319efa83ae3ccdd09db3682cf43da815d7bc882d65bcd920cf2579c589630

Ben Sarya Demir. Saplandığı bataklıkta ölmeyi bekleyen bir zavallıyım. Satırlarına acılarımı döktüğüm sayfaları koparacak cesaretim var ama kendimi kurtaracak cesaretim hiç olmadı.

Titrek ellerim beceriksizce defterin ince yaprağını kavradı ve içinde bulunduğu sessizliği delip geçen bir keskinlikle onu ait olduğu yerden kopardım. Zavallı sayfada özensiz el yazım okunurken oturduğum toprak zeminde duran ucuz çakmağı aldım. Ve bir an bile tereddüt etmeden tutuşturdum cansız kağıt parçasını.

Alevler geçtiği yerleri yakıp kül ederken sanki gözlerimin önünde kül olan bir kağıt parçası değil kabuslarım ve itiraz edemediğim her şeydi. Soğuk bir gülüş beliren yüzümde kaybettiğim savaşlarımın ruhumdaki derin izlerini ilk gün ki gibi hissediyordum. Kabuk bağlayan yaralarım hiç bu kadar kanamamış silikleşmeye başlayan izlerim hiç bu kadar acımamış gibiydi. Dolan gözlerim görüşümü bulanıklaştırdığında kesik bir nefes firar etti dudaklarımdan.

Sonbaharda yaprak döken ağaç dalları ferahlatıcı bir esinti ile dans ederken itin kopuğun bile uğramadığı parkın boş banklarında gezindi bakışlarım. Çocukluğumdan beri insanlardan uzak yerleri severdim hep. Sessizliğin dinginliğin ve özgürlüğün kelime anlamıydı benim için burası. Kendimle baş başa kaldığım ruhumun ve bedenimin en güvende olduğu yerdi.

Oysa bir insanın kendini güvende hissettiği yer evi olmalıydı. En mutlu ve huzurlu olduğu alan o dört duvar arasında olmalıydı belki de. Ama benim için işler öyle yürümüyordu. Kendi evine bile ait olmayan bir insan için hayat farklı bir şekilde akardı. Yaralarına değe değe kanata kanata. İşte böyleydi benim hayatım. On dokuz yıl tam on dokuz yıl boyunca her şeye sahiptim ama hiçbir şeyim yoktu benim. Aldığım nefesten başka.

Umutlarım hayallerim var mıydı bir zamanlar? Anımsaması güç. Fakat şimdi koca bir boşluk ibarettim. Ve kuruyan dallardan yere dökülen sararmış yapraklar kadar değersiz. Dolan gözlerimdeki yaşlar ansızın hissizliğin ateşinde kavururken zihnimi, yine anti depresanların verdiği uyuşukluk ve hissizlik halindeydim. Ne üzüntü ne mutluluk. Şu andan itibaren her şeye sağır ve kördüm.

Oturduğum toprak zeminden arkamdaki terk edilmiş kütüphane binasının duvarından destek alarak ayağa kalktım. Ellerim otomatikman siyah ceketimin kapüşonuna gittiğinde uzun sarı saçlarımı ve renksiz bir ölüden hallice olan yüzümü kapüşonumla kamufle ettim. Hiç kimseydim artık.

Birkaç uzun adımda ayaklarım güvercinlerin gezindiği taş zeminle buluştu. Nereye gideceğimi bilmiyordum. Bildiğim tek şey o eve gitmek istemediğimdi. Güneş yavaş yavaş ufukta kaybolurken bakışlarım düşünceli bir şekilde kızıla çalan gökyüzünde gezindi. Karar vermiştim eve olabildiğince geç gidecektim. O yüzden yıllarca yollarını ezberlediğim şehrin sokaklarında gezinmeye karar verdim.

Adımlarım sinir bozucu bir yavaşlıkla evlerin sıklıkla dizildiği boş sokaklara yönelirken ciğerlerime çektiğim nefes kısa süren bir huzur vermişti. Bu tıpkı uyuşturucu ve alkolün verdiği o rehavetten farksızdı.

Köhne sokak lambaları karanlığın suya düşen bir damla katran gibi yer yüzünü örtmesi ile yanıyor ve cılız bir şekilde etrafı aydınlatıyordu.

Zihnimde dolanan bin bir düşünce ile asfalt yolu adımlarken ne kadar ilerlediğimin farkında değildim. Bakışlarım ara ara kararmış gökyüzünde ve yeni yeni beliren yıldızlarda geziniyordu. Bazen de harabe evlerin bahçelerinde ve terk edilmiş çıkmaz sokaklarda en az onlar kadar terk edilmiş siluetlere bakıyordum.

Adımlarım eskisine nazaran daha hızlı bir ritim kazanmıştı. Sokakların içinden bir gölge gibi akıp giderken kulağımı dolduran ve yüreğimin ta derinlerinde yankı bulan hüzünlü bir akordeon sesi duyuldu. Tanıyordum bu sesi. Meraklı ve öncesinden daha anlamlı bakan gözlerim etrafı tarıyor ve sesin kaynağını bulmaya çalışıyordum.

Bakışlarım çok geçmeden biraz ilerideki kırmızı panjurlu ahşap evin olduğu çıkmaz sokakta durdu. Adımlarım heyecanla öne doğru atılırken kulaklarımı dolduran o hüzünlü sesin tadını çıkarıyordum bir yandan. Sanki o melodi belime sarılmış bir halattı ve beni her notada biraz daha kendine çekiyordu.

Ahşap evin çıkmaz sokağına ulaşmam çok uzun sürmemişti. İçinden göklere doğru kıvılcımların yükseldiği çürümüş varilde yanan ateş lambaları sönmüş çıkmaz sokağı kendine has ışığı ile aydınlatıyordu. Ateşin etrafında tuğla ya da Pazar kasalarına oturan kalabalıkta mavi montlu sarışın genci fark etmek pek de zor olmamıştı. 14 yaşında ya vardı ya yoktu. Mavi gözleri donukça ateşe bakarken parmakları akordeon tuşlarında geziniyordu ve kolları ile enstrümanın gövdesini hareket ettiriyordu.

Bir hayaleti aratmayacak sessizlikte yanına vardığımda oturduğu kaldırımda yanına tünedim. Bakışları ansızın beni bulurken aramızda gözlerimizle yaptığımız kısa bir selamlaşma geçti. O usulca akordeonunu çalmaya devam etti. Ben de onun muhteşem sanatına kulak misafiri oldum.

Çaldığı parça son bulduğunda bir okyanusu andıran mavi gözleri yüzüme çevrilmişti. Bakışlarında rotasını kaybetmiş bir yelkenli ve o yelkenlinin içindeki mahsur kalmış çaresiz denizciyi bariz bir şekilde görebiliyordum.

-Uzun zaman oldu’ dedi canlı bir sesle. O mavi bakışlarında neşeli parıltılar dolanıyordu.

-Öyle. Müziğin de olmasa seni bulamayacaktım.’ dedim onun canlı ses tonunun zerresini barındırmayan bir şekilde konuşuyordum.

Bakışları çocuksu bir haylazlıkla dalgalandı ve ince dudakları ile kayıtsızca güldü.

-Belki de beni bulabilmen için çalıyorumdur. Haksız mıyım?’

Dudaklarım onun çocuksu ifadesini onaylarcasına büküldü.

-Haklısın.’

Bakışları düşünceli bir şekilde etrafta gezinirken yüzündeki  neşe pırıltıları gitmiş yerine hüznün karabulutları çökmüştü. Sanki kalbimdeki acıyı tüm keskinliği ile hissediyor ve bir şekilde bu yüke ortak olmak istiyormuşçasına konuştu.

-Yine eve gitmek istemiyorsun? O yüzden buralardasın’

Duygularımı nasıl tüm çıplaklığı ile anlayabildiğine asla akıl sır erdirememiştim. Ama görünen o ki ışık huzmesi beni seferde yanıltmamıştı. Ciğerlerim buğulu bir nefesle dolduğunda burnumdan soluyarak cevap verdim.

-Hayatta yalnızca bu sokaklara yabancı değilim ışık huzmesi. Hiç gitmedim ki ben. Hep buralardaydım. Bedenim uğramasa bile zihnim dolanıyor bu sokaklarda. Sanırım terk edemeyeceğim tek yer burası’

Bu sefer gülme sırası ondaydı. Sol yanağındaki gamzeyi göstererek hafifçe tebessüm etti.

-Bu terk edilmiş harabeyi o kadar sevmen doğru mu? Biz bu terk edilmişliğin içinde yaşıyoruz. Mecburuz kabullenmeye. Fakat sen bizim gibi değilsin’

Haklı mıydı? Bilmiyorum. Benim ne kadar geçmişte kalsa da kendimi ortaya ait hissettiğim bir evim vardı. Evet. Kendimi ait hissettiğim bir insan. Annem. Onun hayatımdan bir rüzgar gibi esip geçmesi ile başlıyordu benim hikayem. O hiç var olmamış gibi çekip giderken bu dünyadan, ait olduğum ne varsa yıkılmıştı.

Annemin kanatları bedenimi gizlemeyi bıraktığı an karanlığın kanlı kollarında bulmuştum kendimi. Aidiyet lanetli mutluluk ise zehirli bir kelimeydi artık. Ağzıma bile alamadığım.

Aidiyet bir kuş gibi uçup giderken ruhumdan tek bir sığınağım kalmıştı. Babam. Gölgesinden dahi medet umduğum o sevgi dolu adam. Fakat annemi koyduğu toprağa o da ruhunu gömmüştü. Artık karşımdaki adamın babam olduğundan bile emin değildim. Vardı yanımdaydı ama aslında yoktu o. Hiç var olmamış gibiydi.

Sanki o da ölmüştü de sadece nefes alıp veren boş bir beden kalmıştı geriye. Öyle ruhsuz bir adam olup çıkmıştı ki ona en çok ihtiyacım olduğu bir dirhem sevgiye muhtaç olduğum zamanda beni katilimin soğuk ellerine ve olmayan vicdanına teslim etmişti. Babam güçlü bir adamdı. Ama küçücük bir kız çocuğuna sevgi gösteremeyecek kadar acizdi. Böyleydi işte.

-Ben de senin gibiyim ışık huzmesı. Neyimiz farklı ki. Emin ol bir şey varken yokluğunu çekmek dünyanın en iğrenç hissi.’

Bakışları buğulanmıştı yine. Bir şeyleri anlamlandırmaya çalışan hali uçup gitmiş yerini koca bir anlayışa bırakmıştı. Konuşmadık bir süre. İkimizde yavaş yavaş eski ihtişamını kaybeden ateşin can çekişlerini izliyorduk. Ateşin etrafındaki kaybolmuş ruhlar yavaş yavaş kendi köşesine çekiliyordu artık. Ben ve ışık huzmesi hariç. Hava soğukluğunu peyderpey hissettirirken bağdaş kurduğum bacaklarımı toplayıp kendime doğru çektim. Ve düşünceli bir ifadeyle aklıma gelen ilk şeyi sordum.

-Neden ışık huzmesi? Eminim adın bu değildir. Bu sokaktaki herkes sana neden bu isimle hitap ediyor.’ Dedim havadan sudan konuşan bir sesle sorsam da bunu içten içe merak ediyordum. Derin bir iç çekiş duyuldu sesini sedasını kesmiş gecede.

-Tuhaf bir isim değil mi? Abim beni terk ettiğinde beş yaşındaydım. Günlerce bir kaldırım taşında oturup onu beklediğimi bilirim. Çok geçmeden ondan ümidi kestim. Ve sokaklarda yaşamaya başladım. Açtım. Savunmasız ve çaresizdim. Sonra bir çocukla tanıştım. Benden on yaş büyük olmalı diye tahmin ediyorum. Bana sahip çıktı. Abi derdim ona. Beni kardeşi gibi korudu kolladı. Yemeğini paylaştı. Kahramanımdı o benim. Onunla birlikte küçük bir barakada yaşıyorduk. Ailem arkadaşım olmuştu. Bana bu karanlık sokaklardaki ufacık bir ışık huzmesi olduğumu söylerdi hep. Işık huzmesini ilk defa ondan duymuştum. Ve o günden sonra beni hiç babamın koyduğu isimle çağırmadı. Zaten bende ilk adımı kimseye söylemedim bir daha.’ Dedi. Genç bir çocuğun gözlerinden ne denli büyük bir keder okunabilirdi. İçim soğukla titrerken gözlerindeki o kökü derinlerdeki duygu yüreğimde bir depreme sebep oldu. Suskun bir şekilde gözleri karanlık gökyüzünü buldu tekrar.

-Peki sonra? Ne oldu ona?’ dedim bakışlarımı mahzun yüzünden ayırmayarak.

-O kış, donarak öldü. Morarmış bedeni tam yanımda uzanıyordu. Ve üstünde bir battaniye bile yoktu sarya. Çünlü üşümemem için gece kendi battaniyesini üstüme örtmüştü.’

Gözümden akıp giden yaşların farkında değildim. Işık huzmesi başını önüne eğmiş sessiz hıçkırıklarla ağlarken ellerimle ıslak yüzümü kuruladım. Bir süre sessiz kaldı yine. İkimizin de konuşmadığı bir döngüye girmiştik. Bakışlarını bana çevirdiğinde mavi gözlerindeki okyanuslar kurumuş gibiydi. Artık ne gözyaşları dökülüyordu yanaklarına ne de acıyla titriyordu bedeni. Buz kesmişti tıpkı benim gibi. Canı böylesine yanan genç bir çocuğa ne denilebilirdi bilmiyorum. Zihnim düşüncelerime ulaşacak olan bütün yollara set çekmişti.

-Herkes bir gün gider ışık huzmesi. Terk edildiğimiz gibi bizde bir gün terk edeceğiz bu dünyayı. Yine de bu lanetli keşmekeşin içinde onun gibi biriyle tanıştığın için çok şanslı olmalısın. Ben de seninle tanıştığım için çok şanslı olmalıyım’ dedim yüzümde uzun zaman sonra samimi bir gülümsemenin esintileri vardı. Çok geçmeden o da gülümsedi. Mavi gözlerindeki buz kütleleri az da olsa erimişti. Varildeki ateşin yerinde artık yeller eserken oturduğumuz çıkmaz sokakta bizden başka nefes alan hiç kimse kalmamıştı. Gecenin tam ortasında yaralı ruhlarımız ve karanlık gökyüzü ile baş başaydık.

Sessizlik tıpkı bir zehir gibi ansızın sokağı sarmıştı. O zehrin koynunda infilak eden ne idüğü belirsiz bir gürültü ve silah sesleri cereyan etti bir anda. Duyduğumuz seslerle ikimizde şaşkınca bir birbirimize baktık. Mahallede yankılanan güçlü adım sesleri ve bağrışmalarla korkunun ensemdeki soğuk fısıltısını duyuyordum.

-Neler oluyor ışık huzmesi?’ dedim. Sıkıntılı bir şekilde birden ayağa kalktı. Bakışları etrafta ve yüzümde gidip gelirken konuştu. Daha çok kendi kendine konuşuyormuş gibiydi.

-Gitmelisin Sarya. Kurt gelmiş olmalı. Demek söylentiler doğruymuş. Gökyüzü gerçekten sahip değiştirmiş.’ Tedirgin ve şaşkın bir şekilde ışık huzmesine bakakalmıştım. Sanki birden hiç bilmediğim yabancı bir dilde konuşmaya başlamıştı.

-Kurt mu? Gökyüzü mü? Anlamıyorum ışık huzmesi.’

-Anlatmak için vakit yok Sarya. Sadece bu sokaklara bir süre uğrama. Ortalık daha çok karışacak. Şimdi gitsen iyi olur.’ dedi.

Sesler git gide netlik kazanmaya başlarken ışık huzmesinin sözleri ile oturduğum yerden kalktım. Fakat gitmem gerektiği konusunda hala pek emin değildim. Bu yüzden ona anlamsızca bakmaya devam ediyordum.

-Ne duruyorsun Sarya. Git hadi. Onlar senin görünmek isteyeceğin insanlar değil. Zarardan başka bir şey vermezler. Hadi bir an önce çık bu sokaklardan.’ Dedi. Durumun tehlikesini kavrayan bakışlarla başımı salladım.

-Peki. Şimdi gidiyorum. Ama bir dahakine bu konu hakkında konuşacağız’ dedim.

-Tamam Sarya. Söz veriyorum konuşacağız.’

Kararlı bakışlarına isteksiz bir veda ile karşılık verdim.

-Peki öyle olsun. Dikkat et kendine.’

Ona son kez bakıp arkamı döndüm. Ve hızlı adımlarla ilerlemeye başladım. Işık huzmesinden ayrılmış sokağın derinliklerinden çıkışına doğru koşuyordum. Neden koştuğumu ben de bilmiyordum ama bu duyduklarımın zihnimde yarattığı korkunun yan etkilerinde biriydi sadece.

Nefes nefese koşarken etrafı zifiri bir karanlığa boyayan sönük sokak lambalarına defalarca sövmekle meşguldüm. Ayaklarımın altında hissettiğim asfaltta olmasa karanlığın içinde yürüdüğümü düşünmeye başlayacaktım.

Neler oluyordu böyle. Işık huzmesinin dedikleri de neydi. Çocukluğumu geçirdiğim bu sokaklar artık eskisi gibi değildi. Bunu biliyordum ama bu kadar da vahim durumda olduğunu bilmiyordum.

Bağırış ve silah sesleri bir türlü bitmek bilmiyordu. Kulaklarımı dolduran adım sesleri gittikçe artarken eğer birazdan saklanmazsam bir kara deliğin merkezine düşmekten korkuyordum. Işık huzmesi beni bir konuda uyarma gereği duyduysa o muhakkak ciddi ve tehlikeli bir konu olmalıydı.

Bakışlarım korkunun bedenimdeki titrek sirayeti ile etrafta gezindi. Belki de saklanabileceğim bir sığınak bulmalıydım. Fakat bu karanlık bir zindanda çıkış yolu aramaktan farksızdı. Adımlarım peş peşe yoluna devam ederken hayatımda hiç duymadığım kadar gizlenme isteği duyuyordum. Korkuyordum çünkü. Her zaman olduğu gibi.

Bakışlarım gecenin koynunda saklanacak ufacık bir yer ararken adımlarım farkında olmadan silahların patladığı sıcak bölgeye yönelmişti. Nasıl olmuştu bilmiyorum ama karanlıkta yönümü tayin edemeyip tıpkı bir aptal gibi resmen Azrail’imin kollarına koşuyordum.

Kulağımı sağır eden sesler ve fark ettiğim gerçekle koştuğum zemine adeta mıhlanmış gibi kalakaldım. Bakışlarım biraz ötemdeki yanıp sönen sokak lambasının ışığında durdu. Bağırış sesleri hala devam ediyordu fakat silah sesleri bir süreliğine kulaklarımı terk etmişti. Belki de sebebini bile bilmediğim bu anlamsız kavga sona ermişti.

Adımlarım bir umut yanıp sönen belli belirsiz ışığa yöneldiğinde kulaklarımı dolduran yumruk ve hırlama sesleri bedenimin derinliklerinde delicesine bir titreme ile karşılık bulmuştu. Çok geçmeden ışığı sinir bozucu bir hızla yanıp sönen lambanın olduğu sokağın ağzına varmıştım bile. Sesler bir anlığına kesildiğinde kendimi açık etmeyecek bir şekilde gölgelerin içine saklandım.

Bakışlarım yumruk seslerinin kaynağını ararken sokak ortasında hınca hınç kavga eden iki adamın üzerinde durdu. Ay ışığı ikisinin de kanlı yüzünü aydınlatmış aralarındaki amansız savaşın ağırlığını çevrelerine oluk oluk yayıyordu. Kan kırmızısı rengi kazağı olan iri adam önüne kattığı siyah paltolu adamı öldürürcesine yumrukluyordu. Adamın yüzü yan profilinden kısmen gözüküyordu. Gözlerim çok net olmasa da kasılmış çenesini ve burnunun keskin hattını ayırt edebiliyordu.

Siyah paltolu adam ani bir hamle ile kırmızı kazaklı adamın karnına sıkı bir yumruk geçirirken adam aldığı darbeye karşılık hiçbir acı belirtisi göstermemişti. Aksine daha da büyük bir hırsla kavga etmeye devam ediyordu. İçim onun karşısındaki rakip olmanın ürkütücü hissiyle dolduğunda duyduğum kırılan kemik sesiyle yerimden sıçradım.

Bakışlarım büyük bir dikkatle iki adamın üstünde dolanırken sesin kaynağını anlamaya çalışıyordum. Ne olduğunu anladığımda artık pişman olmak için çok geçti. Zira bu duyduğum ses siyah paltolu adamın kırılan boynunun sesiydi. Kırmızı kazaklı iri adam tıpkı bir cellat gibi muhtemelen ölmüş adamın başında dikiliyordu. Bakışları büyük bir tiksinti ile adamın bedeninde gezinirken aniden başını kaldırdı ve etrafına bakmaya başladı.

Gümüş grisi gözler o denli soğuk ve cüretkâr bakıyordu ki ciğerlerime çektiğim nefes boğazıma takılı kalmıştı. Bakışlarındaki duygusuzluk ve öfke tenimi yakıyordu adeta. Fakat bir şey vardı o bakışlarda. Tanıdık bir iz. Yüzünün hatlarına sinmiş bir aşinalık vardı. Kimdi o. Genç bir çocuğun silueti beliriyordu zihnimde. Geçmişimin kanlı ayak izlerini takip ettiğimde zihnimin bana fısıldadığı gerçekle geriye doğru birkaç takatsiz adım attım. Hayır dedim kendi kendime. O öldü. Olamaz. Hayatın benimle saçma bir oyun oynadığını düşünmeye başlamıştım. Zira katran gibi kara bir gecede can vermişti o çocuk. Hayatın ondan aldıklarına bir de hunharca katlettikleri ruhunu eklemişti. O veda edip gitmişti bu hayata. Peki nasıl kanlı canlı duruyordu karşımda. Hem de bütün varlığı ile.

Yıllar geçmişti üstünden. Ufacık bir kurşunla koca bir hayatın söndürüldüğü o lanetli günün üstünden uzun bir zaman geçmişti. Tenime değen kirli eller almıştı o çocuğun canını. Gözlerimin önünde bir an bile tereddüt etmeden öldürmüşlerdi onu. Bundan emindim. Nasıl hayatta kalmıştı. Fakat kahrolası kuzenimin kendi elleriyle vurduğu üvey kardeşi Devrim Karakurt yaşıyordu.

Gözlerim donuk bir şekilde önümdeki şok edici sahnede gezinirken o gri bakışlar ne zaman fark etmişti beni anlamamıştım bile. Siyah saçları ay ışığında parlıyor gözlerinin delice bakan grisi ise tüm bedenimde şok etkisi yaratıyordu. Kurt. Işık huzmesinin bahsettiği kurt o olabilir miydi? Gözlerinin açık gri rengi, bakışlarındaki vahşilik ve bir yele gibi ensesinde son bulan saçları ile gerçek bir kurdu andırıyordu. Eğer o kurtsa yırtıcı ve sert bakışları ile lakabının hakkını kesinlikle veriyordu. Onun iri gövdesinden aldığım enerji neredeyse bir termik santralle eş değerdi. Aynı zamanda korkunun ete kemiğe bürünmüş hali gibiydi o.

Bakışları hala benim üzerimdeyken karanlığın içinde beni nasıl fark edebildiğini anlamamıştım. Kaldı ki bunu anlamaya çalışmaktan çok daha önemli işlerim vardı. Zira bu delicesine bakan aç kurttan bütün gücümle kaçmalıydım. Ama yapamıyordum bir türlü. Bakışları pür dikkat üzerindeyken bende ondan ayırmıyordum gözlerimi.

Oydu işte. Çocukken beni ağacın tepesinden kurtaran, tıpkı bir kahraman gibi beni koruyan çocuk oydu. Belki de en güzel anılarımdı o benim. Kirli ellerin gezindiği bedenimde hissedebildiğim tek masumiyet onun dokunuşuydu. Saçıma değen elleri gözlerime bakan gözleri.

Fakat ortada kocaman bir fark vardı. O gri bakışlar şefkat denizleriydi sevgi deryasıydı eskiden. Şimdi ise kurumuş bir vaha gibiydi. Taşlaşmıştı. Gözlerinde gördüğüm o donukluk bende bilinçsizce ondan kaçma isteği uyandırıyordu. Ve geriye doğru giden adımlarımla bu isteğe boyun eğdiğimi fark etmiştim. Adımlarım hızla ondan uzaklaşırken geldiğim yolu gerisin geri koşmaya başlamıştım. Ta ki biraz ötemden güvenliği açılan silahın mekanik sesini duyulana kadar.

-Dur!’ Komutu öyle kısa ve netti ki ayaklarım yere çakılı bir şekilde olduğu yerde durmuştu. Eğer bir adım bile atarsam beni kesinlikle vuracaktı bunu biliyordum. Adım sesleri bana doğru yaklaşırken bir emir daha verdi tok sesi ile

-Yüzünü bana dön!’

İşte bunu yapamazdım. Kim olduğumu bilirse beni öldürmek onun için daha kolay olurdu kesinlikle. Söylediğini uygulamayınca tekrar bağırdı.

-Sana yüzünü dön dedim! Yoksa aldığın son nefes olur’. Korkuyla ona doğru döndüğümde sokağın başında

-Abi?’ diyen kalın bir ses duyuldu. Başını gelen adama döndüğü vakit çabucak geldiğim sokakların içine gerisin geri dalmıştım. Gecenin içinde can havliyle koşarken dizlerim cayır cayır yanana kadar hiç durmadım. Onu bir daha göremeye cesaretim olur muydu bilmiyordum. Çekim alanı öyle genişti ki olurda onu bir daha görürsem bu kadar uzak durabilir miydim emin değildim. O benim çocukluk kahramanımdı. Bunun değişebileceğini sanmıyordum. Artık kötü bir adam olsa bile.

Tags:

Paylaş
0 Yorum

Bir Cevap Bırakın

© 2023 Yazokur. Sizin için sevgiyle hazırlandı. MacroTurk

İletişim

Sizlere daha iyi hizmet edebilmek için bize mail gönderebilirsiniz.

Gönderiliyor
error: İçerik Korumalı

Kullanıcı Bilgileriniz İle Oturum Açın

veya    

Bilgilerinizi Unuttunuzmu?

Create Account