün tutarak kabul etmeleri yani bir dinden

başka bir dine geçmeleri hakkında kimseye bilgi vermeleri gerekmez.

Belki bu zaruridir. Fakat ben bu konuda bir şey diyemem.

Ona göre de sizin evlâtlarınız bu konuda hükümet organlarına

haber verip vermemeleri hakkında kendileri karar

vermelidirler.

Müslümanlığın Hıristiyanlık karşısındaki üstünlüğüne

ve özellikle sizin evlatlarınızın hizmet ettikleri maksadın âlice-

53

Hz. Muhammed

naplığına gelince, bu konuya bütün kalbimle katılıyorum. Hıristiyan

ideali ve öğretisini, onun hakiki manasında, her şeyden

üstün tutan bir insan için bunu söylemek ne kadar garip

olsa da demeliyim ki, Müslümanlığın kendine has dış görünüşüne

göre Kilise Hıristiyanlığından kıyas kabul etmez derecede

üstün durması, bende hiçbir şüphe doğurmuyor. Eğer ki,

bir kimsenin karşısına kilise Hıristiyanlığı veya İslâm dinine

girme hakkında bir tercih koyulsa, o zaman her bir akıllı adam,

mürekkep ve anlaşılmaz ilâhiyatın üç sıfatlı Allah’ın, günah

çıkarma merasiminin, dinî ayinlerin, İsa’nın anasına yalvarışın,

mukaddeslerin ve onların resimlerine sayısız hesapsız ibadetlerin

yerine, hükümleri bir Allah’ı ve peygamberi olan İslâm

dinini, şüphesiz ki üstün tutar. Bu başka türlü de olamaz.

Ayrı ayrı fertlerin, bütün insanlığın ve bütün insanların

hayatının esasını teşkil eden dinî şuurun mükemmelleştiği

(olgunlaştığı) gibi, hayatta her şey gelişir ve mükemmelleşin

Dinin gelişip mükemmelleşmesi ise, onun sadeleşmesinden,

anlaşılmasından ve onu anlaşılmaz yapan her şeyden kurtulmasından

ibarettir. Dini hakikatlerin, onu anlaşılmaz yapan

her şeyden kurtarılması en eski zamanlardan beri dinlerin esasını

koyan düşünürler tarafından hayata geçirilmiştir. Böylelikle

bize malum olan bütün dinlerin hepsinden önce böyle yüce

ve yüksek din anlayışı, Veda’nın (Veda-Hinduizm) kitaplarında,

daha sonra Musa’nın, Buda’nın, Konfüçyüs’ün, Lao

Tzu’nun, Hıristiyanlık ve Muhammed’in Öğretilerinde verilmiştir.

Dini, onun eski kaba manasından kurtarıp, daha derin,

sade ve akla uygun hakikatlerle değiştiren bütün yeni din hadimleri

(hizmetçileri/tebliğcileri) büyük adamlar olmuşlardır.

Fakat sırf büyük adam olduklarındandır ki, hakikati olduğu

gibi, bütün aydınlığı, derinliği ve sadeliği, saflığı ile eski yanlış

fikirlerinden kurtarılmış şekilde ifade edememişler. Bu kimselerin

hata yapmayacakları, onların bütün söylediklerinin

tekzip edilmez asıl gerçekler olduğu farz edilse bile, onların

kendisinden çok çok aşağıda bulunan şakirtleri/’öğrencileri, ha-

54

Tolstoy

kikati bütün derinliği ile anlamadan, onu daha gösterişli ve

herkes için uygun hale getirme arzusu ile ona pek çok gereksiz

eklemeler, özellikle acayip şeyler karıştırdıklarından, herkesin

gerçeği görmesi oldukça zor olur.

Gerçeğin din tarafından böyle tahrifi ne kadar çok itiraf

edilmişse, bu tahrifler o kadar çok artmış, neticede dine hizmet

edenler tarafından keşfedilmiş asıl hakikat karanlıkta kalmıştır.

Buna göre de en eski dinlerde gerçeği gizleyen mucize ve

uydurmalar her şeyden çoktur. Bu, en çok en eski dinde, Brahman

dininde, ondan az Yahudi dininde, ondan az Buda, Konfüçyüs,

Taoizm dinlerinde, onlardan daha az Hıristiyan dininde

ve nihayet en az, en son din olan İslâm dininde vardır. Bu

bakımdan Müslümanlık en elverişli durumdadır.

İslâm dini, onda harici, tabii olmayan ne varsa, hepsini

atsa ve öz temeline Muhammed’in dinî -manevi öğretilerinin

esaslarını koysa- tabiidir ki, bütün büyük dinlerin esasları ve

özellikle, gerçeği itiraf eden Hıristiyan öğretilerinin esasları

ile birleşir.(*)

Siz böyle uzun uzadıya yazıyorum ki, siz benim fikirlerimi

oğullarınıza ulaştıracaksınız ve bu fikirler de onların güzel

düşüncelerini hayata geçirmeye yarayabilirler. Dinin mahiyetini

teşkil eden büyük hakikatlerin, onu karanlıklaştıran her

şeyden temizlenmesine yardım etmek, insanın yapabileceği en

güzel işlerden biridir. Eğer sizin evlâtlarınız bu işleri ailevi bir

görev hesap etseler, o zaman hayatları dolu ve tam olacak.

Bilmiyorum, Müslümanlıkta benim bildiğim, yüksek

esaslı hakikatleri gizleyen yanlış fikirlerden ve mevhumlardan

kurtarılmasına hizmet ettiklerini iddia eden iki öğreti sizce ve

sizin evlatlarınızca biliniyor mu bilinmiyor mu?

(*) Çünkü dinlerin temel kaynağı Allah’tır. Öğretileri ise Allah’a ve

Allah’ın iman edilmesini istediği şeylere inanıp iman etmektir.

Bu durumda Tolstoy’un dediği gibi, dinler bozulmamış olsaydı

hepsi İslâm’ın esasları ile birleşecekti.

55

Hz. Muhammed

Buna göre söz konusu her iki grup, araştırılmış ve hâlâ

da araştırılmaktadır. Bunlardan biri İran’da çıkmış sonra Türkiye’ye

geçmiş olan ve orada yerleşmeye çalışan Bahaîlik’tir.

Bahâilik, Akka’da yaşayan Bahaullah’ın oğlunun adından

yola çıkılarak kurulmuştur. Ancak bütün insanlık için bir olan

sevgi dinini kabul eden bu dinî mezhep, ibadetin hiçbir şeklini

kabul etmiyor!*)

İkincisi, Kazan’da ortaya çıkmış, taraftarları, kendilerini

kurucularının adıyla adlandırıp kendilerine “Allah’ın ordusu”

veya “Vaisovçular” diyorlar. Bunlar da inancın aslını

sevgide görürler ve sevgiye zıt olan her şeyden uzak dururlar.

Bu mezhep veya tarikat da takip edilmekte, rehberleri yakalanıp

hapse atılmaktadır.

(*) Lev Tolstoy’un da yanlış ve batıl bir inanç olarak nitelendirip dikkat

edilmesini istediği Bahaî Dini; inananları tarafından Bahaullah

olarak adlandırılan Mirza Hüseyin Ali Nuri ( 1817-1892 ) liderliğinde

İran’da kurulan batıl bir dindir. Mirza Hüseyin Ali, 1863 yılında

Bağdat’ta daha önce Tebriz’de öldürülen ve müridi olduğu

Şeyhi Bab Mirza Ali Muhammed’in ve diğer dinler tarafından geleceği

vaat edilen Peygamber – Tanrı Elçisi – olduğunu açıklayarak

Baha dinini kurmuş oldu. Mirza Hüseyin kendini peygamber olarak

açıkladıktan sonra Osmanlı Devleti içerisinde değişik bölgelere

sürgüne gönderilmiş ve Bahaî inancını yaymıştır. Mirza Hüseyin

Ali’nin (Bahaullah) ölümünden sonra büyük oğlu Abdülbaha

(1844-1957) öğretinin liderliğini yapmış, Abdülbaha’nın vefatından

sonra ise büyük torunu Şevki Efendi, Bahaîliğin liderliğine getirilmiştir.

Başlangıçta İslâm dininin bir mezhebini andıran Bahailik

zamanla bağımsız bir din halini almıştır. Bahailik’te Yahudilik

ve Hıristiyanlıktan alınan esaslarda vardır. Günde üç vakit özel

namaz kılarlar. Namaz kılarken, İslâm’dan ayrılan önceleri mezhep

sonra ayrı bir din hüviyetine dönüşen inanç sistemi olmalarına

karşın Kâbe’yi kıble olarak kabul etmezler. Bahaullah’ın oturduğu

evin bulunduğu yeri kıble sayarlar. Bahaîlerin inançlarını

düzenleyen iki Kutsal kitapları vardır. Bunlar: El-ikan ve Kitabu’l-

Akdes’tir Ülkemizde Yargıtay’ın 13.10.1962 tarih ve 1252 esas, 2345

sayılı kararıyla ayrı bir din olarak kabul edilmediği için ayrı ibadethane

yapımına izin verilmemiştir.

56

Tolstoy

Eğer benim düşüncelerim hiç olmasa bir şeye yarasalar,

siz veya oğullarınız kendi faaliyetleri hakkındaki kararlarını

bana bildirseler çok memnun olurum.”

Lev TOLSTOY

Görülüyor ki, Tolstoy’u annenin yazdığı mektup çok heyecanlandırmıştır.

Bunu dört sayfalık ve acele yazılan mektubundan

anlamak mümkündür. Lev Tolstoy’un, “Müslümanlığın

kendine has dış görünüşüne göre kilise Hıristiyanlığından

kıyas kabul etmez derecede üstün durması bende

hiçbir şüphe doğurmuyor” cümlesi, onların aile ıstırabına

son veren bir cevap olur. Mektup, ailede hüküm (emir) gibi

okunup kanun gibi kabul edilir.

Tolstoy’un mektubundan sonra Tiflis’teki Zagafgaziya

Ruhani İdaresi general İbrahim Ağa Vekilov’un evlâtlarını

Müslümanlığa kabul etmiş ve bu arada Müftü Mirza Hüseyin

Efendi Kayıpzade’nin imzası ile resmî senet vermiştir.

Çocukların adını da değiştirip; Boris, Faris olmuş, Qleb ise

Galip olarak resmileşmişlerdir.

Lev Tolstoy’un, Yelena Vekilova’ya yazdığı mektubun

aslını Yelena’mn oğlu Faris’de, 1978 yılında Moskova’da Lev

Tolstoy adına açılan müzeye vermiştir. Mektuplar müzede

hâlâ sergilenmektedir.

57

Hz. Muhammed

‘Müslümanların Allah’tan başka ilâhı yoktur

ve Muhammed onun peygamberidir.’

Tolstoy

Yasnopolyana Kayıtları

Dâhi yazar Lev Tolstoy, İslâm dinine olan inancını sadece

Vekilov’lara yazdığı mektuplarla açıklamamıştır. Onun

çok yakınında bulunan binlerce kalem ve kalp dostları Tolstoy

ile İslâm dinine, Hz. Muhammed’in şahsiyetine ulvî muhabbeti

hakkında yazılar yazıp, sohbetler ederlermiş. Tolstoy’un,

müslümanlığı kabul etmesi konusundaki ilk net ifadesi

ise, aşağıdaki sözlerinden anlaşılabilir.

Slovak asıllı D. P. Makovitski, altı yıl Tolstoy’un özel

doktorluğunu yapmış ve çok sayıda dostunun Tolstoy’u ziyaret

etmesi sırasında aralarında geçen diyalogları not ederek,

“1904-1910 Yıllarında Tolstoy’un Yanında” adlı büyük

bir eser yazmıştır.

Bu kitap 1979 yılında dört cilt olarak “Yasnopolyana Kayıtları”

adıyla, ilk defa Moskova’da yayımlanmıştır. Kitabın

III. cildinin, 356. sayfasında ise Tolstoy’un ailevi sohbetleri

veriliyordur. Okuyucu orada Tolstoy’un, General İbrahim

Ağa Vekilov’un hayat arkadaşının kaygısına ortak oluşuna

ve İslâm dinini kalben sevmesine bir kez daha şahit olur.

Tolstoy’un doktoru Duşan Petroviç Makovitski bu durumu

bakın nasıl anlatıyor:

58

Tolstoy

1909 yılı Mart ayının 13’ünde Lev Nikolayeviç Tolstoy

bir sohbet sırasında dedi ki: ‘Bir anneden mektup aldım. Yazıyor

ki: Çocuklarımın babası Müslüman’dır ben ise Hıristiyan’ım.

İki oğlum var, biri talebedir, öbürü zabit (subay).

Her ikisi de İslâm dinine geçmek istiyor.’

Tolstoy’un bu sözü üzerine Sofya Andreyevna (Tolstoy’un

arkadaşı): ‘Belki de oğullan, çok eşli olmak için Müslüman

olmak istiyorlardır.’ der.

Tolstoy: ‘Ne olur ki… Sanki bizde çok eşliler az mı? Bu

mektup hakkında düşünürken benim için çok şey aydınlandı.

Muhammed her zaman Evangelizm’in (Hıristiyanların)

üstüne çıkıyor. O, insanı Allah saymıyor ve kendini de Allah

ile bir tutmuyor. Müslümanların Allah’tan başka ilâhı yoktur

ve Muhammed onun peygamberidir. Burada hiçbir muamma

ve sır yoktur.’

Sofya Andreyevna (Tolstoy’un arkadaşı) : ‘Hangisi daha

iyidir? Hıristiyanlık mı, Müslümanlık mı?’

Tolstoy: ‘Benim için açıktır ki, Müslümanlık daha iyidir,

daha üstündür.’

Kısa bir süre sustuktan sonra Lev Nikolayeviç Tolstoy

tekrar eder: ‘Müslümanlık mukayese edildiğinde Hıristiyanlıktan

üstünlüğü görülür. Müslümanlık bana çok yardım etmiştir.’

Mikail Vasileyeviç (Tolstoy’un arkadaşı): ‘Zaporojyeli

Nekrasovçular(*) İslâm Dinine geçmişler…’

Lev Nikolayeviç Tolstoy. ‘İnsan inkişaf edince (gelişince)

dinin esasları da; Taoizm, Budizm, Hıristiyanlık da inkişaf

ediyor. Bunların da hepsinin dinî esasları birdir. Zaman geçtikçe

bu da birliğe ve sadeliğe getirip ulaştırıyor…”

(*) 1878 yılında Bulavin isyanı yatıştırıldıktan sonra ataman İknat

Nekrasov’un rehberliği ile Türkiye’ye göçen Don Kazakları.

59

Hz. Muhammed

Bir dertli anne Yelena Vekilova

Ünlü yazar Tolstoy ve dertli anne Yelena arasındaki

mektuplaşmaların üzerinden yaklaşık 80 yıl geçtikten sonra

“Literetarnuya Gazeta”nın 7. sayısında (1991), General İbrahim

Ağa Vekilov’un aile mektubu hakkında bir haber dosyası

yayımlandı. Dosya, İslâm dininin bütün dogmalarını

(nass-kaynak) kendinde toplayan eşsiz kitap Kur’an-ı Kerim’e

ayrılmıştı. Bu teşebbüs, İslâm dininin esasları hakkında

binlerce Rus okuyucusuna açık, abartısız bilgi vermek

için güzel bir başlangıç idi.

Yazar Lev Tolstoy’un Yelena Vekilova’ya yazdığı mektuptan

bölümlere yer veren gazete, “Çok teessüf ediyoruz ki,

Yelena Vekilova’nın şahsiyeti hakkında hiçbir bilgimiz yoktur”

itirafında da bulunmadan edememişti.

Azerbaycan’da bu soruya cevap verecek bir tek kimse

vardı: General İbrahim Ağa’nın tek torunu olan, Profesör

Leyla Galip kızı Vekilova. Asker bir ailenin kızı olan torun

Vekilova ailesini şöyle anlatıyor:

“Babaannem Yelena, Tiflis’te subay toplantılarından birinde,

dedem genç subay Ağaoğlu İbrahim Vekilov ile tanışmış.

Bizim Vekilovlar nesli, Azerbaycan’ın kenar şehri Kazak’tandırlar.

Zadegan (Beyzade) soyuna mensup neslimiz

resmî olarak 350 yıldan fazladır devam etmektedir. Bizim so-

60

Tolstoy

yumuz, kendi halkına, vatanına birçok savaşçı, âlim, yazar

ve şair yetiştirmiştir.

İki genç, birbirini sever. Ancak onların saadetlerine yalnızca

din farkı engel oluyordur. Azerbaycanlı İbrahim Vekilov

Müslüman, Yelena Yermolayeva ise Provoslav (Hıristiyan)

dinine mensuptur. O zamanki Rusya İmparatorluğu kanunlarına

göre nikâh kıymak için eşlerden biri kendi dininden

feragat etmek zorundadır. Ancak dedem de, babaannem

de ailelerinden aldıkları dinî terbiyeye karşı çıkamamaktadır.

Durum böyleyken İbrahim Ağa Vekilov, ‘Rus Çarı’na

müracaat eder. Uzun çekişmelerden sonra evlilik izni verilir.

Fakat böyle evliliklerde yine dünyaya gelen çocuklar, Rus

İmparatorluğu kanunlarına göre Provoslav (Hıristiyan) dinî

terbiyesi almalıdırlar.

Böylece Yelena üç çocuğunu -kızı Reyhan, oğulları Boris

ve Qleb’i vaftiz ettirir. Fakat babalarının ve akrabalarının etkisi

ile çocuklar İslâm dinine meyleder ve Tolstoy’un telkini

ile Müslüman olurlar…” (*)

Tolstoy ve Nakşibendiler

Tolstoy’un 80. yaş gününde Kazan-Tatar Türkçesinde

yayın yapan gazete ve dergilerde L.N. Tolstoy hakkında pek

çok anma yazısına yer verilir. Tatarların ünlü yazarları Abdullah

Tukay, Fatih Emirhan, Fatih Kerimi gibi isimler, Tolstoy’u

tanıtan makaleler yayımlar. ‘Fikir’, ‘İdeal’, ‘Vakit’, ‘El-

Islah’ ve ‘Şura’ gibi basın yayın organlarında Tolstoy’un felsefesi

anlayışı ve dünya edebiyatında ki yeri hakkında yazılar

kaleme alınır. Bu arada bazı Tatar yazarların Tolstoy’la

mektuplaşmaları da bahsi geçen yayın organlarında yer bulur.

(*) Kaynak: Şemistan Nazirli, Topoğraf General İbrahim Vekilov,

Azerbaycan Devlet Kütüphanesi; Bakü “Zaman” 2002. Kayıt no:

71277 ve 70823.

61

Bu mektupların en dikkat çekeni ise 1909 yılında ‘İktisat’

dergisinin yazarı Fatih Murtazın’ın, Tolstoy’a cevaplaması

için gönderdiği 5 soruluk yazındır. Tolstoy’un cevabı 9 Ocak

1910’da gelir. Tolstoy’un mektubunun Tatarca’ya tercümesi

‘İktisat’ dergisinin (1910) 11. sayısında yayımlanır.

Tolstoy cevabında; ‘Aslında her din güzel, hayatın manasını

ise dine inanan her insan aramalı ve insanlığı sevmeli’

diyerek hümanist bir yaklaşım sergiler. Ancak işin ilginç tarafı

ünlü Rus yazarın cevap mektuplarıyla beraber, derginin

yazarı Murtazın’a, ‘Hergün İçin Bir Hadis’ adında bir kitapçıkta

göndermesiydi. Bu kitapçıkta Tolstoy, Hz. Muhammed’in

sözlerine yer verir ve ekler; “Bu ilahi (ezgi) kelimeler

her türlü din ehli için gereklidir”(*)… Dergide çıkan cevap

mektubunda Tolstoy, Arapça bilmediği için İslam’ı Rus misyonerlerinden

öğrendiğini de itiraf etmektedir.

Prof. Dr. Elfine Sibgatullina’ya göre Tolstoy’un bahsettiği

misyonerler Tatarlar arasında varolan (1860) ilginç bir sofi

teşkilatıdır. Kurucusu Bahauddin Vaisov, Nakşibendî Tarikatı’na

mensup olsa da dönemin sosyal ve yaşamsal gerekliliklerine

ek olarak tarikat felsefesine yenilikler yükleyecek kadar

da açık fikirlidir… Ancak Rus Çarı’na göndermiş olduğu

mektuplarda hükümetin siyasetini tenkit ermesinden dolayı

Bahauddin Vaisov sürgüne gönderilir.

Prof. Dr. Elfine Sibgatullina’ya göre Bahauddin Vaisov,

Tolstoy ile görüşmüş ve bazı konularda ortak noktalarda buluşmuşlardır.

Hatta Tolstoy Vaisov gibi devletten ve toplumdan

ayrılma fikrine katılmıştır(**)

(*) Ravil Amirhanov. Tatarskaya Dorevolutsyonnaya Pressa (V Kontekste

“Vostok-Zapad”), Kazan, Tatarskoye Knijnoye İzdatelstvo, 2002; s.

141-142.

(**) Tatar Edebiyatı Tarihi, II. Cilt, Kazan, Tataristan kitap neşriyatı, 1985.

62

3.BÖLÜM

TOLSTOY’UN İTİRAFLARI

Allah’a İnanmak

Hıristiyanlığın Ortodoks mezhebine göre vaftiz edildim

ve çocukluk yıllarımda bu mezhebin görüşleri doğrultusunda

eğitildim. Çocukluk ve gençlik yıllarımdaki öğrenim yaşantımda

da yine bu inanç çizgisinde öğrenim gördüm. Ancak

on sekiz yaşımdayken, ikinci yıldan sonra üniversite öğrenimimi

yarıda bıraktığımda artık bana öğretilmiş görüşlerin

hiçbirine inancım kalmamıştı. Geçmişte yaşadığım olaylara

ve anılara dayanarak hüküm vermem gerekirse, aslında

çok da inançlı biri sayılmazdım. Fakat buna rağmen çevremdeki

insanların inançlarına saygı gösteriyor ve bana öğretilen

bilgilere inanıyor, itimat ediyordum. Aslında işin gerçeği,

bu itimat çok da kalpten inanarak değildi.

Benim dinî inançlarımdan kopuşum, kültürlü ve aristokrat

tabakaya mensup insanlarda geçmiş dönemlerde nasıl olmuşsa

ve şimdi de nasıl olmaya devam ediyorsa öyle olmuştu.

Sanırım bu durum bir çok insan için aynı seyri takip etmektedir.

Yani çevresindeki çoğunluk nasıl yaşıyorsa insan

da öyle yaşıyor.

İnsanların büyük bir kısmı, inanç esaslarıyla hiçbir ortak

noktası olmayan, hatta çoğunlukla ona ters düşen ilkelere

bağlı olarak yaşıyorlar. İnanç öğretisinin yaşantımızda pek

yeri yok; ne başka insanlarla olan ilişkilerimizde rastlıyoruz

65

Hz. Muhammed

ona, ne de bizzat kendi yaşantımızda onunla ilişkimiz oluyor.

İnanç esaslarını herhangi bir yerde, yaşamdan uzakta ve

yaşamdan bağımsız olarak kabulleniyoruz. O, herhangi bir

zamanda karşımıza çıkınca da yaşamı içten hiç ilgilendirmeyen

ve sanki sadece dıştan bir olaymış gibi karşılıyoruz.

Bir insanın dindar olup olmadığını, eski zamanlarda olduğu

gibi şimdi de o insanın hayatından ve davranışlarından

anlayabilmek oldukça güçtür.

İnanç, bugün ya da eski devirlerde olsun hep dış baskılarla

ayakta tutulmaya çalışılmıştır ve insanlar ona sonsuz

bir güven duyarak, yaşamlarında inanca bütünüyle yer verememişlerdir.

İnanç, bugün artık bilimlerin ve inanç esaslarıyla

ters düşen hayat deneyimlerinin etkisi altında erimektedir

ve erimiştir.

İnsanların büyük bir bölümü, kendisine daha çocuklukta

öğretilen inanç öğretisinin kendisinde sanki hiç bozulmadan

varlığını devam ettirdiğini zanneder; oysa ki aslında

bu öğretiyi, o inancı çoktan kaybetmiştir.

Bu durum insanların çok büyük bir çoğunluğunda sanırım

aynıdır. Elbette bizim gibi eğitim görmüş insanlardan,

yani kendi kendine karşı samimî davranan insanlardan bahsediyorum;

yoksa inandıkları dinlerini, dünyevî amaçlarına

alet eden insanlardan değil. Aslında bu tip insanlar gerçek

inançsızlardır; çünkü, inanç onlar için herhangi bir dünyevî

amaca ulaşmak için araç durumundadır. Bu ise şüphesiz ki

asla inanç değildir. Bazı insanlar, bilginin ve hayatın ışığının

yıktığı o çürük binanın kalıntılarını çoktan silip süpürmüş,

bazıları ise bunu henüz fark edememişlerdir.

Evet, Allah’a inanıyordum; daha doğru söylemek gerekirse

Allah’ı inkâr etmiyordum ama nasıl bir Allah’a inanıyordum,

işte bunu anlatamazdım.

Yalnızca, kendi adıma tek gerçek olduğuna inandığım

şeyi, ulaştığım bu gerçek bilgiyi yazılarımda diğer insanlara

66

Tolstoy

öğretiyordum. Yani benim şimdi sürdürdüğüm gibi yaşamak

gerektiğini ve insanın en rahat yaşadığı yerin ailesinin yanı

olduğunu anlatıyordum insanlara. Yaşantım böyle sürüp gidiyordu.

Fakat yaşantımın bu akışa girmesinden beş yıl sonra

tuhaf bir şeyle karşılaştım. Bazı anlarda zihnimi birdenbire

kuşkular sarıyordu. Sanki yaşam böyle anlarda duruyor,

zaman akmıyordu. Nasıl yaşamam, ne yapmam gerektiğini

bilmiyor gibi oluyordum. Dengemi yitirdim ve melankoliye

düştüm. Fakat bu durum kısa bir süre sonra geçti. Yaşantımı

kaldığı yerden, yine eskiden olduğu gibi sürmeye başlamıştım

ki, bu kuşku anları daha sık, hem de öncekine göre çok

daha yoğun bir hâlde tekrar etmeye başladı. Hayatımın durduğu

bu anlarda hep aynı sorular ortaya çıkıyordu:

Niçin? Peki, ya sonra ne olacak?

Başlangıçta bunların anlamsız, saçma sorular olduğunu

düşündüm. Sanıyordum ki, bunların cevapları belli, ortada

olan cevapları var ve ben bu cevaplara kolayca ulaşacağım.

Her şeyden önce bu soruların çözümü ile uğraştığımda meselenin

ortadan kalkacağını düşünüyordum. Fakat bununla

uğraşacak zamanım yoktu. Eğer günün birinde canım isterse

cevaplan bulabilirim diye düşünüyordum. Ancak sorular

gittikçe daha sık ortaya çıkmaya ve çoğalmaya başladılar;

üstelik bu sorular, cevaplarını bulmanın çok güç olduğu sorulardı.

Durmadan aynı yere düşen noktalar gibi, bu cevapsız

sorular da kara bir leke halinde toplanıp büyüyordu. Bir

iç hastalık nedeniyle acı çeken bir insanın hâli nasılsa, benim

hâlim de öyleydi. Önce hastanın önem vermediği küçük işaretler

belirir, sonra bu işaretler gittikçe daha sık tekrarlanır

ve zamanla kurtulmanın imkânsız olduğu bir ıstırap haline

gelir. Acı giderek büyür ve hasta düşünmeye vakit bulamaz

olur. O zaman şunu fark eder ki, kendisinin sağlık içinde yaşarken

pek fazla önemsemediği şey, aslında dünyada onun

için en önemli olan şeydir: Yani, ölümdür.

67

Hz. Muhammed

Yaşantım sanki durmuştu; sadece nefes alıyor, yiyor, içiyor

ve uyuyordum. Ancak bunları yapıyorum diye yaşadığımdan

bahsetmem mümkün değildi; çünkü ruhumu rahatlatacak

ve aklımı tatmin edecek bir arzum yoktu. Aslında

şunu da çok iyi biliyordum ki, bir arzum olduğunda,

onu gerçekleştirsem de gerçekleştirmesem de sonunda bir

şey değişmeyecekti.

Yaşamayı sürdürüyordum ama bu sadece yaşam fonksiyonlarımı

sürdürmekten ibaretti. Bir uçurumun başına gelmiştim

ve önümde yok oluştan başka bir şey olmadığını çok

iyi görüyordum. Ulaştığım sonuca kayıtsız kalmam imkânsız

olduğu gibi, önümde yalnızca acı ve gerçeğin durduğunu

görmemek için gözlerimi kapatmam da imkânsızdı. Yaşadığım

tam bir perişanlıktı.

Bir seyyahla, onun çölde karşılaştığı yırtıcı hayvanları

anlatan o şark masalını kim bilmez ki! Seyyah, yırtıcı bir

hayvandan kurtulmak için kendini kurumuş bir kuyuya

atar. Tam o anda, kuyunun dibinde onu yutmak için ağzını

açmış bekleyen bir ejderha görür. Yırtıcı hayvan tarafından

parçalanmamak için yukarı çıkmaya cesaret edemeyen ama

ejderha tarafından yutulmamak için aşağıya da atlayamayan

bu zavallı seyyah, kuyunun duvar taşları arasında boy vermiş

bir dalı yakalar ve ona sımsıkı tutunur. Az sonra elleri

uyuşmaya başlar ve kendisini her iki tarafta bekleyen felâketin

kucağına düşeceğini anlar; ancak dala hâlâ sımsıkı tutunmaktadır.

O sırada birkaç farenin, onun tutunduğu delğn

çevresinde dolaşmakta ve dalı kemirmekte olduğunu görür.

Dal kopacak ve o da canavarın ağzının ortasına düşecektir.

Seyyah bunu görünce kurtulma ümidinin artık hiç kalmadığını

anlar. Çaresizlik içinde çevresine bakarken, dalın yapraklarında

bal damlaları görür; dilini uzatır ve bunları yalamaya

başlar. İşte, ben de aynen bu seyyahın benzeriydim;

ölüm ejderhasının kaçınılmaz bir şekilde beni beklediğini,

beni parçalamaya hazır olduğunu bildiğim hâlde, son bir

68

Tolstoy

ümitle hayatın dallarına tutunuyordum ve bu azaba niye

düştüğümü de aklım bir türlü almıyordu. Bana o güne kadar

teselli vermiş olan balı yalamayı deniyordum; ancak bal artık

tat vermez olmuştu. Ölüm ejderhası ağzını açmış beni

yutmak için beklerken, yaşamın kemirgen fareleri de tutunduğum

dalı kopartmaya çalışıyorlardı. Bense artık sadece

kendilerinden kaçamayacağım o ejderha ile fareleri görüyor,

gözümü onların üzerinden ayıramıyordum. Üstelik bu bir

masal değildi; gerçeğin ta kendisiydi. Bu, aksinin ispatlanamayacağı

ve herkesin algılayabileceği bir gerçektir.

Soru: “Ne için yaşıyorum?”

Cevap: “Sonsuz büyük mekânda, sonsuz zaman irinde,

sonsuz küçük parçacıklar, sonsuz küçük bileşimler içinde

değişirler ve sen eğer bu değişimlerin yasalarını kavrayamamışsan,

yeryüzünde niçin yaşadığını da kavrayamamışındır.”

Aynı şekilde düşünce anında kendi kendime şöyle diyordum:

“Bütün insanlık, onu yöneten manevî ilkelere ve

ideallere dayanarak gelişiyor. Bu idealler dinlerde, bilimlerde,

sanatlarda, devlet şekillerinde ifadesini buluyor. Bu idealler

gittikçe yükselmekte ve insanlık da gittikçe daha yüksek

mutluluğa tırmanmaktadır. Ben de insanlığın bir parçasıyım.

Bu nedenle benim görevim, insanlığın ideallerini öğrenmek

ve bunların gerçekleştirilmesine katkıda bulunmaktır.”

Zihin gücümün zayıf olduğu sıralarda bu cevapla yetindim.

Ancak yaşamın sorusu içimde bütün netliğiyle uyanır

uyanmaz, bu teori de birdenbire yıkılıverdi. Bilimlerin, insanlığın

küçük bir bölümünün araştırılmasından çıkardığı ve

genel geçer sonuçlar olarak sunmaya çalıştığı vicdansız vurdumduymazlığı

ile insanlığın ideallerinin yer aldığı bu felsefenin

birçok yönünün karşıtlıklar yığını olması bir yana, bu

felsefenin aptalca demeyeyim ama şaşılacak noktası şuydu:

Her insanın karşısına çıkan “Ben neyim?” ve “Ben niçin yaşıyorum?”

ya da “Benim görevim ne?” sorularını cevaplandır-

69

Hz. Muhammed

mak istiyorsak, önce şu soruyu çözmemiz gerekiyor; “Bizim

yalnızca çok küçük bir zaman diliminde, çok küçük bir parçasını

bildiğimiz o bütünün ve insanlığın varlığının anlamı

nedir?”

İnsan, bunu yanıtlayabilmek için öncelikle bu bahsi geçen

sırlarla dolu insanlığı, yani daha kendini bile kavrayamamış

insanlardan kurulu insanlığın ne olduğunu kavramak

zorundadır.

Kendine “Nasıl yaşamalıyım?” sorusunu samimiyetle

soran insan, deneysel bilimlerin bu soruya verdiği “Sonsuz

evrendeki zaman ve birleşme imkânları bakımından sonsuz

parçacıkları araştır; sonra kendi hayatını anlayacaksın?” şeklindeki

cevapla nasıl tatmin olmuyorsa, aynı insan şu cevapla

da yetinemeyecektir: “Başlangıcını ve sonunu hiç bilmediğimiz

ve belki de en küçük parçacığını bile tanımadığımız

insanlığa ait bütün yaşam anlayışlarını araştır; işte o zaman

kendi yaşamının anlamını kavrayacaksın!”

Hiç Olabilmek İçin

Hastalık, yaşlılık ve ölümü hiç görmemiş ve onların ne

olduğunu bilmeyen genç, mutlu prens Sakya-Muni, bir gezinti

sırasında görünüşü perişan, dişleri dökülmüş, salyaları

akan bir ihtiyara rastlar. O zamana kadar ihtiyarlığın ne olduğunu

bilmeyen prens, şaşkınlık içinde arabacısına bunun

ne olduğunu, adamın nasıl olup da bu acınası ve itici hale

düştüğünü sorar. Bunun bütün insanların ortak kaderi olduğunu,

kendisi kral oğlu olsa bile aynı şeyin kendi başına gelmesinin

de mukadder olduğunu öğrenince gezisine devam

edemez ve bu konuda düşünmek için geri dönmek ister. Tek

başına bir köşeye çekilerek günler boyunca düşünür ve anlaşılan

sonunda bir teselli bulur. Çünkü yine keyifli ve mutlu

olarak geziye çıkar. Bu defa karşısına vücudu şişler içinde,

güçsüz ve gözlerinin feri sönmüş hasta bir adam çıkar. O güne

kadar hastalığı hiç bilmeyen prens arabayı durdurur ve

70

Tolstoy

arabacıya bunun ne olduğunu sorar. Bunun hastalık olduğunu,

herkesin başına gelebileceğini, sağlıklı ve mutlu bir kral

oğlu olan kendisinin bile aynı hastalığa yakalanabileceğini

öğrenince yine neşesini ve cesaretini kaybeder, geri dönmeyi

emreder. Daha önce olduğu gibi yine düşüncelere dalarak teselli

arar. Aradığı teselliyi yine bulur ki, üçüncü kez gezintiye

çıkar. Bu üçüncü gezisinde yine bir manzara ile karşılaşır.

Bir şeyin insanlar tarafından taşınmakta olduğunu görür.

Arabacıya sorar:

-Bu nedir?

-Bir cenaze efendim.

-Cenaze ne demek?

-Bu herkesin sonudur.

Prens ölüye yaklaşır, örtüyü açar ve yüzüne bakar.

-Şimdi ne yapacaklar onu? diye sorar.

-Onu gömecekler.

-Niye?

-Çünkü artık kesinlikle canlanmayacak ve gelecekte ondan

sadece pis bir koku ve kurtçuklardan başka hiçbir şey

kalmayacak.

-Ve bu insanların kaderi öyle mi? Benim de mi? Beni de

gömecekler, benden geriye de pis bir kokudan başka bir şey

kalmayacak, öyle mi? Beni de kurtçuklar mı yiyecek?

-Evet.

-Geri dönelim. Artık gezmek istemiyorum ve bir daha

da bunu istemeyeceğim.

Sakya-Muni bu defa bir teselli bulamadı ve yaşamın en

büyük dert olduğu sonucuna vardı. Bütün gücünü, kendini

ve başkalarını bundan kurtarmaya harcadı. Yaşamdan öyle

kurtulsunlar ki, ölümden sonra da hiçbir biçimde tekrarlanmasın

ve yaşam kökünden kazınmış olsun.

71

Hz. Muhammed

Yaşamın sorusuna cevap verdiği zaman, insan bilgeliğinin

kesin cevaplan bu doğrultudadır.

Sokrates: “Maddî hayat bir derttir ve yalandır. Bu yüzden

maddî hayatın yok edilmesi bir mutluluktur ve biz bunu

dilemeliyiz.” der.

Schopenhauer: “Hayat, olması gereken bir şeydir ama

bir derttir; hiçliğe geçiş ise hayattaki tek mutluluktur.” der.

Hz. Süleyman: “Dünyadaki her şey: delilik ve bilgelik,

zenginlik ve yoksulluk, sevinç ve acı; bunların hepsi boştur,

hiçtir. İnsan ölüp gider ve ardında hiçbir şey kalmaz. Ve bu

saçmadır.” der.

Buda: “Istırabın, acının, güçten düşmenin, ihtiyarlığın

ve ölümün kaçınılmazlığının bilinciyle yaşanmaz. İnsan kendini

hayattan, hayatın her imkânından kurtarmak zorundadır.”

der.

Bilimlerin içinde dolaşmam beni çaresizlikten kurtaramadığı

gibi, bu çaresizliğimi daha da arttırdı. Bu bilimlerden

biri yaşamın sorusuna hiç cevap vermedi. Bir başka bilim ise

diğerinin tersine soruma doğrudan cevap vererek benim

çaresizliğimi onayladı ve bana gösterdi ki, ulaştığım sonuç

benim yanılmışlığımın, benim hastalıklı ruh hâlimin meyvesi

değil. Yani, benim doğru düşündüğümü ve insanlığın

dâhileriyle aynı sonuçlara vardığımı onayladı.

Bunda yanılma yok; her şey boş ve ölüm yaşamdan çok

daha iyi. İnsanın yaşamdan kendini mutlaka kurtarması gerek.

Hiç doğmamış olana ise ne mutlu.

Bilinmeyeni Bulmak

Çözümü bilimde bulamamıştım ve bu çözümü yaşamda

aramaya başlamıştım; umudum onu çevremdeki insanlarda

bulabilmekti. Böylece insanları gözlemlemeye başladım.

Beni çaresizliğe sürükleyen bu sorulara karşı diğer insanların

nasıl bir tavır takındıklarını merak ediyordum.

72

Tolstoy

Peki, öğrenim seviyeleri ve yaşam tarzlarıyla bana benzeyen

bu insanlar nasıl bir cevap bulmuşlardı? Gördüm ki,

benim çevremdeki bu insanlar, içinde bulunduğumuz bu

korkunç durumdan kurtulmak için dört farklı çıkış yolu bulmuşlardı.

Birinci çıkış yolu bilgisizlik yoluydu ve bu yol şundan

ibaretti: Hayatın bir belâ ve saçmalık olduğunu bilmemek ve

kavramamak.

İkinci çıkış yolu ise Epikürcü çıkış yoluydu. Bu düşüncenin

esası şuydu: İnsan hayatın umutsuzluğunu bilse de, onun

sunduğu nimetleri tatmaktır.

Benim çevremdeki insanları çoğunluğu yaşama imkânını

ancak böyle buluyordu. İçinde bulundukları şartlar onların

dertten çok nimet kazanmasını sağlıyor ve ahlâkî duyarsızlıkları

sayesinde unutma imkânı buluyorlardı. Bu ahlâksızlık

ve duyarsızlıklarına rağmen iyi durumda olmaları ise

sadece bir rastlantıdır.

Çağımız insanlarının büyük çoğunluğu böyle düşünmekte,

böyle hissetmektedir. Bu insanlardan bazılarının düşünce

ve hayal güçlerinin felcini bir felsefe diye ilân etmeleriyse

bu insanları yaşamın sorusunu görmemek için balı

yalamayı sürdürenler grubundan ayırmaz. Benim bu insanlara

uymam da mümkün değildi. Onların hayal gücünün

duyarsızlığı bende olmadığı için, yapay olarak da bunu

sağlayamazdım. Gözlerimi, onları bir kere görmüş olan

herhangi bir insan gibi, farelerden ve ejderhadan çeviremezdim.

Üçüncü çıkış yolu, güç ve enerjinin yoluydu. Esası şuydu:

İnsan, hayatın dert ve saçmalık olduğunu anlayınca onu

yok etmelidir.

Dördüncü çıkış yoluysa zayıflık yoluydu ve bunun esası

şuydu: İnsan, yaşamın dert ve saçmalık olduğunu kavradığı

ve bu yaşamdan bir şey çıkmayacağını bildiği hâlde onu sürdürmeye

son vermez.

73

Hz. Muhammed

Bu grubun insanları ölümün hayattan iyi olduğunu bilirler.

Fakat onlar yanılgılarına bir an önce son vererek kendilerini

öldürecek akıllıca davranma gücüne sahip olmadıkları

için, sanki bir şeyler bekliyor gibi davranırlar. Bu zayıflığın

yoludur; çünkü eğer ben daha iyi olanı biliyorsam ve buna

gücüm de yetiyorsa, kendimi daha iyi olana vermekten

neden geri kalacaktım? İşte, ben bu gruptaydım.

Benim grubumun insanları kendilerini o korkunç çelişkiden

çeşitli şekillerde kurtarıyorlardı. Aklımı ne kadar zorlasam

da, bu dördüncü çıkış yolunun yanına bir beşinci yol

koyamıyordum. Sadece bazı çareler vardı. Bu çarelerden biri,

yaşamın saçmalık ve dertlerden oluştuğunu, boş olduğunu

ve bu yaşamı sürdürmemenin daha iyi olduğunu kavramamaktı.

Fakat bunu bilmemek benim için mümkün değildi.

Bunu bir kere görmüştüm ve bilmezlikten gelemez, gözlerimi

bundan çeviremezdim.

İkinci çare, hayatı olduğu gibi kabullenmek ve geleceği

düşünmemektir. Ancak ben bunu da yapamazdım. İhtiyarlık,

acı ve ölümün var olduğunu bildiğim hâlde Sakya-Muni

gibi ava gidemezdim. Yaşam gücümün çok güçlü olmasına

rağmen, kısa bir süre için bana zevk veren anlık tesadüflerden

hoşlanmıyordum.

Üçüncü çare, yaşamın bir belâ ve bir delilik olduğunu

anladıktan sonra ona son vermek, intihar etmekti. Bunu kavramıştım

ama sebebini ben de bilmem, kendimi öldürmeyi

hiç denemedim.

Dördüncü çare ise, Hz. Süleyman’ın ve Schopenhauer’in

durumunda yaşamak, yaşam denilen şeyin bana yapılan aptalca

bir şaka olduğunu bilmek ama yine de yaşamaktır; yıkanmak,

giyinmek, yemek yemek, konuşmak, hatta kitap

yazmaktır. Bu benim için iğrenç bir şeydi; acı ve ıstırap doluydu

ama yine de bu şekilde yaşamımı sürdürdüm.

74

Tolstoy

Aklım, yaşamın akılsızca bir şey olduğunu kabul etmişti.

Eğer daha yüksek bir akıl yoksa -ki yoktur ve varlığı hiçbir

şeyle ispatlanamaz- o hâlde bence akıl, yaşamın oluşumunu

meydana getirir. Akıl olmasa, benim için yaşam da olmaz.

Fakat bu akıl eğer yaşamın sebebi ise, yaşamı nasıl inkâr

edebilir ki? Ya da tam tersine yaşam olmasa, benim aklım

da olmaz; yani akıl yaşamın yaratığıdır. Yaşam her şeydir.

Akıl yaşamın meyvesidir ve bu akıl bu yaşamı inkâr etmektedir.

Bu noktada doğru olmayan bir şeyin var olduğunu

hissediyorum.

Yaşamın boş olduğunu gözlemlemek, öyle büyük bir

akıllılık değil. Bu düşünce en eski çağlardan beri dile getirilir;

hem de en basit insanlar tarafından bile. Fakat bu insanlar

yine de yaşamışlardır ve yaşıyorlar. Herkes nasıl oluyor

da yaşamayı sürdürüyor ve yaşamın akla uygunluğundan

bir an olsun şüphe etmiyor, bunu anlayamıyorum.

Bilgelerin bilgelikleriyle onaylanmış olan bilgim bana

şunu göstermişti ki, dünyada var olan canlı cansız her şey

son derece bilgeceydi; yalnızca benim durumum çok aptalcaydı.

Bu ahmaklar, yani insanların büyük bir çoğunluğu,

dünyadaki canlı cansız tüm varlıkların yapısı hakkında en ufak

bir şeyi bile bilmeden yaşıyorlardı. Fakat sonuçta bu insanlar

yaşıyorlardı ve yaşamlarının da son derece akla uygun

şekilde düzenlenmiş olduğuna inanıyorlardı.

Bütün bu düşünceler aklıma şu soruyu getirdi: “Ya henüz

bilmediğim bir şey varsa?” Cehalette işte aynen böyle

çalışır. Cehalet hep aynı şeyi söyler ve eğer bilmediği bir şey

karşısına çıkarsa onun saçma olduğunu söyler. Aslında insanlık

bir bütündür; yani yaşamış olan ve yaşayan tüm insanlar

sanki hayatın anlamını kavramış gibi davranırlar.

Çünkü onu kavramamış olsalardı, yaşayabilmiş olamazlardı.

Bilgeliğimiz ne kadar kesin olsa da, yine de yaşamın anlamını

öğrenmeyi bahşetmedi bize. Yaşayan bütün insanlar,

milyonlarca insan, yaşamın anlamından hiç şüphe etmiyor.

75

Hz. Muhammed

En karanlık çağlardan bugüne gelinceye kadar, yaşamın

boş ve anlamsız olduğunu bana da ispat eden o görüşleri tanıyan

tüm insanlar, buna rağmen yine de yaşamış ve yaşama

yine de bir anlam vermişlerdir.

Benim içimdeki ve çevremdeki her şey, maddî ve maddî

olmayan ne varsa, hepsi onların yaşam hakkındaki bilgilerinin

meyvesidir. Zekâmın bu yaşamı yargılama ve lanetlememe

yarayan araçları benim tarafımdan değil, onlar tarafından

meydana getirilmiştir. Ben doğdum, eğitildim, büyüdüm.

Onlar demiri yeryüzüne çıkardı ve işledi, onlar ormanı

açmayı öğretti, onlar inekleri ve atları ehlileştirdi, onlar ekin

ekmeyi öğretti, onlar birlikte yaşamayı öğretti, onlar yaşantımızı

sağlam biçime soktu, onlar bana düşünmeyi, konuşmayı

ve yazmayı öğretti. Yiyip içmem, giyinmem ve ders görüp

eğitilmem onlar sayesinde oldu. Onların eseri olan ben, yine

onların düşünce ve sözleriyle düşünerek onlara diyorum ki,

bunların hepsi boş ve anlamsızdır. “Bunda bir yanlışlık var!”

diyordum kendi kendime. Fakat bu yanlışlık neydi, işte onu

bulamıyordum.

Yakınımdaki insanların oluşturduğu dar çevreye baktığımda,

o soruyu anlamayan bir çok insan görmüştüm. Soruyu

anlamış ya da anlamaya çalışan bir çok insan ise yaşamın

sarhoşluğu içinde onu susturmuştu. Diğer yandan onu anlayan

ve yaşamlarına son verenler ile ne kadar kaçmaya çalışsalar

da, en sonunda onu anlayan ve yaşamlarını çaresizlik

içinde sürdürme zayıflığını gösterenler de vardı. Bu tahsilli,

zengin ve avare insanlardan oluşan benim de dahil olduğum

dar çevrenin bütün bir insanlık demek olduğu yanılgısı içinde

yaşamıştım. Bir zamanlar yaşamış ve şimdi yaşamakta

olan milyonlarca insan, birer insan değil, sanki bir tür hayvandı.

76

Tolstoy

Allah’la Birleşme

Tahsillilerin ve bilgelerin temsil ettiği şekliyle, yani akıl

yoluyla elde edilen bilgi, yaşamın anlamını inkâr etmektedir.

İnsanlığın büyük bir bölümü ise, bu anlamı akla dayandırılmamış

bilgide görmektedirler. Akla dayandırılmamış bu bilgi

ise inançtır; yani benim reddetmem gerektiğine inandığım

inanç; bir ya da üçlü bir Tanrı’ya, dünyanın altı günde yaratılmış

olduğuna, şeytana, meleğe ve benim aklımı kaybetmediğim

sürece kabul edemeyeceğim her şeye duyulan inanç.

İçinde bulunduğum durum dehşet vericiydi. Biliyordum

ki, akla dayalı bilgi yolunu izlediğimde yaşamı inkârdan

başka bir şey bulamayacaktım. Akla dayalı bilgiden çıkan

sonuç da şuydu: Hayat bir belâdır ve insanlar bunu bilirler.

Yaşamamak, insanların kendi elindedir. Fakat onlar yine

de yaşadılar ve yaşıyorlar. Ben de hayatın anlamsız bir

şey, bir belâ olduğunu çok iyi bildiğim hâlde yaşadım ve yaşıyorum.

Yaşamın anlamını kavramak için kendimi akıldan

kurtarmalıyım; yani bu anlam olmadan var olamayan akıldan.

İnançtan çıkabilecek en iyi sonuç işte buydu.

İçine düştüğüm çelişkilerle beraber iki yol açılıyordu

önümde: Ya benim akla yatkın dediğim şey benim düşündüğüm

kadar akla yatkın değildi ya da bana saçma görünen

şey düşündüğüm kadar saçma değildi. Böylece, akla dayalı

bilginin ilerleyişini gözlemlemeye başladım.

Akla dayalı bilginin ilerleyişini gözlemlediğimde ve sonuçlarını

kontrol ettiğimde, ortaya çıkan sonuçları tamamıyla

doğru buldum. Hayatın bir hiç olduğu sonucu kaçınılmaz

olarak karşıma çıkıyordu. Ben niçin yaşayayım? Benim bir

gölgeyi andıran yok oluşlu yaşamımdan gerçeğe ve ölümsüzlüğe

dair ne çıkar? Bu ölümsüz dünyada benim ölümlü

varlığımın anlamı nedir? Bu gibi soruları cevaplandırmak

için hayatı araştırmaya kalkışıyordum.

77

Hz. Muhammed

Yaşadığım bütün sorularımın çözümü, anlaşılacağı üzere

beni tatmin etmiyordu. Çünkü benim sorum ilk bakışta

her ne kadar yalın görünse de, ölümlüyü ölümsüzlük yoluyla

açıklamaya ya da tersine daveti kapsıyordu. Kendime soruyordum:

“Benim yaşamımın zaman, sebep ve mekân dışı

anlamı nedir? Yaşamımın zamana, sebebe ve mekâna bağlı

anlamı nedir?” Derin ve zahmetli bir düşünme eyleminden

sonra cevabım her defasında şu oluyordu: “Hiç!” Gözlemlerimde

hep ölümlüyü ölümlüyle, ölümsüzü ölümsüzle karşılaştırmıştım.

Bunu başka türlü de yapamazdım; çünkü bundan

başka yapılabilecek bir şey yoktu. Bundan dolayı vardığım

sonuç olması gerektiği gibiydi: “Kuvvet kuvvettir, sonsuzluk

sonsuzluktur, hiçlik hiçliktir.” Bundan başka bir sonuca

ulaşmam mümkün değildi. “Nasıl yapmalıyım?” sorusunu

nasıl sorarsam sorayım, onun cevabı “Allah’ın yasasına

göre!” olacaktır. “Benim şimdiki hayatımdan ne çıkar?”

“Sonsuz azap ya da sonsuz mutluluk.” “Ölümün mahvetmediği

anlam nedir?” “Sonsuz olan Allah ile birleşmedir; cennettir.”

Böylece şunu zorla kabul etme durumuna geldim: O

döneme kadar bana göre biricik ve kesin sayılan akla dayalı

bilginin yanında, bütün insanlığın akıl dışı bir başka bilgisi

vardı. Bu bilgi, insana yaşamak ve yaşamını sürdürmek imkânı

veren yaratıcının kurgusuna olan inançtı.

İnancın bütün akıl dişiliği benim için o güne kadar ne

ise, öyle kaldı; fakat onu kabul etmek zorunda kaldım. Çünkü

yalnızca o, insanlığın yaşamın anlamına dair sorduğu sorulara

cevaplar buluyor ve bunun sonucunda da yaşama imkânı

sağlıyordu.

Akla dayalı bilgi beni hayatın saçma bir şey olduğunu

kabullenmeye sürüklemişti; yaşamım durmuş, donuklaşmış

ve ben de onu yok etmek arzusuna kapılmıştım. İnsanlara,

bütün insanlığa bakıyordum ve görüyordum ki, insanlar

yaşıyorlardı. Üstelik yaşamın anlamını bildiklerini iddia

ediyorlardı. Sonra kendime baktığımda görüyordum ki, ben

78

Tolstoy

yaşamın anlamına dair sorulara cevaplar bulduğum sürece

yaşıyordum. Diğer insanlara olduğu gibi bana da yaşamın

anlamını ve yaşama imkânını inanç vermişti.

Başka ülkelerin insanlarına, çağdaşlarıma ve ölmüşlere

baktığımda, yine aynı şeyi görüyordum. İnsanlığın başlangıcından

itibaren, yaşamın olduğu her yerde, yaşama imkânını

ve iradesini inanç veriyordu. İnancın ana çizgileriyse her

yerde hep aynıydı.

‘Allah’ı bulmak gerek’

İnanç hangi cevapları verirse versin ve bu cevapları kime

verirse versin, inancın verdiği her cevap insanın ölümlü

varlığına sonsuzluk anlamı katıyordu; yani acılarla, fedakârlıklarla

ve ölümle yok olmayan bir anlam. Bu demektir ki,

yaşamanın anlamı ve imkânı yalnızca inançta bulunabilir.

Peki inanç nedir? Şunu kavradım ki, inanç yalnızca görülmeyen

varlıkların açığa çıkması, yalnızca vahiy değildir. (Bu,

inancın özelliklerinden yalnızca birinin tanımıdır.) İnsanın

Allah ile ilişkisi değildir. (Önce inancı sonra Allah’ı tanımlamak

gerekir. Yani, Allah aracılığıyla inancı değil.) Dinî kabul,

inancın çoğunlukla insanın Allah ile ilişkisi ve insana söylenmiş

olan şeylerin kabul edilmesi olarak anlaşılır. Oysa inanç,

insan yaşamının ya da anlamının öğrenilmesidir. O sayede

insanın kendi varlığını yok etmeyerek yaşamını sürdürdüğü

şeydir. İnanç, yaşamın gücüdür. İnsan yaşıyorsa, bir şeylere

de inanıyordun Eğer ona bir şeylerin yaşamayı emrettiğine

inanmasa, o zaman yaşayamaz. İnsan, ölümlünün bir gölgeden

ibaret olduğunu kavrıyorsa, o zaman sonsuz olana inanmak

zorundadır. Çünkü inançsız yaşanamaz. Bugün bütün o

iç çatışmalarımın başlangıcını ve gidişatını hatırladığımızda

ürperiyorum. İnsanın yaşayabilmesi için ya sonsuz olanı

görmemesi ya da bir cevaba ulaşmış olması gerekir. Benim

böyle bir cevabım vardı ama ölümlüye inandığım sürece ona

ihtiyaç duymuyordum. Akılla onu sınamaya başladığımda,

79

Hz. Muhammed

aklın ışığı karşısında o zamana kadar geçerli olan bütün

açıklamalar silinip gitti ve ölümlüye inanmaya son verdiğim

zaman geldi artık. Bildiğim şeylerin akla yatkın temellerine

dayanarak, kendime yaşamın anlamını verebilecek bir açıklama

çıkarmaya başladım. Fakat bir açıklama bulmak mümkün

olmuyordu; insanlığın en seçkin bilgeleri ve dehâlarıyla

aynı sonuca ulaşıyordum:

Cevabı deneysel bilimlerde aradığımda ne yapmıştım?

Ne için yaşamakta olduğunu bilmek istemiş ve bu amaç

için benim dışımda olan her şeyi araştırmıştım. Farklı konularda

pek çok şey öğrenmiştim ama asıl ihtiyaç duyduklarıma

dair hiçbir şey bulamamıştım.

Cevabı felsefî bilimlerde aradığımda ise, benimle aynı

durumda olan ve niçin yaşıyorum sorusuna cevap bulamayan

yaratıkların düşünce yapısını araştırmıştım. Tabiî ki kendimin

de bildiği şeyden başkasını öğrenememiştim; yani, insanın

hiçbir şey bilemeyeceğini.

“Ben neyim?” Cevap: “Ölümlü olanın bir parçası.” İşte,

bütün mesele bu kelimelerde saklı.

İnsanlık, her zekî çocuğun kendiliğinden ağzından dökülebilecek

bu basit soruyu, sanki benden önce kimse sormamış

gibi kendine soruyordu.

Hayır, bu soru insanlar var edildiği ilk andan beri sorulmuş

ve cevap aranmıştır. İnsanlar var edildiği andan, daha

en baştan belliydi ki, bu sorunun çözümü için ölümlüyü

ölümlüyle, sonsuzu da sonsuzla ölçmek hep yetersizdir. İnsanlık,

yaratıldığı andan bugüne kadar ölümlünün sonsuzla

ilişkisini aramış ve bunu kelimelere dökmüştür.

Ölümlünün sonsuzla karşılaştırıldığı yaşamın anlamını

içeren bütün o kavramları -Allah, özgürlük, iyilik vs.-

hepsini mantıkî bir incelemeden geçirelim. Bu kavramlar aklın

eleştirisini kaldıramazlar. Çok korkunç değilse bile, bizim

kibir ve avuntuyla kendimizi kandırmamız çok gülünç ve

80

Tolstoy

çocukça bir şey değil midir? Hani saati parçalayıp zembereğini

bozan, onu bir oyuncak gibi kullanan ve sonra da “Saat

artık niye çalışmıyor?” diye şaşıran çocuklar gibi.

Sonlu ile sonsuz arasındaki çelişkinin çözümü kaçınılmaz

ve çok önemlidir. Aynı şekilde yaşamı mümkün kılan,

yaşama dair soruların cevabı da öyle. Her yerde, her zamanda

ve bütün milletlerde bulduğumuz bu yegâne çözümü

-bu çözüm, içinde insanların yaşamlarının kaybolduğu

bir zamanın sonucudur; benzerini bir daha bulamayacağımız

kadar güç bir çözüm- sırf herkese özgü olan ve cevap

bulamadığımız o soruyu tekrar sormak için sorumsuzca yıkıyoruz.

Sonsuz bir Allah kavramı; ruhun kutsallığı kavramı; insanî

şeylerin kutsallığı kavramı; insanî şeylerin Allah’la birlikteliği;

ruhun niteliği ve iyi ile kötü konusundaki insan tasarımları,

işte bütün bunlar, insan düşüncesinin uçuk sonsuzluğunda

ortaya getirilmiş kavramlardır. Onlar olmazsa

yaşamın kendisi de olmaz.

İnsanlığın bütün bu düşünce emeğini bir yana atarak,

her şeyi yeni baştan ve kendi düşüncelerime göre kurmak istiyordum.

O zamanlar böyle düşünüyordum. Bu düşüncelerin

temelleri içimde zaten mevcuttu. Şunu artık iyice kavramıştım

ki: İnancın verdiği cevaplarda insanların en derin bilgeliği

saklıydı ve akla dayanarak onları yadsımaya hakkım

yoktu. Bu cevaplar sadece ve sadece yaşamın sorusuna cevap

veriyordu.

Hıristiyanlığı Kabul Edemiyorum

Artık her türlü inancı kabullenmeye hazırdım. Ancak bu

kabulleniş bana pek huzur vermiyordu. Bir inancı kabullenirken

ondan istediğim şey benden aklın inkârını istememesi

ve bir yalan olmamasıydı. Budizm’i ve İslâmiyet’i kutsal

kitaplarına müracaat ederek incelemeye başladım; her şey-

81

Hz. Muhammed

den önce kutsal metinlerden ve çevremde yaşayan dindar

insanlardan başlayarak Hıristiyanlığı incelemeye koyuldum.

Doğal olarak her şeyden önce kendi çevremdeki inançlı

insanlara yöneldim. Ardından bilginlere, Ortodoks ilâhiyatçılara,

papazlara, yaşlılara, yeni akıma mensup Ortodoks ilâhiyatçılara

ve hatta yeni Hıristiyanlar diye nitelenenlere yöneldim;

hani şu “Mutluluk, ruhun kurtuluşu inancına bağlıdır.”

diye vaaz edenlere. Bu dindar insanlara bağlandım ve

onları yaşamın anlamını içinde gördükleri inançlarının nelerden

ibaret olduğu konusunda sorguya çektim.

Akla gelebilecek her türlü itirafta bulunduğum ve her

türlü zihniyet kavgasından uzak durduğum hâlde, bu insanların

inancını kabul edemiyordum. Onların inanç diye nitelendirdikleri

ve kabullendikleri şeyin bir açıklama değil, daha

ziyade yaşamın anlamının bir çeşit yok edilişi olduğunu

gördüm. Onlar, beni inanca götüren yaşam sorusunu cevaplamak

adına inançlarına sımsıkı bağlanmış değillerdi; tam

tersine bana yabancı olan başka inanış ve amaçlar için bağlanmışlardı.

Bu insanlarla bir araya her gelişimde içimi dolduran

umuttan sonraki o duyguyu, yani dehşetin, eski çaresizliğimin

içine geri dönüşün o azap verici duygusunu unutamıyorum.

İnanç öğretilerini bana ne kadar sık ve ayrıntılı anlatıyorlarsa,

ben de onların karmakarışık kafalarını o kadar iyi

tanıyor ve onların inancında yaşamın anlamına dair cevapları

bulma ümidimi tamamen kaybediyordum. Bana itici gelen,

inanç öğretilerinin açıklanmasında bana hep yakın gelen

gerçeklere bir çok yararsız ve mantıksız şeyler karıştırmaları

meselesi değildi; bu insanların yaşamlarının da aynı benimki

gibi olması beni itiyordu. Onlarla benim aramdaki tek fark,

inanç öğretilerinin gösterdiği ilkelere yaşamlarının hiç de

uymuyor olmasıydı. Çok net olarak görüyordum ki, onlar da

82

Tolstoy

yanılıyorlardı ve onlar da tıpkı benim gibi tek bir yaşam anlamına

sahiptiler: Ömür elverdiği sürece yaşamak ve elin ulaştığı

her şeyi almak. Bunu çok iyi kavramıştım. Çünkü,

eğer sahip olmakla feragat, acı ve ölüm korkusunu yok edecek

bir zihniyetleri olsaydı, bunlardan korkmazlardı. Sonuçta

benim çevremin insanları ve dindarları da aynı benim gibi

refah ve bolluk içinde yaşıyorlardı işte. İşlerini büyütmeye

ya da ellerinde tutmaya çalışıyorlar, feragatten, acıdan,

ölümden korkuyorlar ve aynı benim gibi, öteki inançsızlar

gibi yaşıyorlardı. İsteklerini doyurarak, inançsızlardan daha

kötü değilse bile en az onlar kadar kötü yaşıyorlardı. Hiçbir

görüş beni onların inançlarının doğruluğuna inandırmazdı.

Bana yokluğun, hastalığın ve ölümün verdiği korkuyu yok

edecek bir yaşam duygusuna sahip olduklarını açıklayacak

davranışlar gerekliydi; ancak o davranışlar beni onların samimiyetine

inandırabilirdi. Fakat bu türlü davranışları benim

çevremdeki inançlı kişilerde görmüyordum. İlginçtir ki,

bu davranışları çevremdeki en inançsız denilebilecek insanlarda

görüyordum.

Böylece benim için bazı şeyler açıklığa kavuştu. Bu insanların

inancı benim aradığım inanç değildi. Onların inancı

inanç değil, sadece hayatın Epikürcü zevklerinden biriydi.

Anlamıştım ki, bu inanç insana teselli veremezdi; belki ancak

ölüm döşeğinde pişmanlık duyan birine yararlı olabilirdi.

Ancak insanların o büyük çoğunluğuna bir fayda getiremezdi;

yani başkalarının emeğini sömürerek zevk almak

üzere yaratılmamış, bütün insanlık yaşayabilsin, yaşamını

sürdürebilsin diye yaşamı var etmek üzere yaratılmış insanlara

bir fayda getirmesi mümkün değildi.

Yaşama bir anlam vermek için uğraşan milyarlarca insan,

bunların dışında gerçek bir inancın ve imanın bilgisine

sahip olmak zorundalar.

“Yaşamın anlamı nedir?” şeklindeki sorum ve “Bir

dert!” şeklindeki cevap tamamen doğruydu. Yanlış olan şuy-

83

Hz. Muhammed

du: Sadece bana yönelen cevabı, ben genel olarak yaşama

aktarıyordum. Kendi kendime “Yaşantımın anlamı nedir?”

diye sormuş ve cevabı almıştım: “Bir dert ve bir anlamsızlık!”

Şüphesiz benim yaşam biçimim, yani şımarıklık, zevk

ve sefa dolu bir yaşam, anlamsız ve kötüydü gerçekten. Bu

yüzden “Yaşam kötü ve anlamsızdır.” cevabı genel olarak insan

yaşamına değil, benim yaşamıma aitti. Daha sonraları

Hıristiyanlıkta bulduğum gerçeği, yani insanların ışıktan çok

karanlığı sevdiğini, karanlık işlerle uğraşanların ışıktan nefret

ettiklerini ve yaptıkları işlerin aydınlığa çıkmasından

korktukları için de ışığa doğru ilerlemediklerini kavradım.

Açık ve net olan bir gerçek vardı: “Yaşamın anlamını

kavramak için her şeyden önce yaşamın anlamsız ve kötü olmaması

gerekiyordu.” Ben ne diye uzun bir süre böyle apaçık

bir gerçeği görmeden dolaşmıştım, bilemiyorum. İnsan

eğer insanlığın yaşamı hakkında düşünmek ve konuşmak isterse,

birkaç asalağın yaşamı üzerinde değil, insanlığın yaşamı

üzerinde düşünmek ve konuşmak zorundadır. Bu gerçek

2×2=4 gibi bir gerçektir. Bunu ben görememiştim. Çünkü

2×2=4 olduğunu kabul etseydim, kendimin iyi olmadığını

kabul etmek zorunda kalacaktım. Oysa kendimi iyi hissetmek

benim için 2×2=4’ten daha önemli ve daha gerekliydi.

Ancak şimdi, iyi insanları sevmeye başladıktan ve kendimi

nefrete lâyık bulduktan sonra, gerçeği kabul ediyordum. Benim

için her şey artık açıklığa kavuşmuştu.

Bir kuş uçtuğu, yem topladığı ve yuva kurduğu sürece

yaşamını sürdürür. Kuşların bu yaşam çabalarını görünce

onların duyduğu sevinçten sevinç duyuyorum. Keçi, tavşan,

aslan; hepsi de beslenmek, çoğalmak ve yavrularını beslemek

zorunda oluşlarına imkân veren yaşam şartlarının içinde

bulunmaktalar. Biliyorum ki, eğer onlar bunu yapıyorlarsa

mutludurlar ve yaşamları kendi yaşam kurgulan içinde

tutarlı ve mantıklıdır. Peki, insan ne yapmak zorunda? O da

yaşamın içinde tıpkı hayvanlar gibi mücadele etmek zorun-

84

Tolstoy

da. Aralarında yalnızca bir fark var; eğer insan yaşamı tek

başına alt etmek isterse mahvolur. İnsan, yaşamı sadece kendisi

için değil, herkes için alt etmek zorunda. Eğer bunu yapıyorsa

mutludur, yaşamı da mantıklıdır.

Peki, ya ben bugüne kadarki otuz yıllık bilinçli yaşamım

süresince ne yaptım? Bırakın başkaları için mücadele etmeyi,

kendim için bile mücadele etmedim. Bir asalak olarak yaşadım

ve kendime “Yaşamanın amacı nedir?” diye her sorduğumda

şu cevabı aldım: “Amaçsız!”

Dünya yaşamı, herhangi bir iradeye göre gerçekleşmektedir.

Biri, dünyanın varlığıyla ve bizim yaşamlarımızla kendine

özgü bir eser gerçekleştirmektedir. Bu iradenin anlamını

kavramak ümidine sahip olmak istiyorsak, her şeyden önce

onun isteklerini yerine getirmek, bizden isteneni yapmak

zorundayız. Eğer benden isteneni yapmazsam, bu durumda

benden istenen şeyi asla kavrayamam. Bunun sonucunda da

hepimizden, bütün bir insanlıktan isteneniyse hiç kavrayamam.

Allah’ı Arayış

Akıl yoluyla edinilen bilginin insanı yanılgıya götürdüğü

görüşü, verimsiz düşüncelere kapılmak hatasına düşmemem

noktasında bana yardımcı oldu. Gerçeğin bilgisinin ancak

yaşam yoluyla bulunabileceğine emin olmam, beni yaşamın

doğruluğundan şüpheye çağırdı. Beni kurtuluşa götüren

yol, ben merkezciliği kavramam ve yalnızca bunun gerçek yaşam

olduğunu anlamam olmuştu. Anladım ki, ben eğer hayatı

ve anlamını kavramak istiyorsam, bir asalak hayatı sürmek

istemiyor ve gerçek yaşamı istiyorsam, gerçeklerin ayrımına

varmış insanlığın ona verdiği anlamı kavradıktan sonra bu

hayatla birleşmek ve onu incelemek zorundaydım.

Tam o sıralarda başıma ilginç bir olay geldi. “Yaşamıma

bir kurşunla mı yoksa bir ilmekle mi son vereyim?” diye dü-

85

Hz. Muhammed

şündüğüm yıl, kalbim bahsettiğim bu düşünceler nedeniyle

hüzünlü bir duyguyla dağlanıyordu. Eğer bu duyguya bir

isim vermek gerekiyorsa “Allah arayışı” diyebilirim. Bunu

en içten inancımla tekrarlıyorum: Bu Allah arayışı, düşünceyle

değil duyguyla ilişkili bir arayıştı. Bu bir korku, bir terkedilmişlik,

bir yalnızlık duygusuydu; evrenin orta yerinde,

belli belirsiz bir yardım beklentisinin ve umudunun duygusuydu.

Allah’ın varlığını ispatlamanın olanaksız olduğuna

iyice inanmışbm. Çünkü, Kant bunu ispatlamanın mümkün

olmadığını ispatlamış ve ben de bunu anlamıştım. Yine de

her şeye rağmen Allah’ı arıyor, onu bulacağımı umuyordum.

Aradığım ve bulamadığım Allah’a, âdet olmuş bir dua

ile yönelmekten de geri kalmıyordum. Bazen Kant’ın ve

Schopenhauer’in seslendirdiği Allah’ın varlığının ispatlanamazlığı

hakkındaki gerçeklerini tartıp ölçüyor, bazen de bu

gerçekleri çürütmeye çalışıyordum. Bunun sebebinin, mekân

ve zaman gibi bir düşünce kategorisinin olmadığını düşünüyordum.

Eğer ben varsam, bunun bir sebebi Allah denen

şeydi. Bu düşüncenin üstünde duruyor ve varlığımın bütün

yetenekleriyle bu sebebin bilincine ermeye çalışıyordum.

Ancak iradesine tâbi olduğumuz bir gücün var olduğunun

bilincine ulaşır ulaşmaz, yaşamın imkânını hissettim. Fakat

kendime sorular sormaya devam ettim: “Bu sebep, bu kuvvet

nedir? Onun hakkında ne düşünmeliyim ve Allah dediğim

şeye karşı nasıl davranmalıyım?” Sorduğum tüm bu soruların

karşılığında, bilinen cevaplardan başka şey gelmedi

aklıma: “O yaratandır, yaşatandır.”

Bu cevaplar beni hiç tatmin etmedi. Yaşamak için ihtiyacım

olan şeyi kaybettiğimi hissettim. Ruhumu bir korku sardı

ve aradığım şeye dua etmeye başladım, ondan bana yardım

etmesini diledim. Dua ettikçe bir şeyi çok açıkça anladım

ki, o beni duymuyordu. Kalbim, Allah’ın olmayabileceği

şüphesiyle dolmuştu. O anda yine dua ettim: “Efendim,

bana acı, beni kurtar! Efendim, Allah’ım, bana yol göster!”

86

Tolstoy

Fakat hiç kimse bana acımadı ve ben yaşamımın tamamen

durduğunu hissettim.

Çok farklı taraflardan bakarak hep şu sonuca varıyordum:

Ben sebepsiz ve anlamsız olarak dünyaya gelmiş olamazdım.

Kendimi benzer durumda hissettiğim gibi, yuvadan

düşmüş sırt üstü yatan bir yavru kuş da olamazdım.

Hem öyle olsa bile, yuvadan düşmüş, sırt üstü yatan bir kuşcağız

yüksek çimenlerin arasında ötüyordu. Ötüyordum;

çünkü annemin beni yüreğinin altında taşıdığını, ısıtıp beslediğini,

sevdiğini biliyorum. Nerede o anne? Ben eğer doğurulmuşsam,

kim doğurmuştu beni? Birinin beni severek

dünyaya getirdiğini kendimden saklayamam ki! Peki, bu birisi

kim? Yine Allah.

‘Sebepsiz bu dünyaya gelemezdim’

O, benim arayışımı biliyor, çaresizliğimi ve savaşımı da

görüyordu. “O var!” dedim kendi kendime ve bunu kabul

etmem yetti. O anda yaşam içimde kıpırdandı ve ben varlığın

imkânını, sevincini hissettim. Ancak kısa bir an sonra,

Allah’ın varlığını kabullenmek düşüncesinden ona olan ilgiyi

aramaya geçtim. Karşımda yine üç değişik kılıkta kurtarıcı

oğlunu bize gönderen yaratıcımız, Allah vardı. Bu dünyadan

ve benden kopmuş olan Allah, bir buz parçası gibi gözlerimin

önünde eriyip gitti ve sonunda yine bir hiçlik kaldı. Yaşam

pınarının yine kuruduğunu hissettim. Beni yine kuşku

ve o kötü duygu sardı: Kendimi öldürmekten başka çıkar yol

olmadığı duygusu. Fakat en kötüsü, bunu becerecek durumda

olmadığımı hissediyor olmamdı.

Çok iyi hatırlıyorum, bahardı ve ormanda yalnızdım.

Ormanın sesine kulak vermiştim. Dinliyor ve tek bir şeyi düşünüyordum.

Zaten son üç yılda hep o tek ve aynı şeyi düşünmüştüm.

Yine Allah’ı arıyordum.

87

Hz. Muhammed

“Pekâlâ, Allah yok!” dedim kendi kendime. Benim hayal

gücümün ürünü olmayıp da gerçek olan, yani hayatım gibi

gerçek biri yok. Yok böyle biri ve hiçbir şey, hiçbir mucize

böyle bir şeyi ispatlayamaz. Çünkü, mucizeler benim hayal

gücümün ürünleri ve üstelik de mantığa aykırı. “Ya benim

aradığım yaratıcı kavramı? Peki bu kavram nereden geliyor?”

diye sordum kendi kendime. Bu düşünceyle birlikte

içimde yaşama sevinci dalgalanmaya başladı. Çevremdeki

her şey yaşam gücü ve anlam kazandı. Fakat sevincim yine

uzun sürmedi. Akıl işlemeye devam ediyordu: Bir yandan

“Allah tasavvuru Allah değildir!” diyordum kendi kendime.

Sonra da “Tasavvur, benim içimde cereyan eden bir şeydir.

Yaratıcı tasavvuru benim içimde uyandırıp uyandıramadığım

bir şey. Ben onsuz hayatın olmayacağı bir şeyi arıyorum.”

diyordum. Şimdi içimdeki ve çevremdeki her şey yine

ölüyordu ve ben yine kendimi öldürmek istiyordum.

Sonunda kendimi inceledim ve içimde neler oluyor diye

kendime baktım. Ölmeye ve dirilmeye dair yüzlerce olay hatırladım.

Gördüm ki, ben yalnızca Allah’a inandığımda yaşıyordum.

Allah’ı düşünmem yetiyordu, o zaman hemen diriliyordum.

O’nu unuttuğum, O’na inanmadığım zamanlarda

ise, yaşam da yok oluyordu. Yaşamın bu diriliş ve ölümleri

neydi? Allah’ın varlığına inancı kaybettiğimde, sanki yaşamla

ilgili bağlarım da kopuyordu. Allah’ı bulmak konusunda

az da olsa umudum olmasa, yaşamıma çoktan son verirdim.

Fakat yaşıyordum. O’nu hissettiğim ve O’nu aradığım zaman

yaşıyordum. Öyleyse, O vardır. O, O’nsuz yaşanmayan

şeydir. Allah’ı bilmek ve yaşamak, bir ve aynı şeydir. Allah

yaşamdır. Allah’ı arayarak yaşadığın takdirde, yaşam Allah’sız

olmaz.”

Eskisinden çok daha güçlü bir şekilde içimdeki ve çevremdeki

her şey ışıldadı ve bu ışık yaşantımda beni bir daha

hiç terk etmedi. Böylece intihardan kurtuldum, içimdeki bu

değişimin ne zaman ve nasıl gerçekleştiğini dile getiremez-

88

Tolstoy

dim. Nasıl içimdeki yaşama gücü farkına varmadan yavaş

yavaş yok olmuş ve yaşamanın imkânsızlığının, durgunluğunun

ve intiharın gerekliliğin farkına varmışsam, aynı şekilde

yaşama gücü yavaş yavaş içime geri dönmüştü. Bana

geri dönen bu yaşam gücü yeni değil, yaşamımın ilk günlerinde

bana eşlik eden en eski güçtü. Her bakımdan en eskiye,

çocukluk ve gençlik yıllarımın görüşüne, yani beni meydana

getiren ve benden bir şeyler isteyen iradeye inanmaya

geri dönmüştüm. Yaşamımın tek ve başlıca amacının daha

iyi bir insan ve bir iradeyle büyük bir uyum içinde olmak olduğu

düşüncesine dönmüştüm. Bu iradenin ifadesini, benden

saklı duran ve uzak bir geçmişte bütün insanlığı kendi

düsturu hâline getiren şeyde bulacağım düşüncesine dönmüştüm.

Yani kısacası, Allah’a inanmaya, ahlâkî bir mükemmelleşmeye

ve yaşamın anlamını bahşeden geleneğe dönmüştüm.

Yalnız bir şey farklıydı: O zaman bütün bunları bilinçsizce

kabulleniyordum; şimdi ise artık bu olmadan yaşayamayacağımın

farkındaydım.

Başımdan geçenleri şöyle ifade edebilirim: Ne zamandı

bilmiyorum; neresi olduğunu bilmediğim bir sahilde beni bir

kayığa oturttular ve sonra kayığı karşı kıyıya yönelttiler. Kürekleri

elime verip beni yalnız bıraktılar. Küreklerle elimden

geldiği kadar uğraştım ve ilerledim. Ancak ben açıldıkça beni

o bilmediğim yere götüren akıntı da şiddetleniyordu.

Ulaşmam gereken hedeften farkında olmadan uzaklaşıyordum.

Etrafımda benim gibi akıntıya kapılan bir çok kürekçinin

olduğunu gördüm. Bazıları durmadan kürek çekmeye

devam ederken, bazıları küreklerini çoktan fırlatıp atmıştı.

Koca kayıklar, dev gibi gemiler insanlarla doluydu. Bir kısmı

akıntıya karşı çabalamaya devam ederken, bir kısmı kendini

akıntıya bırakmıştı. Ben de bir yandan ilerleyip bir yandan

da akıntının aşağılarında kalan yolcuların ardından bakarken,

bana gösterilen yönü unuttum. Tam da akıntının ortasında,

aşağı doğru giden kayık ve gemilerin kalabalığında

89

Hz. Muhammed

yönümü iyice kaybettim. Her yanımdan tayfalarının neşeli

zafer çığlıkları attığı yelkenliler, gemiler ve kürekli kayıklar

geçiyor, akıntının aşağılarına doğru giderlerken bana “Başka

bir yön yok!” diye sesleniyorlardı. Ben de onlara inanıyordum

ve onlarla birlikte ilerliyordum. Böylece çok uzaklara

yol aldım. Öyle uzaklara gittim ki, ortasında yolumu şaşırdığım

hızlı akıntıların gürültüsünden başka ses duyamaz oldum

ve kayıkların orada nasıl parçalandığını gördüm. Ve

bütün bu gördüğüm, yaşadığım şeylerin dehşetinden olsa

gerek, kendime geldim. Uzun süre, bana ne olduğunu anlayamadım.

Önümde yalnızca koşar adım yaklaştığım ve

korktuğum yok oluşu görüyor, hiçbir yerde kurtuluş göremiyordum.

Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. O zaman geriye

doğru baktım ve sayısız kayık gördüm. İnatla, büyük bir

savaş vererek akıntıyı geçiyorlardı. O anda kıyıyı, kürekleri

ve yönümü hatırladım. Geriye döndüm ve akıntıya ters yönde,

kıyıya doğru kürek çekmeğe başladım.

Kıyı Allah’tı; yön gelenek, kürekler ise bana verilen özgürlüktü.

Ve bunlar bana kıyıya ulaşmaya çabalayayım, Allah’la

birleşeyim diye verilmişti.

 

 

Tags:
Paylaş
0 Yorum

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account