”ANKARA & ALEN AYBARS”
GÜNÜMÜZ ‘2020’
‘… Bana biraz senden ekler misin?’
Uzun ve yorucu bir günün sabahına uyanmak gibi kötü bir şey yoktu. Bir önceki günün yorgunluğu üzerime yapışmıştı sanki. Günlerdir kaç saat uyku ile ayakta durmaya çalışıyordum bilmiyordum. Uyku problemi ve yorgunluk birlikte olmaya başladıkları andan itibaren çekilmez olan ilişkilerine şahit olmak zorunda kalıyorsunuz. Her ne kadar yorgun da olsam sahne benim umut kaynağımdı. Sadece sahneden indiğim zamanlarda üzerimde ki yorgunluğun farkına varabiliyordum.
Sahne Maslak’taki prova salonuna zor bela atmıştım kendimi. Salona giden o uzun koridor her ne kadar gözümde büyümüş olsa da başarmıştım. Sanırım dün gece üç saat kadar uyuyabilmiştim. Bunun üzerine kendimi salona atıp, ısınma hareketleri ile başladım güne, kendimi müziğe ve oyuna kaptırdığım kaç dakika ya da saat oluyordu bilmiyorum. Müzik sesi o kadar yüksekti ki ve ben kendimi öylesine kaptırmıştım ki oyuna, içeri gelenleri bile fark edememiştim. Coşkuyla oynayacağım oyuna hazırlanıyor ve ruhumu adeta o sahneye teslim etmiştim. Beni takip eden ışığa ayak uydurmaya, kalbimin ritimlerini kontrol etmeye çalışıyordum. Uzun bir aradan sonra sahne de tekrar olmak ve kendim olmaktan vazgeçtiğim her bir adım beni huzura kavuşturuyordu sanki.
Zor bela atlattığım yılları, tamamen geride bırakmamı ve kendime yeni bir yaşam rotası çizebilmemin en büyük destekçisiydi sahne. Birden müzik kesildi ve tüm ışıklar yanmaya başladı, daha ne olduğunu anlayamadan karşımda başrejisör Kerem Bey’i gördüm, ne olduğunu soramadan kulağıma dökülen cümleler bambaşka bir boyuta taşıyıverdi beni.
”Ankara Opera sahnesinde düzenlenecek olan Ödüllü Fransız yazar Roland Topor’un dünyaca ünlü eseri “Masanın Altında Bir Kış” oyununa öğrenciler ile katılmanı istiyoruz.”
”Ankara’ya mı gideceğiz yani?”
”İyi olmaz mı istemez misiniz? Hemen karar vermenize gerek yok, bir hafta süremiz var hafta sonuna kadar düşünüp bana haber verirseniz sevinirim” dedi ve çıktı salondan içimde çıkan iç savaşımdan habersiz.
Üzerime buz kütleleri yağmışçasına buz kesti bütün vücudum, üzerime öküz oturmuşçasına ruhumu bastıran o yük, dizlerimin üzerine çökmeme sebep olmuştu.
Ne yapacaktım ben şimdi?
”Ankara’ya gidecek cesaretim yok.” desem.
Yüreğim çoktan kanatlanmış Ankara’ya gitmeye hazırdı. Hayır ya hayır, gidemezdim. Onunla tekrar karşılaşmaya gücüm yetmezdi. Mantığımın ve kalbimin savaşı arasında sıkışmıştı benliğim. Rahatlamak için kapattım gözlerimi ve derin bir nefes aldım. Gözlerimin önüne o iri zeytin karası gözleri geldi birden. Sonra elleri, gür gece karası saçları, kaslı kollarıyla beni tek seferde sarışı, uzun boyu ve onu öpmek için ayakkabılarının üzerine basarak yükseldiğim dudakları. Of aman Allah’ım sanırım kendimi tutamayacak ve Ankara’ya uçacaktım. Ayaz’ı tekrar görmeye ne kadar dayanabilirdim bilmiyorum ama kararımı vermiştim gidecektim ve hemen başrejisör Kerem beyin odasına giderek
”Tamamdır, gideceğim.” deyiverdim.
”Sevindim, öğrencilerin başında deneyimli bir sahne sanatları eğitmeninin olması bize huzur verecektir.”
Teşekkür ederek ayrıldım.
Nasıl oldu bilmiyorum ama geçirdiğim onca enkaz günlerden sonra bile Ayaz diyebiliyordum. Kalbim hala acıyordu. Zaman diye bir kavram yoktu o an gözümde. Geçmişim ve şimdiki anlarım beni şaşırtmak için dans ediyorlardı sanki. Amansız bir savaş içindeydiler. Bu durumun içine nasıl düştüm bilmiyorum. Ve sanırım bu durum geçmişimin sergilediği ayak figürleri sayesinde öne geçmişti. Geçmişim şimdiki durumumdan daha güçlü ve diriydi. Geleceğim ise çaresiz. Nasıl oldu bilmiyorum ama yaşadıklarım gözlerimin önünden bir şerit misali geçtiğinde, geçmişim çoktan ruhumu ele geçirmişti.
”Ne oluyor sana Alen kendine gel!” diye mırıldanmamım ardından, onunla ilgili bildiğim, unutmaya çalıştım tüm her şey beynime hücum etmeye başlamıştı bile.
Ankara’da sahne sanatları okulunda eğitmenlik yapıyordu. Hatta sırf bu yüzden, onu bana tekrar tekrar hatırlatıyor diye eğitmenliği bırakmayı bile düşünmüştüm. Aylar sonrasında kulağıma işitilen bir kelime, ne kadar da çok şey anımsattı bana. Ankara. İçime işlemiş sanki bu kelime ve neden hala canımı acıtıyor anlamış değilim. Unutmak için kendime verdiğim sözleri hatırlıyordum oysa. Yıllar önce yaşanmış bir aşk hikâyesiydi, karşısına çıkabilecek güce sahip miydim? Kördüğüm. Aslında tüm onunla yaşadıklarım kördüğümdü, arapsaçı.
Zamansızlığın gölgesinde geçen her salise bana onu hatırlatmaya yetiyordu aslında. Ne oldu da ben bu hale geldim acaba? Kendimi parçaladığım zamanlar yetmedi mi? Ruhumdan cımbız ile çektiler onu yavaş yavaş, parça parça!
Bu durumu, onsuzluğu hak ettim mi yani?
Yeni mezun olmuştum ve bir okulda eğitmenliğe başlamıştım aynı yerde çalışıyorduk. Okulumuzda kurulan bireşim tiyatrosu kulübünde ki çalışmaları beraber yürütüyorduk. Tüm dalları bir araya getirerek kurduğumuz kompozisyonlar ile insanları kendimize hayran etmeye çalışırken ufak bir detayı atlamış bulunduk. Sanırım insanlar bize hayran olmuşken biz de birbirimize hayran kalmıştık. Ne zaman sevgili oldunuz kısmına gelirseniz tam olarak hatırlamıyorum bile. Tek bildiğim bana âşık olduğuydu. Bensiz yapamayan, her an her dakika yanında olmamı isteyen tutkulu bir âşıktı o. O koca iri gözleri ile etrafı büyülerken, tüm kızlar etrafında pervane olurdu. Ama o beni seçmişti. Bunun verdiği öz güven ruhumu okşamıştı adeta. Bana söylediği aşk dolu sözcükler, jestler, romantik sürprizler beni de mest etmişti. Evden çıktığım andan itibaren takip ettiğim kırmızı güller beni ona götürürdü. Her gece yatmadan önce bana yollattığı küçük kutuların içinden papatya yaprakları arasına saklanmış gün ışığına çıkmayan şiirler yazardı.
Aşk denilen şey raflarda olgunlaşmayı bekleyen kırmızı bir şarap değildi, ya da seviyorum demekte değildi, aşk ruh bütünlüğünün işiydi.
Beynim her zaman kalbimin önünden yürürdü, mantığım kalbime göre daha ağır basardı ve bu durum doludizgin bir aşk yaşamamın önüne geçiyordu çoğu zaman. Onun bana olan aşkını, benimle paylaşması gerekiyordu. Onun bana yaptığı küçük romantik şeylerin, bana kurduğu, yazdığı gün ışığına daha önce çıkmamış kelimelerin bağımlısıydım ben. Bu durumun o da farkındaydı, ona göre onun sonsuz aşkı, ikimizi de kurduğu masal ama gerçek dünyasında yaşatmaya, yaşlandırmaya yeterdi. Peki, buna bende inanmalı mıydım? Ya da inanıyor muydum? Ama bu durum beni mutlu ettiğinden geriye kalan hiçbir kısmı düşünmedim. Onun sıcacık bakışları, kulağıma fısıldadığı her sözcük içime işliyordu.
Yoksa âşık mıydım?
Ya kendime bile itiraf edemediğim şeyler varsa?
Tags: #ayrılık #dans #özlem acı aşk tiyatro