Evvelce Erzurum ‘da yaşayan Ali dayı adında bir adam vardı. Üniversite tahsilini tamamlamış ve sonunda en sevdiği meslek olan muallimliğe kavuşmuştu. Sonraları yani yıllar sonra ben de tahsilimi tamamladım ve ilk öğretmenlik yıllarımda Ali dayıyla aynı okulda mesleğe başladım. Bütün öğretmenler ona Ali dayı diye hitap ediyordu. Başlarda uzun boyu, dazlak ve pos bıyıklarından dolayı dayı dediklerini zannettim ama bir zaman sonra işin öyle olmadığını anladım. Ali dayı aslında insanlara yaptığı iyiliklerden, darda kalanın derdine yetiştiğinden herkes ona dayı diye hitap ediyordu.
Öğretmenlik mesleğinin belki de kaderidir bir müddet sonra Ordu’ya tayinim çıktı. Uzunca bir süre geçmişti. Ordu’ya iyiden iyiye ısınmıştım. Başlarda sıla hasreti çaksem de Ordu ikinci memleketim olmuştu.
Güzel bir bahar günüydü. Hafta sonunu fırsat bilerek şimdilerde Akyazı diye adlandırılan sahile indim. Niyetim denizin havasını soluyarak bir çay içmekti. Tek başımaydım. Çayımı yudumlarken çakmak isteyen birinin dürtmesiyle denize dönük olan yüzümü yanımdakine döndüm. Bir de ne göreyim bizim Ali dayı. Üstünde eski ve kirli, rengi soluk bir kazak altında yamalı bir pantolon ve neredeyse yerle bir ayakkabılar… Evvelce biraz şaşırdım. Bildiğim kadarıyla Ali dayı epey varlıklıydı. Nasıl olur da bu hale düşmüştü?
Beni karşısında görünce Ali dayı da bir hayli şaşırmıştı. Utandığı al al kızaran yanaklarından belli oluyordu. Başını önüne eğdi ve hızlıca yanımdan uzaklaşmaya başladı. Arkasından koşup kolundan tuttum. “Dur nereye gidiyorsun?” dedim. “Bırak kolumu bırak!” dedi ve ağlamakla karışık bir ses tonuyla devam etti “Yıllar sonra bir dostumun beni böyle görmesini istemezdim” diye ekledi. “Ne bu hal Ali dayı?” dedim şaşırdığımı ses tonumdan gizlemeyerek. Başlarda beni başından savmaya çalıştıysa da başaramadı. Bir yere oturup olan biteni anlatmaya ikna ettim sonunda.
Yüzünün solgunluğu karnının aç olduğunu belli ediyordu. Beraber bir lokantaya gittik. Karnını bir güzel doyurduktan sonra başladı anlatmaya “Bak oğlum sana oğlum diyiyorum çünkü neredeyse oğlum yaşındasın. Bu dünyada ne kadar uyanık olursan ol yine de dostlarını iyi seçmen gerekiyor. Aslında bizim en büyük günahımız şeytana uyumamız değil dost görünümlü şeytanlara bel bağlamamızdır. Bundan bir sene önceydi sevdiğim bir dostum- hoş dost demeye bin şahit ister- vardı. Beraber yer beraber içer beraber gezerdik. Bu adamla bir yardım derneğine yardımda bulunduğum sırada tanışmıştık. Yardım sever bir adamdı. Benim ruh ikizim gibiydi. Tüm düşüncelerimiz, eylemlerimiz bir biriyle aynıydı neredeyse. Yani anlayacağın gözüm kapalı güvenebileceğim bir insandı.” anlık bir sessizlik oldu. Gözleri uzağa dalıp gitti. Derin ve yavaş solumasının hemen ardından içinden bir ah geçirdi ve devam etti. ” Bir gün telefon geldi. Eşim marketeyken kalp krizi geçirmiş ve hastaneye kaldırmışlar. Zaten kalp yetmezliği vardı. Yanımda da dostum sandığım bu herif var tabii. Hemen beraberce hastaneye gittik. Hayatımda eşimden başka kimse yoktu. Bunu o herifte biliyordu. Sözde beni tesseli ediyordu. Bir kaç saat hastanede durduktan sonra o kara ve acı haber geldi. Dünyam yıkılmıştı. Gözüm hiçbir şeyi görmüyordu. Bu nasıl bir histi? Hayatı gözlerinde yaşadığım kişinin gözlerinden mahrumdum artık.” Bunları anlatırken içinin ilk gün gibi acıdığı gözlerinin dolmasından belliydi.” Başın sağolsun Ali dayı” demekle yetindim sadece. Eğer konuşmaya devam etseydim göz yaşlarımı tutamayacaktım. Boğazında oluşan yumruyu yutmaya çalışarak devam etti Ali dayı. ” Haberi aldıktan hemen sonra o herif ortalıktan kayboldu. Yarım saat sonra yanıma dönerek cenazeyi ertesi gün öğlen namazından sonra defnedebileceğimizi söyledi. Bir iki belge uzattı. Cenazeyi alabilmek için imzalamam gerekiyormuş. Ah, ahmak kafam! O acıyla önüme koyduğu tüm belgeleri imzaladım. Ertesi gün cenazeyi defnettikten sonra o herif ortalıktan kayboldu ve bir daha da görmedim taaki iki ay sonra. İki ay sonra borç tebligatı geldi. O kanı beş para etmez adam meğer beni önceden takibi altına almış dolandırıcının tekiymiş. Hayatta eşimden başka kimse olmadığını ve eşimin de kalp hastası olduğunu biliyormuş. O gün hastanede bana borç senetleri imzalatmış. Elimde ne var ne yok aldılar. Eşim öldükten hemen sonra emekli olmuştum. Her ay emekli maaşım da borcuma karşılık kesiliyor. Eşim ölmeden önce Ordu’ya tatile gelmek istemişti. Elimde avucumda bir şey kalmayınca son paramla da Ordu’ya geldim. Eşimin ruhu benimleydi. Öyle hissediyordum en azında. Gezmek görmek istediği her yeri gezdim Ordu’da. Geri dönecek param kalmayınca ben de burda kaldım. Çalışacak iş aradım ama yaşımdan ötürü kimse bana iş de vermedi. Neymiş efendim yolda zor yürüyormuşum. Kimse de sormadı bu yaşında neden iş istiyorsun diye. Ben de sokaklara düştüm. Sokaklar da yattım sokaklarda kalktım. Yemek ayrımı yapmaksızın ne bulduysam karnımı doyurdum. İşte oğlum benim hikayem böyle.”
Her zorlukta insanların imdadına koşan Ali dayı bugün sokaklardaydı ve kimse imdadına koşmuyordu. İnsanoğlu işte. İyi gününde güler yüzle yanında, kötü gününde yukarıdan bakarak aşağılama derdinde.” Ali dayı” dedim ve devam ettim. ” Evde yalnız yaşıyorum. Halen daha evlenmedim ve bazen evde tek kalmaktan dolayı aşırı sıkılıyorum. Kalk bana gidelim. Sen bana mesleğimin başında çok şeyler öğrettin. Hem sana olan vefa borcumu öderim hem de bana yoldaş olursun.” Hiç bir şey demedi gözlerini devirdi ve ağlamaya başladı bir müddet. ” Hep insanların yardımına koşan Ali dayı düşünce kimse yardımına gelmemişti. Ama şimdi sen çıktın karşıma. İnsan ne oldum değil ne olacağım demeli her zaman.” dedi ve beraberce bana gittik.
İki yılın sonunda Ali dayı vefat etti ve ben bugün emekli bir öğretmen olmama rağmen halen daha Ali dayının hikayesini her aklıma getirdiğimde şu sonuca varıyorum: İyi dost insanı yaşatır. Kötü dost ise insanın dünyasını elimden alır.
